Kahrolsun Diktatör

“Eşeğe altın semer de vursanız, eşek yine eşektir.”

Halk deyişi böyle. Erdoğan'ın başkanlık modelinin, burjuva meclise oylattırılan ve referanduma götürülmesi kararlaştırılan anayasa değişiklik paketi maddelerinde cumhurbaşkanlığı diye adlandırılıyor oluşu, onun tasarlanan niteliğini değiştirmiyor. Zira değişiklik paketiyle hedeflenen yeni cumhurbaşkanlığı, faşist politik islamcı şefin despotik başkanlık formundaki tekçi diktasını hukukileştirme ifadesinden başka bir şey değil.

Erdoğan'ın Başkanlık Modeli

Burjuva meclisten geçirilen değişiklik paketi, başbakanlığı kaldırıyor ve yürütmenin başı olarak tanımladığı cumhurbaşkanının isterse meclis dışından da bakan atayarak kabineyi kurmasını hükme bağlıyor. Cumhurbaşkanına meclisi feshetme ve sonucunu beğenmediği seçimleri yenileme hakkı tanınıyor. Askeri mahkemeler kaldırılırken, tüm yüksek yargı organlarının teşekkülü değiştiriliyor ve bu organlara atama yetkisi cumhurbaşkanında toplanıyor. Cumhurbaşkanı OHAL ilan etme ve temel haklar konusunu da içeren kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine sahip kılınıyor. Parti genel başkanlığı konumunu da sürdürebilecek olan cumhurbaşkanının Yüce Divan'da yargılanabilmesi için milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasının oyu şart koşuluyor.

18 maddede formüle edilen bu değişiklik paketi, özetle, kurumsallaştırdığı başkanlık modeli üzerinden Erdoğan'ın tekçi diktatörlüğünü anayasal temele kavuşturuyor.

Bir taraftan MGK ve YAŞ'ta saray hakimiyetini pekiştiren, askeri okulları ve hastaneleri yeniden yapılandıran, askeri yaverliği kaldıran, kışlaları kent merkezlerinden uzaklaştıran, böylece Türk burjuva ordusunun arta kalan özerkliğini de sonlandıran yasal düzenlemeler, diğer taraftan da bujuva meclisi iyice işlevsizleştiren, başbakanı cumhurbaşkanının yaverine dönüştüren, olağanüstü hali olağanlaştıran, istihbarat örgütlenmesini yeniden dizayn eden, mücadelelerle kazanılmış tüm demokratik hakları gasp eden, böylece siyasi iktidar işlevlerini saraya odaklayan fiili düzenlemeler, söz konusu anayasa değişikliğini öncelemişti. Politik islamcı ideolojik formlar resmi devlet ideolojisi olarak tılsımını çoktan yitirmiş Kemalizmin yerini almaya ve toplumsal yaşamı dinselleştirici uygulamalar ise yasalara sokulmaya başlamıştı.

Referandumun ardından yürürlüğe girmesi halinde anayasa değişikliği, saray darbesiyle fiili inşasına girişilmiş olan Erdoğan diktatörlüğünün anayasal dayanağa ve hukuki güvenceye kavuşturulmasını sağlayacak. Ve Erdoğan'ın onyıllardır siyasi yarılma sahası olmuş devlet aygıtında tam egemenliğini tesis etmesiyle, rejimin faşist politik islamcı restorasyonunda belirleyici dönemeç dönülmüş olacak.

Hükümet Olmaktan İktidar Olmaya

AKP, 2007 cumhurbaşkanlığı seçiminden 2011 anayasada değişiklik referandumuna uzanan dönemde, Türk burjuva rejiminde gerçek bir iktidar gücü edinmeye dönük peş peşe adımlar attı.

Kürt ulusal direnişi, demokratik Alevi hareketi, antifaşist halk mücadelesinin yol açtığı ve belirli bir aşamadan itibaren politik islamcı güçlerin de dinamiklerinden birine dönüştüğü, 1990'lardan beri Türkiye Cumhuriyeti'nin varoluş temellerini kemiren rejim krizi çözülemiyordu. Emperyalist küreselleşme sürecinde Türkiye'nin bir mali-ekonomik sömürgeye dönüşümü ise, askeri ve sivil Kemalist yüksek bürokrasinin yönetim ayrıcalığına sahip olduğu Türk burjuva devletinin de yeniden yapılandırılmasını gerektiriyordu. Türk egemen sınıflarının siyaseten kamplaşmalarının boyutlandığı, merkezinde generaller partisinin durduğu faşist statükocu blok ile sermaye oligarşisi ve AB'ci liberalizmin oluşturduğu burjuva değişimci blok arasındaki çatışmanın gitgide şiddetlendiği koşullarda, esasen orta sınıflara dayanarak yükselen ve burjuva değişim programını uygulamaya yönelen AKP'nin lideri Erdoğan, bu bloğun politik sözcüsü durumuna gelmişti. Erdoğan aynı zamanda, ABD ve AB'li emperyalistlerin desteğini de arkalamıştı.

2011'de anayasa değişiklik referandumu eşiğinden geçen AKP, Türk burjuva rejiminde gerçek bir iktidar gücüne kavuştu. Gerek sermaye ilişkileri, gerekse yığın desteği zayıflamış olan faşist statükocu blok kesin bir yenilgiye uğradı. Faşist rejimin yarı-askeri karakteri ortadan kalktı. Erdoğan AKP'si, devlet kadroları arasında artık kritik bir ağırlığa sahip Gülen Cemaati'yle ittifak halinde, siyasi iktidara yerleşmiş oldu.

Böylelikle rejim krizinin dinamiklerinden biri, politik islamcılığın Türk burjuva devletiyle bütünleşmesi yolundan kurudu. Fakat, Kürtlerin kolektif ulusal haklarını değil, yalnızca bireysel kültürel haklarını kabul etme, Alevilerin kolektif inanç hakları yerine sadece bireysel varlıklarını tanıma, halklarımızın politik özgürlük talebini karşılamaktan son derece uzak ve hayli güdük bir burjuva-demokratik esnemenin ötesine geçmeme içeriğindeki burjuva değişim programı, rejim krizini doğurup derinleştiren temel sorunlara hiçbir çözüm getiremediğinden, bu son birkaç yıl içinde iflas noktasına doğru geldi. Türkiye'de yeşeren ve GeziHaziran ayaklanmasıyla dışavuran devrimci durum, atılım yapan Rojava devrimi, 6-8 Ekim serhıldanı ve muzaffer Kobanê direnişi, son olarak da halkçı demokratik cephenin 7 Haziran seçim zaferi, rejimin restorasyonunun çerçevesini çizen bu programın iflasını somutlaştıran başlıca mücadele uğrakları olarak ardarda dizildi.

Aynı süreçte, ittifak halinde siyasi iktidar gücünü elde eden Erdoğan AKP'si ile Gülen Cemaati arasında, MİT krizinden başlayıp 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasına varan bir devlet krizi patlak verdi. Politik islamcı iki kanadın birbirine girmesiyle, Türk burjuva devleti bir nevi yarılmaya uğradı.

Bütün bunların bileşkesi olan siyasi koşullarda, Temmuz 2015'te, Erdoğan saray darbesini gerçekleştirdi. Kurulan faşist saray cuntası, 7 Haziran seçim sonuçlarını iptal ederek ve ardından başbakanı da görevden çekip yenisini atayarak, hükümet etme iplerini tümüyle kendi eline aldı. Burjuva değişim programı ıskartaya çıktı. İmralı görüşmeleri rafa kaldırıldı. Alevi çalıştaylarından vazgeçildi. “Demokratikleşme” söylemleri bir yana atıldı. Türkiye'de politik özgürlüğe bağlı halk mücadeleleri DAİŞ eliyle bombalı katliamlar serisine, Kürdistan'da ulusal özgürlüğe bağlı özyönetim direnişleri faşist “çöktürme planı”yla sınırsız sömürgeci faşist teröre maruz bırakıldı. Böylece Tayyip Erdoğan, bir taraftan da Türk devlet bürokrasisini Gülenci kadrolardan arındırma adımlarını hızlandırarak ve Ergenekoncu kontrgerilla kadrolarını tekrar göreve getirerek, rejimin faşist politik islamcı restorasyonuna ve fiilen başkanlık modelini uygulamaya girişti.

Gülen Cemaati'nin son bir hamleyle kalkıştığı faşist askeri darbe girişimini akamete uğratmayı başaran Erdoğan AKP'si, 15 Temmuz'u, Türk burjuva devlet örgütlenmesindeki çift başlılığı tamamen bitirmenin ve rejimin faşist politik islamcı restorasyon programını sonuca ulaştırmanın manivelası yaptı. Tekçi diktatörlüğe soyunan Erdoğan, MHP'yi siyaseten angaje ederek ve eski generaller partisi unsurlarıyla yeni bir ittifak kurarak, faşist “Yenikapı ruhu”yla şekillendirilen geniş ve aktif yığın desteğine dayanarak, OHAL-KHK yönetimi altında faşist devlet terörünü tırmandırarak, başkanlık modelini kurumsallaştırma zorlamasından sonuç almaya yöneldi.

Siyasi Çelişkiler Yumağı

Bugün gelinen noktada faşist politik islamcı şef Erdoğan, bir yanda işbirlikçi sermaye tekelleri, gerici bölge devletleri, ABD ve AB emperyalistleri ile büyüyen çelişkiler yumağı içinde, diğer yanda işçi sınıfı ve ezilenlerin, halklarımızın direniş mevzileri karşısında, yeni cumhurbaşkanlığı giysili tekçi diktatörlüğünün inşasını tamamlama yolunu arıyor.

Saray cuntası, ABD ve AB emperyalistleriyle derinleşen çıkar çatışması ve karşıtlaşmayla beraber, bölgesel politik ve askeri manevralarına uluslararası dayanakları artık Rusya'ya ve Şangay İşbirliği Örgütü'ne yanaşmakta arıyor. Kendi hükümet dönemleri boyunca Türkiye'yi Batılı emperyalizmin mali-ekonomik sömürgesine dönüştürme siyasetini bizzat yürüten Erdoğan AKP'si, şimdi ABD ve AB'ye karşı, Türk burjuva devletinin jeostratejik konumunun ve büyük bir pazar olma özelliğinin bölgesel imkanlarla ödüllendirilmesini dayatan bir şantaj ve gerilim politikası izliyor. Bu temelde hareketlere girişiyor.

Faşist politik islamcı şef, Cerablus işgalini Bab'a yaydıktan sonra, Şengal, Minbic veya Musul'a dönük yeni işgal hamleleri için fırsat kolluyor. Ortadoğu'da bölgesel hegemon devlet olma arayışı, Irak'ta merkezi hükümetle restleşmenin sonuçsuzluğuna ve Suriye'de Esad'ı düşürme tezgahının iflasına takılıyor. Rojava devrimine karşı Erdoğan'ın Rusya-İran-Suriye ekseniyle anlaşmaya yönelmesi, Rojava topraklarının sömürgeci işgalinde ısrar etmesi, bir yandan da dün işbirliği içinde olduğu DAİŞ'le bugün savaşa tutuşması, Ortadoğu'da hem emperyalistler ve bölge devletleri hem de halklar arasında Erdoğan iktidarına karşı yeni gerilimler biriktiriyor.

Erdoğan'ın iç ve dış siyaset güzergahı, TÜSİAD'çı sermaye oligarşisinin ana gövdesiyle de gitgide daha fazla çelişkiye düşüyor. Dış siyasette Batılı emperyalizmin çizdiği çerçevede hareket etme ve iç siyasette Türk burjuva devletini AB üyelik kriterlerine göre yapılandırma rotasından sapılmasından rahatsızlık duyan işbirlikçi tekelci sermaye, silahlı devlet aygıtını elde tutan faşist saray cuntasından iktisadi teşvik kadar, siyasi tehdit de alıyor.

Faşist politik islamcı saray cuntasının inisiyatifi altında geçici ittifak güçleri haline gelen Vatan Partisi ve eski Ergenekoncu faşist kadrolar, Kürt ulusal demokratik hareketinin en şiddetli sömürgeci yöntemlerle ezilmesi politikasında tam bir uyum içinde oldukları Erdoğan'ın başkanlık modeline itirazlarını dile getiriyorlar. Öyle ki, bu itirazlar yeni darbe hazırlığı uyarılarını içeren söylemlere varıyor. Siyaseten AKP'e eklemlenmiş olan ve başkanlık modelinin burjuva meclisten referanduma götürülecek bir oy miktarıyla geçmesini sağlayan MHP'de ise, parti içi kargaşanın artacağı ve bastırılan iç siyasi saflaşmanın büyüyeceği anlaşılıyor.

Karşıdevrim kampındaki bütün bu çelişkiler, şimdi, Erdoğan'ın başkanlık modelini anayasal kurumsallaştırma zorlamasının yüz yüze olduğu engellere dönüşüyor. Referandum tarihi yaklaştıkça, hem bu engeller silsilesinin daha etkili biçimlerde gündemleşeceği ve faşist saray cuntasını zorlayacağı, hem de referandumda hayır tutumunda ifade bulacağı ve böylece halkçı-demokratik bir hayır cephesi için dolaylı yedek haline gelebileceği görülüyor.

Bonaparte mı Dediniz?

Erdoğan'ın 2015 Temmuz'unda gerçekleştirdiği saray darbesinden bugüne süregelen politik rotası, bilhassa da başkanlık modelini anayasal kurumsallaştırma zorlaması, yalnızca işçilerle ve ezilenlerle, yani toplumun alt sınıflarıyla karşı karşıya gelmiyor. Öte taraftan da, bir mali-ekonomik sömürge olan Türkiye'nin bağımlı bulunduğu ABD ve AB emperyalistleriyle, toplumun egemen sınıfını meydana getiren işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin ana gövdesiyle de karşı karşıya geliyor.

Sınıflı toplumlarda devlet egemen sınıfın sömürülen ve ezilen sınıfları baskı altında tutup yönetme aracı olduğuna göre, Türk burjuva devletinin iktidar gücünü elinde toplayan faşist politik islamcı saray cuntası, nasıl oluyor da hem sömürülen ve ezilen sınıflarla ama hem de egemen sınıflarla böylesi çelişkilere düşüyor? Devlet iktidarı, nasıl oluyor da egemen sınıflardan siyaseten bağımsızlaşmış böyle bir görünüme bürünebiliyor?

Bu durumda Tayyip Erdoğan, 1850'lerin Fransa'sında darbeyle imparatorluğunu ilan eden Louis Bonaparte'ı anımsatıyor. Gerçekten de Marx, "Ancak İkinci Bonaparte zamanındadır ki, devlet tamamıyla bağımsız olmuş gibi görünür" diyor.[1]

Fransa'da 1848 devriminin yarattığı altüst oluşu izleyen ve burjuvazi ile devletin derin bir yönetememe krizine yuvarlandığı bir dönemde, Louis Bonaparte Aralık 1951'de bir saray darbesinin ardından imparatorluğunu kurar. Burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelede bir siyasi denge halinin ortaya çıktığı ve farklı burjuva fraksiyonlar arasındaki çekişmelerin sonuca bağlanamadığı bu kriz koşullarında, siyaseten orta sınıftan tutucu köylülüğe dayanan ve lümpen proletaryayı da vurucu sokak gücü olarak örgütleyen Bonaparte, tüm toplumun üzerine çıkmış görünüp özerkleşen devletin iktidar gücünü kendinde merkezileştirir. Marx'a göre, burjuvazinin iktisadi gücünü korumasının bedeli, onun siyasi gücünün Bonaparte tarafından elinden alınmasıdır. Marx bunu şöyle çözümler: "Kendini toplumdan bağımsız kılan bir yürütme gücü olarak, Bonaparte, misyonunun 'burjuva toplumunun' güvenini sağlamak olduğunu hissediyor. Ama bir burjuva takımının gücü orta sınıftır. Onun içindir ki, kendisine, bu sınıfın temsilcisi gözüyle bakıyor, ve bu anlayışla kararnameler yayınlıyor. Ama Bonaparte’ın kendisi bir şeyse eğer, bu, orta sınıfın siyasi etkinliğini kırdığı ve her gün de kırmakta olduğu içindir. Onun içindir ki, kendisini, orta sınıfın siyasal ve edebi gücüne karşı hasım olarak görüyor. Ama, burjuvazinin maddi gücünü korumakla, onun siyasal gücünü yeniden yaratıyor."[2]

Yani, kendine özgü ve olağandışı tarihsel ve toplumsal şartların bir kesişim anında, burjuva devlet aygıtı, hem egemen toplumsal sınıf olan burjuvaziden siyasi açıdan özerkleşmekte, hem de aynı burjuvazinin iktisadi-maddi çıkarlarını korumayı toplumsal açıdan sürdürmektedir.

Marx'ın çözümlemesinden hareket eden Gramsci de, kapitalist düzenin tüm yapısal ögelerini etkisi altına alan ve egemen sınıfın sömürülen ve ezilen sınıflar üzerindeki hegemonyasının çözülmesini getiren derin bir organik bunalım durumunda, böylesi bunalımlardan çıkış yollarından birini “sezarizm” olarak kavramsallaştırır. Gramsci'ye göre, egemen sınıfın alışılagelen biçimlerle yönetememe krizinin üstesinden gelemediği ve hegemonyasını tesis edemediği, sömürülen ve ezilen sınıfların da iktidarı alacak güce ve örgütlülüğe ulaşamadığı koşullarda, düzeni bir felakete doğru sürükleyen bunalımın aşılması hedefiyle üçüncü bir aktör devreye girebilir ve iktidara el koyabilir. Gerici sezarizm, işte bu üçüncü gücün siyaseten tüm toplumsal sınıflar üzerinde hakimiyet kuran geçici iktidarı, burjuva düzenin bunalımına çözüm bulma girişimidir. Üçüncü siyasi aktörün devlete bu biçimde müdahalesi, kendilerine çaresizce bir kurtarıcı arayan egemen sınıf unsurları içinden de hemen destek bulabilir. Buna karşın, iktidara el koyan siyasi lider, hem burjuva toplumu bunalımdan kurtarmaya girişir ama hem de devlet yönetimini burjuvaziden özerkleştirir. Gramsci aslında burada, Mussolini'nin İtalya'da faşist diktatörlüğünü inşa edişini analiz etmektedir.[3]

Türk egemen sınıflarının ve Türk burjuva devletinin bir türlü aşamadığı, neredeyse kesintisizce çeyrek yüzyıla yayılan ve gitgide derinleşen, ömrü bir asra yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kolonlarını yiyip eriten, son olaraksa darbe ve karşı-darbe döngüsü doğuran yapısal rejim krizi olanca sarsıcılığıyla halen orta yerde durmaktadır. İflas eden burjuva değişim programı da rejim krizine çare bulamamıştır. Emperyalist küreselleşmenin sonuçları ve kapitalizmin varoluşsal kriz dinamikleri, ABD'nin dünyasal politik hegemonyasının sarsılmasına ve dolayısıyla emperyalizmin güdümündeki bazı devletlerin politik manevra sahasının genişlemesine yol açmıştır. Üstelik Arap devrimleriyle başlayıp emperyalist müdahalelerle devam eden Ortadoğu'nun politik altüst oluş sürecinin kaotikliği, Erdoğan'ı dünkü efendisine kafa tutan hamleler yapmakta cesaretlendirmiştir. Ayrıca Türk burjuva devletinin kuruluşundan ve M. Kemal diktatörlüğünün yapılanışından miras kalan siyasi iktidar geleneği, yani Türkiye'de modern devletin askeri ve sivil yüksek bürokrasinin siyasi iktidar tekeline dayalı örgütlenme ve burjuva sınıfla bu temelde siyasi ilişkilenme tarihselliği, şimdi diktatör Erdoğan'ın işine yaramaktadır. Burjuva bürokrasisinin tarihsel iktidar tekelinde yaşanan dönüşüm, burjuva siyaset esnafının kendine özgü zümre çıkarlarının peşinde koşmasına nispeten elverişli bir alan açmıştır.

Türkiye'de esasen orta sınıflara dayanarak yükselen, yükseldikçe hem sermaye oligarşisinin sözcülüğüne soyunan ama hem de kendi ardındaki sermaye kesimini alabildiğine palazlandıran, o arada emekçilerin ve ezilenlerin özgürlük özlemlerini de “demokrasi” vaatleriyle yedekleyip tabanını büyüten, Batılı emperyalizmi kritik eşiklerde yanında bulan, böylelikle adım adım gerçek iktidar gücüne erişen bir burjuva düzen partisi, vardığı politik yol ayrımında, yukarıda belirtilen koşullar altında Batılı emperyalizmle ve Türk sermaye oligarşisiyle siyaseten çatışmalı bir kulvardan yürüme imkanlarını görmüştür.

Faşist politik islamcı diktatör, devlet aygıtında edindiği mevzilere ve elbette lideri askeri darbeye karşı aktif biçimlerde savunan kalabalık bir yığının desteğine dayanarak, şimdilik bu yolda ilerleme gücünü kendinde bulmaktadır.

Fakat, ne bugünkü dünya 1850'lerin dünyasıdır, ne de bugünkü Türkiye 1850'lerdeki Fransa'dır.

Faşist politik islamcı şefin siyaseten Batılı emperyalizmle mesafeyi açması ile Türkiye'nin Batılı emperyalizmin bir mali-ekonomik sömürgesi oluşu arasındaki onulmaz çelişki kendi hükmünü icra etmektedir. Mali-iktisadi bağımlılığın gerektirdiği türden siyasi bağımlılık ilişkilerinden uzaklaşmak ve ama aynı mali-iktisadi bağımlılık toprağına basmaya devam etmek, Erdoğan diktatörlüğünün son derece kırılgan bir politik ve ekonomik temele dayandığının ifadesidir. Örneğin, liderin taraftarlarını yastık altındaki dövizleri bozdurmaya yöneltmeyi başarmasının, uluslararası ve içsel ekonomik ilişkilerden türeyen döviz kuru krizini önlemeye hiçbir şekilde yetmeyeceği açıktır.

Aynı kırılganlık, Erdoğan diktatörlüğünün Türk sermaye oligarşisiyle siyasi ilişkilerinin seyrinden de besleniyor. Faşist politik islamcı şefi destekleyen ve AKP hükümetleri süresince semirmiş olan, 15 Temmuz'un ardından el konulan Gülenci sermayeyi de mideye indirmeye başlayan sermayedar kesimi, TÜSİAD'çı sermaye oligarşisiyle gerek mali-ekonomik açıdan gerekse dünya tekelleriyle ilişkiler boyutuyla boy ölçüşebilecek güçte olmaktan hayli uzaktır. Ve sermaye oligarşisiyle arasında büyüyen her çelişki, faşist saray diktatörlüğünün altını oymaktadır.

En önemlisi ise, faşist politik islamcı şef, rejim krizinin çözümü doğrultusunda sonuç alıcı hiçbir politikaya sahip değildir. O, tıpkı 1990'ların sömürgeci faşist “ez ve çöz” politikası gibi, Kürtleri, Alevileri, işçileri, kadınları ve gençleri, devrimci ve demokratik güçleri faşist devlet terörüyle bastırıp sindirme çizgisinde ısrar ediyor. Öyle ki, bu çizgi üzerinde MHP'yle buluşuyor, dün kendisini devirme girişiminde bulunmakla suçlanıp hapsi boylamış kontrgerillacıları bu çizgide tekrar işe koşuyor.

Ve Devrimci İmkanlar

Başkanlık referandumu, emekçileri ve ezilenleri politik özgürlük için cepheleştirmenin bir uğrağı, faşist politik islamcı diktatöre karşı direniş sürecinin bir safhasıdır. Ezenler ile ezilenler, sömürenler ile sömürülenler arasındaki mücadelenin bir politik muharebe anıdır. Dolayısıyla şimdi devrimci taktik bakış, tüm dikkatini, referandumda Erdoğan'ın başkanlık modeli zorlamasını yenilgiye uğratacak bir çoğunluk sonucu çıkmasının ve halkçı demokratik nitelikte bir hayır cephesinin bu sonucun motoru olmasının imkanlarına yöneltmelidir.

Ulusal statü talebinde direnen Kürt özgürlük hareketi, silahlı eylemleriyle, hem Kürdistan kent ve kırlarında, hem de Türkiye metropollerinde, inkarcı sömürgeci saray diktatörlüğüne karşı direnişin en büyük gücü durumundadır. Rojava devriminin engellenemeyen gelişimi, Cerablus işgalinden de beklediği sonucu halen alamayan inkarcı sömürgeciliğin kabusu oluyor. Türkiye'de devrimci durum sürüyor. Geriye çekilmiş geniş antifaşist kitleler arasında mücadele dinamikleri kor halinde içten içe yanmaya devam ediyor, çocuklara tecavüzü yasallaştırma tasarısını püskürterek OHAL-KHK saldırganlığında ciddi bir gedik açan kadın özgürlük mücadelesi örneğinde olduğu gibi parlamak için adeta fırsat kolluyor. Demokratik Alevi hareketinin istemleri canlılığını koruyor. Binlerce yöneticisi tutsak alınan HDP'nin sesi kısılmış değil. HBDH faşizme karşı direnişi büyütme kararlılığı taşıdığını sözüyle ve pratiğiyle ortaya koyuyor. Bütün bunlar, referandum muharebesinde devrimci taktiğin temelleneceği başlıca devrimci imkanlardır.

Bu devrimci taktiğin ilk halkası, tarihi Haziran ayaklanmasının ve 7 Haziran seçim zaferinin kitle tabanı ile Erdoğan diktatörlüğünden hoşnutsuz emekçi ve ezilen yığınları aynı saflarda birleştirmektir. Emekçi sol parti ve gruplar, Kürt ulusal demokratik hareketi, demokratik Alevi hareketi, kadın özgürlük mücadelesi, demokratik gençlik hareketi, mücadeleci işçi-emekçi örgütlenmeleri, demokratik haklarını isteyen ulusal topluluklar, kalpleri özgürlükten yana çarpan onurlu aydın ve sanatçılar halkçı demokratik hayır cephesinin ilk elden oluşturucu güçleri olarak sıralanabilir. Böyle bir hayır cephesinin merkezinde, açık ki, HDP duracaktır. HDK-HDP formundaki birleşik kitle cephesi, referandum muharebesinde kendisini emekçilerin ve ezilenlerin hayır cephesine genişletecektir.

Halkçı demokratik hayır cephesi, "Demokrasi İçin Birlik", "Barış Bloku", "Emek ve Demokrasi Güçleri Birliği" gibi esasen sembolik siyasi etkinliği olan ve militan direniş pratikleri geliştirme iddiası bulunmayan oluşumları ileriye doğru itecektir. Kuşkusuz ki mesele, kağıt üzerinde en fazla sayıda temsiliyeti listelemek değildir. Mesele, odağında faşist politik islamcı diktatöre karşı savaşım kararlılığı duran ve gücünü eyleminden alan, kapsayıcı ama mücadeleci bir cepheleşmeyi meydana getirmektir. Savaşım kararlılığı ve iddiası daha sınırlı olan demokratik kesimlerinse ancak kararlı bir birleşik direnişçi odağın etrafında kümelendirilebilecekleri açıktır.

Türkiye ve Kürdistan'ın tüm parçalı demokratik potansiyelini hayır cephesinde bir araya getirme politikası, faşist politik islamcı diktatörlük ile farklı ulus ve inançlardan halk yığınları arasında belirmiş güncel çatlakları değerlendirip politik ayrışmayı körükleme görüş açısını mutlaka taşımalıdır. Buradan bakıldığında hemen görülecektir ki, 1 Kasım seçimlerinde yine AKP'ye oy vermelerinin ardından Cizre veya Sur'da karşılaştıkları tarifsiz yıkımla sarsılan dindar Kürtler, toplumsal yaşamın dinselleştirilmesine tepki duyan laiklik hassasiyetli Türkler, ekonomik kriz yönlü gidişatın borç ve iflas tehdidi altında olan Türk esnaflar ya da işsizlik ve sefalet yükünü sırtında hisseden Türk işçiler, Ortadoğu'daki sömürgeci işgalin mal olduğu can kayıplarının acısını çeken veya bölgesel bir savaş felaketine uğramaktan kaygıya kapılan Türk-Sünni emekçiler hayır cephesinin önemli yığınsal bileşenleri olmaya adaydır. Erdoğan diktatörlüğünden tedirginlik ve memnuniyetsizlik duyan ama referanduma karamsar bir kayıtsızlıkla yaklaşan kesimler de bu cephenin kapsama alanında olacaktır.

CHP'den ve kemalist ulusalcılardan MHP'li iç muhalefete, sermaye oligarşisinin bir bölümünden ABD ve AB emperyalistlerine değin farklı burjuva karşıdevrimci odakların referandumda hayır tutumu alacakları görülüyor. Bu demektir ki, hayır tutumunda nesnel olarak birbirlerine paralel konumlarda duran burjuva karşıdevrimci çizgi ile halkçı demokratik çizgi arasındaki politik hegemonya mücadelesi büyüyecektir. Bu hegemonya mücadelesinin politik kutupları CHP ve HDP'dir. Her hegemonya mücadelesinin asıl hedefi yığınları kazanmaktır. Ve burada da esas sorun, bağrında diktatöre hayır eğilimi mayalanan yığınları politik bakımdan kimin kazanacağıdır.

Dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla HDP'li vekillerin esir alınmasına çanak tutan, Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı soykırımcı saldırganlığın payandası olan, Cerablus işgaline ve sömürgeci savaş siyasetine alkış çalan, Erdoğan tapınıcısı “Yenikapı ruhu”na kendini eklemleyen, faşist OHAL kararına oy veren CHP'nin, her belirleyici politik momentte saray cuntasını destekleyerek faşist başkanlık modeline doğru gidişin siyasi sorumluluğuna ortak olduğu, halklarımız nezdinde büyük bir ısrar ve çeşitlilikle propaganda edilmelidir. Zira CHP'nin bu defa da, diktatör Erdoğan'a karşı biriken demokratik tepkileri burjuva karşıdevrimci siyaset yelkenlerini şişirmek için kullanmasını ve düzen içi kanallarda kötürümleştirmesini engellemenin başka bir yolu yoktur. Halkçı demokratik hayır cephesinin bütün bir hayır yelpazesine damgasını vurması ve karşıdevrim kampındaki iç çelişkileri de dolaylı yedek olarak kullanmayı başarması, bir bakıma, politik hegemonya mücadelesindeki devrimci başarıyla eşanlamlıdır.

Halkçı demokratik hayır cephesinin potansiyel güçleri arasında yer alan emekçi sol hareketin kimi bileşenlerinde yeniden güncellenen CHP'yle ittifak arayışları, referandum muharebesinde emekçileri ve ezilenleri cepheleştirmenin önemli bir zaaf noktasıdır. Gerçek şu ki, 15 Temmuz'un hemen ertesinde Erdoğan'ın yüzünü Dolmabahçe mutabakatına dönebileceği ve burjuva-demokratik uzlaşı çizgisine gelebileceği beklentisi ile referandum sürecinde CHP'nin yüzünü halklarımıza dönebileceği ve burjuva-demokratik mücadele çizgisine oturabileceği beklentisi aynı madalyonun iki yüzüdür. Dahası, faşist politik islamcı diktatörlüğe sarsıcı politik ve moral darbeler indiren askeri eylemleri kınama yarışına girmek, her fırsatta ve giderek faşist psikolojik savaşa yedeklenme batağına düşecek bir içerik ve söylemle silahlı direnişten uzak olduğunu ilan etmek, Kürt özgürlük hareketine alabildiğine mesafeli durmak, böylelikle faşist devlet terörünün hedef tahtasına yerleşmeyeceğini sanmak ve halk yığınlarının en geri bilinç biçimlerine yaslanmak da emekçi sol hareket bünyesindeki söz konusu zaaf noktasının bir başka tezahürüdür. Referandumda başarıya koşacak bir demokratik hayır cephesine hiçbir şekilde hizmet etmeyecek bu tür politik tavırlarda kendini gösteren bu zaaf gene ancak politik hegemonya mücadelesinde yol almakla giderilecektir.

Bugünkü koşullarda, en yaygın demokratik tepkiyi açığa çıkartıp saflaştıracak, işçi sınıfı ve tüm ezilenler nezdinde antifaşist direnişi somutlaştıracak politik eksen diktatöre karşıtlıktır. Özgürlük, adalet ve halklara eşitlik mücadelesinin bütün muhtevası, referandum muharebesinde "Diktatöre Hayır" şiarında yoğunlaşacaktır. Halklarımızın sorun, talep ve özlemlerinin "Diktatöre Hayır, Rüşvet Ve Hırsızlıkların Hesabını İstiyoruz", "Diktatöre Hayır, Halklara Barış", "Diktatöre Hayır, İnançlara Özgürlük", "Diktatöre Hayır, Kadına Şiddete Son", "Diktatöre Hayır, Özerk Demokratik Üniversite", "Diktatöre Hayır, Basına Özgürlük", "Diktatöre Hayır, Herkese İş Güvencesi" gibi sloganlarda yankılanması, birleşik ve güçlü bir demokratik hayır cephesi inşasının ifadesi olacaktır.

Faşist politik islamcı şefin çoktan gündelik kıldığı kitlesel tutuklama terörüyle HDP'yi referandum sürecinde de etkisiz ve iradesiz bırakmayı amaçladığı, dizginsiz faşist zorbalıkla demokratik kitle hareketlerini tamamen bastırmaya kilitlendiği, faşist seferberlik çağrısıyla yarı-askeri yığınsal çetelerini hızla teşkilatlandırdığı koşullarda, muzaffer bir hayır cephesi ancak en kararlı direniş pratikleri üzerinde yükselecektir. Diktatörün 1 Kasım seçimleri kesitinde faşist katliam ve provokasyonlar dizisiyle oluşturduğu politik atmosferin sertliği, referandumda yenilgi alma tehlikesi arttığı oranda pervasızlaşarak tırmandıracağı karşıdevrimci şiddetin hangi düzeye varabileceğine işaret ediyor. Buna karşılık, yine 1 Kasım seçimlerine doğru HDP'de baskın çıkan ve direnişçi kitle dinamiklerini edilgenleştiren oportünist çizginin sandıkta da başarıyı düşürmesi gerçeği, referandum sürecinde, hele de HDP'nin en mücadeleci bölümünün tutsak edildiği ve en kararsız bölümünün böylece kendine ekstra alan bulduğu bir durumdayken, kitlelere güven ve cesaret aşılayan tarzda militan ve öncü bir devrimci duruşun gerçek bir politik başarı için ne denli hayati olduğunu gösteriyor.

Halkçı demokratik hayır cephesi emekçi semtlerinde, işçi havzalarında, köylerde, üniversite kampüslerinde, liselerde, yani yerel düzlemde birleşik direniş komitelerine dayandığı ölçüde emekçilerin ve ezilenlerin mümkün olan en yaygın direniş ağını geliştirecektir. Tersinden söylenecek olursa, birleşik direniş komiteleri, referandum sürecinde hem kendilerini hem de bu sayede direnişçi hayır cephesinin yerel ayaklarını inşa edecektir.

Halkçı demokratik hayır cephesi ne kadar güçlenirse, diktatöre karşı halk direnişinin yeni bir eşiği aşıp faşizmi kavuran bir yangına dönüşümü o kadar yakınlaşacaktır. Hayır barikatının gücü, onun yalnızca kitleselliği ve yaygınlığıyla değil, aynı zamanda direngenliği ve kararlılığıyla ölçülecektir. Ve bu güç faşist politik islamcı diktatörün tüm pervasız saldırganlığına rağmen referandumdan hayır sonucunu koparıp almayı başardığında, bu büyük siyasal-moral kazanım birleşik devrimimize muazzam bir itilim sağlayacaktır. Bu politik muharebede elde edilecek zafer, yapısal rejim krizini alabildiğine ağırlaştırmakla kalmayacak, halklarımızın saray faşizmine karşı kitlesel mücadelesinin sıçramalı gelişimini de beraberinde getirecektir.

Referandumun resmi sonucu Erdoğan'ın başkanlığını onaylayan bir evet ağırlığına bağlansa dahi, esasen faşist devlet terörüyle alınabilecek böyle bir sonuç da Türk burjuva devletinin varoluşunu sorgulatan rejim krizinden silkinip kalkmaya yetmeyecektir. Üstelik halkçı demokratik hayır cephesinin yükselişi, faşist politik islamcı diktatöre karşı devrimci-demokratik mücadelenin yaslanıp ilerleyebileceği yeni direniş mevzileri yaratmış olacaktır.

Bunların ötesinde, faşist saray cuntasının referandum sandığından taşacak bir hayır çoğunluğunu otomatikman tanıyacağını ve başkanlık zorlamasından vazgeçeceğini beklemek, politik özgürlük uğruna mücadele sahnesinde sadece yasal-parlamenter sınırlar dahilinde yer alabilen oportünist-reformist aklın bu en sert politik koşullardaki uyuşmuşluğunun ürünü olabilir ancak. 7 Haziran seçimlerinin sonucunu yırtıp atan diktatör Erdoğan'ın, bu kez de kendi lehine tamamlanmayan referandumun sonucunu yırtıp atmak isteyeceğine kuşku yoktur.

Özcesi, referandumda emekçileri ve ezilenleri cepheleştirerek örülecek halkçı demokratik hayır barikatı başarıya ulaştığında, bu, dikatatöre direnişin nihayete erişini değil, yeni bir basamağa çıkışını simgeleyecektir. O yeni basamağın anlamıysa, diktatörü tahtından indirecek olan antifaşist birleşik direniş güçlerinin saldırı durumuna geçişidir.

Dipnotlar

1-Karl Marx, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Sol Yayınları, 1990, s. 137

2-Age, s. 148

3-Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Onur Yayınları, 1986, s. 140-146

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi