Alevi Sorununda Bir Eşik

Aleviliğe ve demokratik Alevi hareketinin (DAH) taleplerine dair güncel tartışmalar önemli bir eşiğe işaret ediyor. Bilhassa cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesine dair mücadeleler ve devletin tutumunu yansıtan gelişmeler bir eşiğe dayanmış görünüyor.

Devletin cemevlerine karşı tutumu Diyanet’in “İslamiyetin tek ibadet yeri camidir; Aleviler de Müslümandır, o halde Alevilerin tek ibadet yeri camidir; cemevleri ibadethane değildir” biçiminde özetlenen fetvasına dayanıyor.

CHP’li vekil Hüseyin Aygün’ün mecliste açtığı cemevleri tartışmasına verilen resmi yanıtta ve Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin, cemevlerini ibadethane olarak kabul eden yerel mahkeme kararını bozma gerekçelerinde bu devlet zihniyeti bir kez daha esas alındı.

Keza Hüseyin Aygün’ün mecliste açtığı tartışmayı mahkemeye taşıması sonrasında, mahkemeye sunulan TBMM Başkanlığı savunmasında da aynı zihniyet, “Anayasa, ilgili kanun hükümleri ile bu konuda daha önce açılmış bulunan davalarda mahkemelerin vermiş olduğu kararlar” ile desteklendi.

Aslında bu tablo bile tek başına, devletin bütün kurum ve kuruluşlarıyla, resmi ideolojisi ve davranışlarıyla aldığı pozisyonu ele vermektedir. Keza Alevi sorununun ne denli köklü bir konu olduğunu da gösterir.

Öte yandan da bu tartışmalar kaçınılmaz biçimde cemevleri bağlamından çıkıyor. Daha köklü bir soruyu su yüzüne çıkarıyor: “Aleviler, Müslüman mı, yoksa kendine özgü ayrı bir inanca mı mensup?”

2012 yılının ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan cemevi tartışmaları ve yürütülen mücadeleler dönüp dolaşıp bu soruya dayandı.

Aslında Alevi sorununun demokratik talepleri karşısında devletin yaklaşımı bu soruyu hep içerisinde taşıyordu. Devlet, Aleviliğin İslam’ın dışında bir inanç olarak tanımlanması durumunda Alevi hareketini baskı altına almak için bu argümanı sık sık gündeme getirdi. Hala da aynı vurguyu yapıyor. Böylece geleneksel kaygı ve korkulara hitap edip, hem Alevilerin içinden hem de toplumun genelinden gelecek tepkilerle “ayrılıkçılığı” tecrit edecek.

Alevi hareketi bakımından bu konu enine boyuna tartışılmış değildir. Aleviler arasında bir fikir birliğinden de söz edilemez. O sebeple, aslında hiç de yeni olmayan bu tartışmalar, düne kadar bu noktaya vardırılmıyordu. Bu söylemle bastıran, Alevi toplumu baskı altına alan taraf devlet oluyordu. Aleviler, bu noktaya kadar tırmandırmıyordu. Ancak bugün bu konu, her yeni gündemle beraber yeniden tartışılan temel bir mesele haline geliyor. Üstelik Alevi sorununun hangi talebi dille getirilirse getirilsin, konu dönüp dolaşıp, Aleviliğin tanımlanmasındaki bu güncel ve kritik soruya dayanıyor. Başka bir deyişle, tek tek talep üzerinden başlayan tartışmalar ve siyasi gerilimler gelip bu noktada düğümleniyor. Alevilik İslam’ın içinde mi dışında mı?

Şimdi öyle görünüyor ki, Aleviliğe dair her tartışma ve mücadele gündemi, dayandığı bu sınırdan öteye gidebilmesi için bu düğümü çözmelidir. Gerek devletin ve hükümetin zorlamaları, gerekse Alevi toplumunun ileri çıkan siyasi gerilimi ve kolektif motivasyonu bu düğümün çözümünü gündeme getiriyor. Çünkü bu eşik, Alevi sorununda taraf olan her kesimin ve anlayışın karşı karşıya geldiği, siyasi ve toplumsal gerilimlerin üzerine bindiği ve günden güne biriktiği fay hattını oluşturuyor. Aleviler ve devlet bu hattın üzerinde gittikçe daha sık karşı karşıya geliyorlar.

Ayrıca bu durum Alevi kimlik mücadelesinin ve inşasının da kritik konularından biridir. Aleviler cephesinden de bu konunun tartışılmasının zamanı gelmiş, koşulları ve zemini olgunlaşmıştır. Bu yüzden bu konu hassas olduğu kadar tarihi bir öneme de sahiptir. Aynı sebeplerle, artık etrafından dolaşmadan dolaysız biçimde tartışılmalıdır.

Bu konu üzerinden yürütülen mücadele ve çatışma iki farklı psikolojik gerilimi ve siyasi hedefi temsil ediyor: Aleviler bu konuyu gündeme getirdiklerinde siyasi, inançsal ve psikolojik kopuş değeri taşıyor; devletin dayatması ve bastırması ise bağımlı hale getirme ve asimile etme.

Bu fay bu gerilimi uzun süre taşıyamaz. Nitekim Aleviler siyaseten ve zihniyet bakımından daha fazla kopuşa doğru gidiyor. Alevi toplumu içerisinde “Alevilik ayrı ve kendine özgü bir inançtır” refleksi politik bir bilince ve tutuma dönüşüyor. Bu meseleden her ne kadar Alevi toplumunda ve DAH içerisinde etraflı bir tartışma yapılmamış, bir anlayış birliği oluşturulmamış ise de süreç bu yönde ilerlemektedir.

Her Alevinin kalben bildiği inandığı ve onayladığı bâtıni yol bilgisi dışarı yansıtılmayan, sır olarak ele alınan inançsal esasları içerir.

Bu yönelimi gösteren ve ön açan son çarpıcı gelişme Almanya’da yaşandı. Avrupa’da daha etkin hak mücadelesi yürüten ve somut kazanmalar elde eden Avrupa Alevi Hareketi Kasım 2012 ortalarında Almanya’nın Hamburg Eyaletinde beş yıllık tartışma ve görüşmelerin sonucunda Aleviliğin Sünni Müslümanlıktan ayrı ve kendine özgün bir inanç olarak tanındığı anlaşma imzaladı. Bu anlaşmayı imzalayanlar arasında Diyanet İşleri, Türk İslam Birliği ve kimi İslami cemaat örgütleri de bulunuyor. Bu gelişmeler birer ön açıcı örnek olduğu gibi, coğrafyamızdaki Alevi toplumunun bilincinin ve siyasi yönelimlerinin doğrudan bir uzantısı ve ifadesidir de.

Tartışmanın Dünü Ve Bugünü

Bu konu hassas ve karmaşıktır. Alevi toplumunun kendi içinde kolaylıkla çözüp aşacağı bir meseledir. Ancak bu bahiste sorun/ortamı bulandıran şey devletin Aleviliği kendine göre tanımlama ve asimile etme gayretidir. Güncel olarak “devletin Aleviliği”ni yaratma çalışmalarıdır. İşte tam da burada “Alevilik İslam’ın içinde mi, dışında mı?” sorusu etrafında bir dün bugün tartışması yapmak yararlı olacaktır.

Osmanlı’dan günümüze devlet nezdinde Alevilik bir sapkınlık olarak tanımlanıyordu. Egemen sınıflar ve iktidardaki İslami yaklaşım Alevileri Müslüman olarak kabul etmezdi. Bilakis İslam düşmanlığıyla bir tutar, “katli vacip” olarak görürdü. Bu anlayışa göre, Aleviler Hristiyanlardan ve Yahudilerden daha kötüdür. Bir Hristiyan tövbe edip Müslüman olabilir ama bir Alevinin tövbesi kabul olmaz; önce Hristiyan (ya da Yahudi) olması, sonra Müslümanlığa geçmesi istenirdi.

Yani devletlerin ve muktedir İslami yaklaşımın, “Aleviler İslam’ın içinde mi, dışında mı?” sorusuna verdiği geleneksel yanıt ve aldığı tavır kesin bir “dışındadır” biçimindeydi. Onlara göre İran’daki Şiilik/Caferilik ehl-i sünnet dışı İslami bir yaklaşımken, Anadolu ve Kürdistan’daki Alevilik İslam dışı bir sapkınlıktı. Bu yaklaşım, söyle ya da böyle 1990’lı yıllara kadar sürdürülmüş; yükselen Alevi siyasallaşması karşısında gerilemeye ve terk edilmeye başlanmıştı.

Alevilik yüzyıllar boyunca sürekli katliamlarla uğramış, baskı ve zorbalıkla yok edilmek istenmiştir. Büyük kitlesel katliamlara eşlik eden asimilasyona maruz kalmıştır. Bu koşullarda Aleviler varlıklarını korumak, inançlarını sürdürebilmek için görünüşte Müslümanlığı kabul etmiş, kendini “Biz de Müslümanız” söylemi altında gizlemiştir. Feodal gerici devlete ve onun resmi görüşü haline gelen inançsal duruşa karşı mücadelesini “İslamiyet” şemsiyesi altında takiyye yaparak sürdürmüştür. Bu İslami söylemleri de olduğu gibi almamış, bozarak ve kendine göre değiştirerek koşullamıştır. Bu dış kabuk, elbette içeriye, Aleviliğin dokusuna da nüfuz etmiştir.

Ancak Alevilerin kendilerini Müslüman olarak tanımlamaları her zaman biçimsel ve görünüşte kalmıştır. Alevilerdeki bu yaklaşım da -daha öncesi olmakla birlikte esasen ‘90’lı yıllarda sorgulanmaya başlanmıştır.

“İslam’ın içi-dışı” tartışması Alevi örgütlerinin gündemine, dolaylı da olsa, ilkin 1998 yılı sonlarında girdi. AB komisyonunun 1998 Kasım’ında yayınladığı Türkiye İlerleme Raporunda Aleviler “Sünni olmayan Müslüman azınlık” olarak tanınmıştı. Bu coğrafyada, resmi ideolojinin mantığıyla “gayrimüslim” ve toplumsal tecrit algısı yaratan “azınlık” kavramı Alevi örgütler içerisinde tartışmalara yol açmıştı. Diyanet ve devleti ise aynı konuda “Aleviler AB sürecini istismar ediyor” diye refleks göstermişti.

Bu dönemin tartışma tablosu hayli ilginçtir. Avrupa’daki Alevi örgütleri kitlesi bu “azınlık” kavramına karşı çıkmazken, bunu Avrupa’daki Aleviler lehine bazı hakların kazanımı için olumlu bir ifade ve olanak olarak gördüler. Bu coğrafyadaki örgütler bu tanımdan ve içerdiği “gayrimüslim” imasından huzursuz oldular. (“Müslüman azınlık” denmesine rağmen, azınlık lafı baskın geldi.) Bu huzursuzluğun ilk tetikleyicisi şüphesiz kendilerine yönelecek büyük tepkilerdi. Zira ne Aleviler bu meseleleri kendi içlerinde tartışabilmişlerdi, ne de geniş toplumsal kesimlerin geleneksel tepkileri ve önyargıları o koşullarda bunun açıkça tartışılmasına müsaade edebilirdi.

Devlet ve diyanet cephesi de o döneme kadar böylesi bir tartışmaya hazır değildir. “İstismar” tartışması yapmakla birlikte “Müslüman azınlık” tanımının Alevileri ve Kürtleri yeni bir kimlik ve statüye taşıyacağı kaygısı ile hareket etti. Azınlık kavramını yine bire bir gayrimüslimlikle eş tutarak tartıştı. Alevilerin ve Kürtlerin azınlık olmadığını savundu. Bir anlamda Müslümanlık tanımı altında Alevileri (ve Kürtleri) yok saymak anlamına gelen devletçi tutumunu sürdürdü. Alevilere karşı “Müslümanlık” vurgusu bu dönemden itibaren resmi söylemde öne çıkmaya başladı.

Bu tartışmada Aleviliği Türk-İslam anlayışıyla ele alıp devlete ve diyanete yamamaya çalışan kesimler karşı atağa geçtiler. Bilhassa “azınlık” tanımına tavır aldılar. “En hakiki Müslüman biziz” vurgusuyla diyanette ve devlet nezdinde kendilerine alan açmaya çalıştılar.

Ancak Alevi kimlik mücadelesi ve toplumsal kimliğin yeniden örgütlenmesi gelişip olgunlaştıkça saflar netleşti. Alevi sorunundaki hegemonya mücadelesi demokratik, ilerici, emekçi dinamiklerin lehine gelişti. Alevilik, artık kapalı bir inanç da değildir; inanç esasları açıktan ve geniş biçimde gün yüzüne çıkıyor, tartışılıyor. Keza Alevi toplumu da yerel ve parçalı yapısını aşmaya başlamış, Alevilerin bütün çeşitliliğini kapsayan bir kimlik inşası ile zengin bir toplumsal kaynaşma süreci yaşıyordu. Aleviliğin inanç esasları daha bütünlüklü biçimde kavranıyor; Aleviliğin inançsalı tarihsel gelişimi daha net ortaya konuyordu. 2000’li yıllarda iyice gelişen DAH ve Alevi toplumunda yükselen siyasi ve toplumsal bilinç Aleviliği kendi tarihsel toplumsal dinamikleri ve inançsal esasları ile tanımlamada derinleşirken, İslam’la sınırlamaya çalışan anlayışlardan ve tanımlamalardan uzaklaşmaya başladı.

Diyanetin ve devletin tutumu 2000’li yıllarda geriledi. Aleviliği ve Alevileri yok sayan yaklaşım, şimdi Alevilerin varlığını kabul ediyor, ama inanç kimliği olarak Aleviliği yok saymayı sürdürüyor. “Aleviler Müslümandır” hattında duruyor. Cemevlerinin ibadethane olduğu gerçeğini inkâr etmek başta gelmek üzere Alevi taleplerine karşı çıkmaya devam ediyor. Aleviliği İslam’ın katı sınırlarına hapsedip devlete bağlama konusunda ısrarlarını sürdürüyor.

Devletin bu yaklaşımının birkaç amacı var. Devlet ve kurumları, Alevilerdeki kopuşun önüne geçmeye çalışıyorlar. Bu kopuşu yaratacak anlayışları ve kesimleri sindirmek, marjinalleştirmek, Alevi yığınları üzerindeki hegemonya mücadelesindeki işbirlikçi Alevilerin ve Türk İslamcı tezlerin önünü açmak; Alevileri devlete ve diyanete bağlayıp asimilasyonu derinleştirmek, bu amaçlardan belli başla olanlarıdır. Görülüyor ki, bu hesaplar tutmadı, tutmuyor.

İlk dönemlerde Aleviler arasında görülen kafa karışıklıkları, kaygılar ve tereddütler, bugün bütünüyle giderilmediyse de, gittikçe zayıflıyor. Tartışmaların zemini güçleniyor, olgunlaşıyor. Aleviler, Alevi kimliğinin tanımında önemli ve kritik bir soru olan bu konuda da kimliklerinin içeriğine ve tarihsel özelliğine uygun olan bir kopuşa doğru gidiyorlar. Dün tereddütle söylenen sözler bugün yığın desteği almış siyasi bir tavra dönüşüyor. Bu durum önemli bir psikolojik eşiğin aşılmak üzere olduğunu gösteriyor.

İnancın Temeli: Yol-Erkan

Alevilik tek biçimli tek tip, donmuş kitabi katılığa bağlanmış bir inanç değildir. İslamiyetin aksine Alevilikte içtihat kapısı hala açıktır. Onun karakterini özetleyen en iyi ifade “yol bir sürek bin bir” sözüdür. Aleviliğin sürekleri yöreden yöreye, kesimden kesime ve dönemde döneme çeşitlilik gösterir. Aleviliğin içeriğine ve biçimine nüfuz eden yerellik algısı yorum çeşitliği de getirir. Ama Alevilik, yalnızca biri değildir hepsidir. Hepsini bir yapının öğeleri olarak bir arada tutan esaslar vardır Ve Aleviler bunu yol ve erkân (temeller, esaslar) olarak tanımlar. Yine bu inançla, “yol cümleden uludur.”

Alevi toplumu içerisinde Aleviliği Müslümanlığın özü olarak tanımlayanlar, “halk islamı”, “Türklerin İslamiyet yorumlama biçimi” şeklinde tarif edenler var. Buna karşı çıkıp Aleviliği ayrı bir din, inanç olarak tanımlayanlar da mevcut. Bu konudaki tartışmalar toplumun geniş kesimlerinin gündemine, bu açıklıkla, yeni yeni geliyor. Ancak Aleviliğin bütün süreklerini bir ve aynı yola çeken inanç esasları söz konusu olduğunda Alevi toplumunda bir ihtilaf ve farklılık yoktur. Her Alevinin kalben bildiği inandığı ve onayladığı bâtıni yol bilgisi dışarı yansıtılmayan, sır olarak ele alınan inançsal esasları içerir. Bu esaslar bütün Alevilerde ortaktır. Üstelik son birkaç on yılda olgunlaşan Alevi toplumsallaşması, sürekler arasındaki ince, geçirgen zarları eritmeye, yerellikleri aşmaya ve yolun esaslarıyla yeniden örgütlemeye başlamıştır. O halde bu tartışma da Alevi bütünlüğünü temsil eden yolun esasları üzerine bina edilmelidir. Yoldan çıkmadan, onun kılavuzluğundan ayrılmadan sürdürülmelidir.

“Biz Mezhep Bilmeyiz, Yolumuz Vardır”

Aleviliği İslamiyet’in içinde görenler, İslam’la ilişkisinde Aleviliğin konumunu “mezhep” olarak tanımlıyorlar. Ama Sünni ilahiyatçıların çoğu “tarikat” tanımını daha uygun görüyor. Ancak Alevilik söz konusu olduğunda, bu iki kavram da yetersiz ve sorunludur.

Sünni İslam, kendi içerisinde var olan yorum farklılıklarını “mezhep” ya da “tarikat” biçimde sınıflandırır. Ancak bu farklılıkların arka planında hepsi için değişmez kabul edilen kurallar ve şartlar vardır; dinin temeli olarak Kur’an ve hadisleri esas almak, şeriat olarak tanımlanan İslam’ın emir ve yasaklarını kabul etmek, ilk dört halifeyi meşru görmek gibi. (Bu sonuncusu bir kriter/şart olmaktan ziyade ortak özellik olarak kaydedilmelidir.)

Ayrıca Sünni İslami gelenekte mezhep denildiğinde ilk akla gelenler, İslam hukukuna ilişkin yorum farklılıklarıyla birbirinden ayrılan Hanefilik, Şafilik, Malikilik ve Hanbelilik’tir. Aleviler mezhep olarak anılmaz.

Tarikat kavramı ise biraz daha esnek ve geniştir. Tarikat, İslam’ın emir ve yasaklarını kabul etmek gibi temel şartları yerine getirirken, bâtıni, tasavvufi yorumları da kapsayan bir sınıflandırmadır. Bu tarzda örgütlenmiş cemaatleri de meşru sayar. Bu şartların ve sınırların dışında kalanları gayri meşru, gayri İslam olarak görür Bu sebeple, içerdiği bâtıni yorum ve felsefi tasavvufi özellikler nedeniyle Alevilik, İslami ilahiyatçılar tarafından bir mezhep olarak görülmez; tarikat demeye meyillidirler. Nitekim Alevilik ile İslami tarikatlar arasında tasavvufi öğeler ve özellikler bakımından benzerlikler de olunca, İslami çevreler Aleviliği bir mezhepten ziyade bir tarikat gibi tanımlamayı daha uygun buluyorlar. Bilhassa Aleviliğin bir kolu olan ve geleneksel tarikat örgütlenmesiyle karakter kazanan Bektaşilik bu tanıma zemin yapılıyor.

Ancak bu tanım da Aleviliği kavramakla ve açıklamakla yetersizdir. Her şeyden önce Alevilik İslam’ın bir mezhepte veya tarikatta şart koştuğu veya ortak özellik olarak aradığı asgari esasları kabul etmez. Keza İslam şeriatının kimi emir ve yasaklarına uyulması da beklenemez. Ayrıca İslami esaslara uygunluk bakımından meşru görülen tarikatların ibadetleri ile Alevilerin ibadetleri, ibadet mekânları ile bunların biçimi ve içerikleri de farklıdır; birbirleriyle bağdaşmaz. (İslami tarikatların esas ibadetleri namazdır ve cami veya mescitte ibadet ederler; dergâhlarda zikir ve ayin yaparlar. Alevilerin esas ibadetleri cemdir ve cemevlerinde yapılır. Aleviler camiye gitmez, namaz kılmazlar.)

Öte yandan Alevilik, örgütlenme biçimi bakımından da bir tarikata hiç benzemez. Alevilerdeki dede ocakları, örgütlenmesi, pir-mürşit-talip ilişkileri kurulan sosyal, dinsel ilişkiler ve bunlara denk düşen toplumsal örgütlenme ve hukuk, İslam’ın tanımladığı tarikat ve mezhep yapılanmalarına benzemez ve ona indirgenmez. Alevilik çok daha geniş çaplı ve derinlikli bir toplumsal-inançsal örgütlenmeye dayanır.

Dolayısıyla buradan bakıldığında açık ve net olarak görülmektedir ki, Alevilik İslam’ın tanımladığı ve meşru gördüğü mezhep ya da tarikat kriterlerine uymaz; bu tanımlamalara sığmaz.

Peki, Alevilikteki “yol” tanımı ve vurgusu İslamiyet’in tarikat tanımına denk düşmüyor mu? Kesinlikle hayır! Her ne kadar “tarikat”ın kelime anlamı “yol” ile örtüşüyor olsa da bu bahiste bu örtüşme görünüştedir. Esasta İslami anlamdaki tarikat/mezhep sınıflandırması Aleviliğin “yol” tanımına göre baş aşağı durmaktadır. Şöyle ki, İslamiyet’teki mezhep/ tarikat tanımı, İslam’ın dini esaslarını kabul eden ve onun altında konumlanan kimi siyasi ve hukuki yorum farklılıklarına vurgu yapar. Alevilikteki yol tanımı ise tam tersidir; daha altta parçalı duran, yerel kesimsel, kültürel ve siyasal farklılıkları birleştiren inançsal esasları kapsar. Yani İslamiyet’in esaslarının kendisine bağlı tarikatlar ve mezhepler karşısındaki pozisyonu neyse, Alevilik’te “yol”un ona bağlı sürekler karşısındaki pozisyonu da odur. Kısaca, İslamiyet’in meşru gördüğü tarikat ve mezhepler temel İslami dini hükümlerde birleşirler, hukuki ve siyasi yorumlarla farklılaşırlar. Aleviler ise yerel, sosyal kültürel yaşayışlarına uygun süreklerde çeşitlilik gösterirken, “yol”un tarif ettiği temel inançsal çerçevede birleşirler. O yüzden Aleviler “biz mezhep bilmeyiz, yolumuz vardır” derler. Bu vurguyu aynı zamanda “Yol cümleden uludur” deyişiyle pekiştirirler.

“Halk İslamı” Mı

Bu “yol” ile İslami dini temelin karşı karşıya gelmesi soyut bir mantıksal çıkarım değildir. Tarihsel, sosyal ve inançsal olarak böyle bir karşıtlık zaten vardır.

Alevi inancı yol ve erkân ile tanımlanır ve İslamiyet ile kıyaslanınca bu esas alınmalıdır.

Yine de burada bir parantez açıp bu iki karşıtlığı uzlaştırmayı çalışan yaklaşımlara değinmek gerekir. Alevi yığınları çoğunlukla kendilerini Müslüman olarak tanımlarlar. Ancak onlar da Müslümanlığın görünüşte olduğunu ve şeklen benimsendiğini bilirler. Alevi inancı ve ibadet biçimleriyle İslami inanç ve ibadetler arasında bir örtüşme olmadığının da bilincindedirler; pratikte bunu tatbik ederler ve her somut pratik uygulamada bunu savunurlar. Müslümanlığı şeklen ve görüntü olarak benimsemenin katliamlar ve baskılar karşısında savunma amacıyla oluştuğu, kendilerini gizleyerek korunmak ve yüzeysel İslami söylemlerin altında kendi inançlarını ve geleneklerini yaşatmak için bu yola başvurulduğu artık herkesin kabul ettiği bir gerçekliktir.

Bu yüzden Alevilerin asimilasyonu bir Müslümanlaştırma siyaseti olarak yüzyıllarca sürdürülmüştür. Bugün bu yaklaşım, Türk-İslam senteziyle rafine edilmektedir. Alevi söylemlerin sadece zahiri yönünü de ele alıp onu Yoldan/Erkândan koparan, bâtıni anlamlarından uzaklaştıran yaklaşımlarla Alevilik Müslümanlığın özü yapılıyor: “Esas Müslümanlar Alevilerdir” deniyor. Keza Alevilik için “Türklerin İslamiyeti yorumlama biçimi”, “Türk İslamı”, “halk İslamı” gibi kavramlar da kullanılıyor.

Bu noktada, bilhassa “halk İslamı”, “Türk İslamı” kavramlarına dair bir ayrıma dikkat çekmek gerekiyor. Bu tanımı Alevilik için kullananların mantığı şu: Osmanlı döneminde (Selçuklulardan başlayarak) sarayın ve yöneticilerin İslami yorumu devlet dinini, resmi dini oluşturmuş, oysa Anadolu’da yaşayan halk ise kendine has bir İslam yorumu ile Aleviliği geliştirmiş; resmi/devletlû İslama karşı halk İslamını/Müslümanlığını oluşturmuş...

Bu tespit Sünni İslam inancından halklar ile egemen devlet ve sınıflar arasındaki çelişkileri ve ayrımları koymak için ifade edildiğinde geçerlidir ve doğrudur. Nitekim bugün bu coğrafyada bu tarz sınıfsal ve toplumsal ayrımlar ve çelişkiler gözlenebiliyor. Sünni inancından halklarımız da devletin tanımladığı ve diyanet eliyle dayattığı İslami yaklaşıma karşı duruyorlar. Bu sebeple “halk İslamı” kavramının Müslüman emekçi halklarımız açısından bir karşılığı vardır. (Daha geniş bilgi için bkz. Marksist Teori 6, s. 23, Marksizm-Din-Politika Üçgeninde Bir Tartışma, Serkan Gündoğdu)

Ancak aynı tespit ve tanımlama Aleviler için geçerli değildir ve güncel siyasi karşılığı Aleviliği tanımama ve asimilasyondur. Dolayısıyla “halk İslamı” kavramı kullanılırken bu ayrıma dikkat edilmeli. Alevileri tanımlamak için kullanılmasına itiraz edilmelidir.

Aleviliği İslam’ın içinde ona bağlı alt bir yorum gibi sunan yaklaşımların söylem düzeyinde Aleviler içerisinde etkileri bulunsa da, Alevi inancına dair pratik yaşayışta ve batınî anlamda islami bir karşılığı yoktur. “Biz de Müslümanız”, “esas Müslüman biziz” diyen Alevilerin sürdüğü yol da islami esaslardan uzaktır. Üstelik Alevilerin “Biz de Müslümanız” derken anladıkları ve tarif ettikleri “asıl Müslümanlık” da islami esaslara göre tanımlanan Müslümanlıkla aynı değildir. Bu yüzden Aleviliği islami sınırların içine hapsetmeye, Alevilerin yolunu İslamiyet ile uzlaştırmaya çalışanlar Alevi toplumu içerisinde itibar görmezler, göremezler.

Aleviliğin Yolu Ve İslamın Esasları

“Alevilik İslam’ın içinde midir, dışında mıdır” tartışmasının esas zemini Aleviliğin yolu ile İslam’ın temel dini hükümleri arasındaki ilişki oluşturuyor. Bu bahiste uzun uzun Alevi yolunun içeriğine ve özelliklerine değinmeyeceğiz. Buna gerek de yok. Bütün İslami akımlar için ortak olan ve değişmez kabul edilen temel İslami hükümler Aleviler cephesinden nasıl ele alınıyor, ona değineceğiz.

Ancak buraya geçmeden, kısaca, Aleviliğin inancını oluşturan öğelerin önemli bir kısmının İslamiyet öncesi inançsal, dinsel, mitolojik referanslara ve geleneklere dayandığını Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarında şekillenen Aleviliğin, İslam’ın içinden çıkma bir ayrışma ile oluşmadığını ve bu yönüyle Aleviliğin hiçbir zaman İslami çerçeveyle sınırlanamayacağı geniş bir toplumsal, inançsal tarihsel zeminde ortaya çıkıp geliştiğini belirtelim. Biz bu çok önemli ve temel hususu, buradaki tartışmaya dahil etmeden Aleviliğin İslam’la kesiştiği düşünülen noktalara temas edeceğiz.

İlk olarak belirtelim ki, Aleviler İslam’ın ilk üç halifesini (Ebu Bekir, Ömer ve Osman) meşru görmez, onların halifeliğini tanımaz.

İkinci olarak İslamiyetin bütün hukuki ve pratik uygulamaları toplamda Kur’an hükümlerine ve peygamber sünnetine dayandırılıp, bunu temsil eden şeriat hukuku esas alınırken, Aleviler şeriata uymayı reddederler. Şeriatın zahiri yorumlarını aşan bir yol ve yordam (4 kapı, 40 makam) geliştirmişlerdir. Kur’an’ın değiştirildiğini iddia ederler ve pratikte ona bağlanmaktan imtina ederler. Hadislerin de eksik veya yanlış olduğunu savunurlar. Bu esaslara göre düzenlenen emir ve yasaklara uymazlar; kendilerini bağlamadığına inanırlar, kendilerine özgü bir yol ve öğreti oluştururlar. Yani Sünni ilahiyatçıların dediği gibi “İslam üzere amel etmezler”. Bu yüzden “ehl-i Sünnet dışı” olarak tanımlanırlar ya!

Üçüncü olarak, İslam’ın beş temel şartını da benimsemezler. İslam’ın ilk şartı olan Allah’ın varlığı ve birliği, Alevilerde, İslamcılarda olduğu gibi anlamda bir şey ifade etmez. Aleviler insanı tanrısal bir varlık olarak yüceltirler. “En-el hak” öğretisi Alevilikte özel bir yer edinir. Hatta kimi yerlerde bizzat Ali’yi tanrılaştırırlar. Ayrıca Ali’yi Muhammed’den üstün tutarlar. Miraç söylencesinin Alevi yorumunda Muhammed’in peygamberliğine itibar edilmez, onu bu sıfatla Kırklar Meclisine almazlar: Bu anlayış ve inanışlar İslam’ın ilk şartıyla uyuşmaz. Öte yandan Aleviler Ramazan orucu tutmazlar. Tuttukları 12 İmam ve Hızır oruçları ise İslam’ın şartlarından değildir. Keza Aleviler namaz kılmazlar, camiye gitmezler. Temel ibadetleri ayin-i cemdir ve bunu da cemevlerinde yaparlar. Yüzlerini Kâbe’ye değil, insana dönerler. Cemlerde semah dönülür, sazla deyişler okunur, gülbankler çekilir, ışık ve içki kutsanır ki, bunların hiçbiri İslam’ın kitabına uymaz. Sonra Alevilerde hac ibadeti de yoktur, zekât da.

Dördüncü olarak, Aleviler, İslam’da inanç esaslarından sayılan imanın şartlarına da uymazlar. İslamiyet tanrı merkezli bir dindir ve imanın altı şartı Allah’a, meleklerine, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere inanmak biçiminde belirlenmiştir. İslam’ın Amentüsünü oluşturur. Oysa Aleviliğin yolu insanı merkez alır. İnsanı tanrı katına çıkarır, kâmil insanın ağzından “En-el hak” der. Aleviliğe göre “okunacak en büyük kitap/kuran insandır” Alevi cemlerinin vazgeçilmez bir öğesi olan ve deyişlerle dile gelen saz “telli kur’an” diye anılır. Aleviler ölümden sonraki yaşama inanmazlar; ruh göçüne inanırlar. Cennet ve cehennem bu dünyadadır, ölenlerin ruhları olgunlaşıp tanrıyla bütünleşerek yok olana kadar da don değiştirirler... Yani İslam dininde imanın şartı olarak ifade edilenler Alevilikte tam karşılığını bulmazlar. Alevilikteki anlamları da İslam’a uymaz.

Uzun Lafın Kısası

Bu kıyaslamalar çoğaltılabilir. Ama görülüyor ki, İslami çerçeve Aleviliği içine alacak kadar geniş ve esnek değildir. Aynı şekilde Alevilik İslami sınırlara sığacak boyutta bir mezhep veya tarikat olarak tanımlanamaz. İslamiyetten Aleviliğe geçmiş kimi inançsal motifler, semboller vardır, ancak bu durumda bile aynı kavramlar, olgular ve kişiler, İslamiyette taşıdığı anlam ve değerlerden çok farklı bir karakter kazanmışlardır. Öyle ki, onlar için artık “İslami motif” demek bile onların mevcut içeriğini tanımlamaya yetmez. Tam da bu yüzden, Tayyip Erdoğan’ın “Alevilik, Hz. Ali’yi sevmekse, ben onlardan daha fazla Aleviyim” lafının Aleviler için bir değeri ve anlamı yoktur. Aksine öfke kaynağı olmaktadır.

Üstelik İslamiyet (egemen İslami yaklaşım olarak) yaklaşık bin yıl önce içtihat kapısını kapatmıştır. Katılığını korumakta, esneyememektedir. Oysa Alevilik hala içtihat kapısı açık bir inanç olarak çağın kimi değerleriyle bağdaşma ve uyum becerisi gösterebilmektedir. Donup kalmış ve kitabi katılığa hapsolmuş olanın, değişeni içerebilmesi akla ve doğaya aykırıdır.

Tarihsel olarak Alevilik, bütün özgün yanlarıyla birlikte Anadolu ve Mezopotamya’ya has bir biçim ve içerikle şekillenmiştir. İslam’ın içinden bir kolun ayrışması biçiminde gelişmemiştir. Tam aksine, İslam öncesi ve İslam’la tanınmamış İslamiyet dışı inanç ve toplumsal geleneklerin harmanlandığı, henüz İslamiyeti benimsememiş kesimlerin dışarıdan ve sonradan İslam’la temas ettiği ama bütünüyle iç içe geçmediği süreçlerin ürünü olmuştur. Sonraki dönemlerde de Alevilik değişimini sürdürmüştür. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de Aleviliğin İslamla ilişkileri biçimseldir ve Alevilik İslami sınırlara sığmaz. Bugünkü tartışmalar ve gelinen eşik bu yol ayrımını güncellemiştir.

Bugün, bütün bu temel ve ilkesel konuların üzerinden atlayarak Alevileri Müslüman olarak tanımlamak, eski korkuları hatırlatarak boyun eğdirmek ayrılıkçılık kaygısı oluşturarak hak mücadelesini baskı altına almak artık mümkün değildir. Artık bu eşik aşılmaya başlanmıştır.

Bu konular artık dost meclisinde kulaktan kulağa konuşulmuyor, cümle ayan oluyor. Aleviler son yıllarda kazandıkları siyasal beceri ve örgütlülük düzeyiyle kendi içlerinde de demokratik danışma ve tartışma yöntemiyle bu gerçekliği kolektif bilinç ve iradeye dönüştürecektir, dönüştürmelidir. Son olarak Almanya’da imzalanan ve Türk diyanet işleri temsilciliğinin de kabul ettiği, Aleviliği kendine özgü, ayrı bir inanç olarak tanıyan, statü anlaşması bu bilinç ve iradenin öncü/emsal sonuçlarından, kazanımlarından biridir. Şimdi cemevleriyle başlayıp ısınan tartışmalar, bu daha büyük ve hararetli tartışmayı daha fazla gündeme getiriyor. Yakındır, aradaki perde tamamen yırtılacak ve Alevi kimlik mücadelesinin ve inşasının önündeki bu psikolojik engel de ortadan kalkacaktır.

Alevi toplumunun siyasal mücadelesi ve toplumsal aydınlanması, kendi inançlarını aralarındaki sürek farklıklarını, Müslümanlıkla ilişkisine dair yorum farklılıklarını demokratik yaklaşımla ele alan tavrın egemenliğini pekiştirecek, Alevi sorununun çözümü ve demokratik taleplerinin kazanılmasının yolunu güçlendirecektir. Onları gerçek laikliğin ve özgürlükler mücadelesinin daha kararlı güçleri haline getirecektir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi