İktidarın Yeni Bileşimi Ve Devrimci Taktiğin Yönü

AKP’nin devlet iktidarının belirleyici kesimini ellerine geçirmesi olgusu, emekçi sol hareketin başlıca tartışma konularından birisidir. Bu durumun nasıl gerçekleşebilmiş olduğunun analizi kadar, devrimci strateji ve taktikler bakımından yarattığı sonuçlar da önemlidir. Bu yazıda bu tartışmaya katkı yapmayı amaçlayacağız.

Kimin Partisi?

AKP, hükümete geldiği andan itibaren emperyalist tekellerin, ABD ve AB’nin, keza onların işbirlikçisi Türk tekellerinin politikalarının başlıca savunucusu ve uygulayıcısı olmuştur. Ancak onun dolaysız dayanağı olan sosyal güç, tekelleşmeye yönelen orta burjuva gruplarıdır. Bunlar yaygın olarak “İslami sermaye” ya da “Anadolu kaplanları” gibi isimlerle anılırlar. Geleneksel İstanbul sermayesinden ayrı ve farklı bir kategori oluştururlar. Zira hem, henüz tekelleşememiş olmakla birlikte bu yoldadırlar; hem de cemaatsel bağlara dayanan ticari-ekonomik bağlar geliştirmişlerdir.

Ticari işlemleri mümkün olduğunca kendi aralarında yapmak gibi tekelci bir yönteme sahiptirler ve bu onları bir nevi büyük kartel haline getirir. Tekelleşme yöneliminde onlara bir iç örgütlülük ve piyasada onları koruyan görünmez bir ağ oluşturur. Bu ekonomik ağ, aynı zamanda büyük sermaye gücüne sahip cemaat ve tarikatların varlığıyla da pekişir ve büyür.

Bu orta burjuva grupların “İslami sermaye” olarak adlandırılması birçok Marksist tarafından “sermayenin dini olmaz” formülüyle eleştirilmektedir. Ancak, gerek kendi aralarında kurdukları cemaatsel ticari bağlar, hem de bu patronların işçileriyle kurdukları ilişkide dini etkin bir sömürü aracı olarak kullanması itibariyle; bu gruplar açısından “din”, sermaye birikiminin temel bir unsuru halindedir.(1) Orta burjuvazi, feodal ve yarı feodal ülkelerde “milli burjuvazi” olarak rol oynar. Emperyalistlerin ithalatçısı konumundaki komprador burjuvaziyle ilerici bir çelişme içindedir. Türkiye gibi tekelci kapitalizmin hakim olduğu ülkelerde ise orta burjuvazi emperyalizm işbirlikçisi, gerici ve karşıdevrimci bir sınıftır. Burada orta burjuvazi, tekelci sisteme dahildir. Tekellerin küçük ortağı konumundadır. Tekelleşmek istemektedir. Tekellerle yegâne çelişkisi, onların pazar üzerindeki hakimiyetiyle ilgilidir.

Kayseri-Konya merkezli bu orta burjuva gruplar da, daha 90’lardan başlayarak emperyalist tekellerle dolaysız bağlar kurmuş, onlara entegre olmuştur.

Bu gruplar ilk olarak 12 Eylül yıllarında ve 1983 Özal hükümeti döneminde palazlanmaya başladılar. 28 Şubat öncesinde Refah Partisi’yle ilk hükümet deneyimini yaşayan bu gruplar, bu darbe sürecinden dersler çıkardılar. Türk burjuva devlet iktidarında sınırlı da olsa bir pay sahibi olabilmeleri için “İslam Birliği”, “D-8”, “AB gavurların birliğidir” gibi tezlerin terk edilmesi gerektiği, tersine “dünyayla” (emperyalist dünya pazarıyla) en sıkı entegrasyon ve Avrupa Birliği’ne giriş tezlerinin savunulması gerektiği noktasına geldiler. Henüz sınırlı olmakla birlikte belli bir sermaye birikimi düzeyine ulaşmış, İstanbul, Konya gibi belediyecilik deneyimleri içinde uhrevi maneviyatın dünyevi maddiyatla nasıl kaynaştırılacağı, yoksul Müslüman tabanın nasıl avutulup kapitalist değerlere razı edileceği konusunda deneyim biriktirmiş olan bu kesim, 28 Şubat’ın ardından “ılımlı” bir politik çizgiye yöneldi.

İşte AKP, politik islamcı bayrak altında buluşan ve tekelleşmek isteyen orta burjuva kesimlerin 28 Şubat sonrası koşullarda oluşmuş bu yeni bilincinin ifadesidir.(2) Bu yeni bilinç; büyümek için emperyalist dünya pazarıyla bütünleşmek, bunun için de hükümet-devlet olanaklarından en geniş ölçüde faydalanmak, şeklinde özetlenebilir. Bu amaçla, 28 Şubat’ın iktidardan dışladığı bu sermaye grupları, kendilerine ve politik islamcı harekete devlette yer açabilmek için TÜSİAD’ın “değişim” programıyla bağlantı kurdular ve AKP’yi bu programın siyasi partisi olmaya yönlendirdiler.

Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, tekelleşmeye yönelen orta sermaye gruplarının siyasal figürleri olarak önce Fazilet Partisi’nde muhalefet hareketini, sonra da AKP’yi örgütlediler.

Fethullah Gülen cemaati ise daha darbenin ertesi gününde 28 Şubatçıların kurduğu hükümeti alkışlamaya başlamıştı. Dolayısıyla bu yeni hareket, Gülen cemaatinin siyasi pragmatizmiyle de örtüşüyordu ve onun açık desteğini aldı.

10 yıllık hükümeti boyunca AKP TÜSİAD’ın ve emperyalist dünya tekellerinin programını uyguladı, ancak dolaysızca dayandığı sosyal güç MÜSİAD ve TUSKON’da örgütlenmiş, tekelleşmeye yönelen orta burjuva grupları oldu.(3)

Burjuva Devlette Çift Başlılık (2002-2010)

2001 Türkiye ekonomik krizinin yarattığı ortamda, AKP, hem dindar ve yoksul halk kitlelerinin düzen partilerine öfkesini emen bir mıknatıs, hem de sermaye güçlerinin yaşadığı ağır istikrarsızlığın çaresi olarak baş gösterdi. TÜSİAD 2002 seçimlerinde neredeyse tümüyle CHP’ye destek vermişti. Generaller partisi tehditler yöneltti. Sivil bürokrasi, Erdoğan’a verilen hapis cezasıyla önünü kesmeye yöneldi. Ancak nihayetinde AKP, krizin yarattığı yıkım ortamında büyük bir yığın desteğini arkalayarak galip geldi. Seçim sonuçlarının açıklandığı 3 Kasım akşamı, Erdoğan “İlk hedefimiz Avrupa Birliği” dedi.

AKP, hükümetteki varlığının generaller partisinin 28 Şubatçı müdahaleleriyle etkisizleştirileceğinin ve giderek imkânsız kılınacağının bilinciyle hareket etti. Hükümetinin ilk gününden itibaren ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin himayesine girdi. TÜSİAD’ın programının uygulayıcısı oldu. Kıbrıs’ta, AB’ci çözümün bayraktarı oldu. Irak işgali hazırlıklarına etkince katıldı. Politik rejimin 28 Şubat’la ileri derecede yoğunlaşmış krizi ortamında kendisine nefes alanı açmak için “AB reformlarını” hayata geçirdi. Yeni bir iş yasası çıkararak sermayenin taleplerini yanıtladı. (Hiç kuşkusuz bu yasa aynı zamanda tekelleşmeye yönelen orta sermaye kesimlerinin açgözlü sömürü hırsını da tatmin ediyordu.)

1990’ların başlarından itibaren ‘Değişim’ programını uygulayacak bir siyasal parti örgütlemeye çalışan (YDH vb.) TÜSİAD ve bu dernekte somutlaşan geleneksel İstanbul tekelci burjuvazisi, bu programı uygulayacak dinamizmden ve siyasal yetenekten yoksundu. Bu bakımdan Erdoğan’ın burjuva-liberal ‘değişim’ programına sarılması, TÜSİAD’a da ilaç gibi geldi. Onda, aradıkları lideri buldular ve CHP’ye yüz çevirdiler. AKP atına bindiler.

Açığa çıkan veriler, 2002 Kasımından itibaren, generaller partisinin ve onun etrafında kümelenen ulusalcı-faşist-gerici güruhların hükümete karşı darbe girişimleri hazırladığını ortaya koyuyor. Ancak ABD böyle bir darbeyi desteklemedi. Aksine, emperyalist tekellerin kılıcını sallayan bir AKP’nin tek başına hükümette olmasının ve kendisine muhtaç olmasının tadını çıkarttı. 28 Şubatçı Ecevit hükümetinin Irak işgaline destek vermeyen politikasındansa, Erdoğan hükümetini tercih etti. Irak işgal tezkeresi krizi bu ilişkileri kısmen sarstı, ancak ABD hükümeti tezkerenin geçmemesinden esas olarak generalleri sorumlu tuttu. Faturayı generallere kesti.

2002-2010 döneminin politik konjonktürü bu temelde oluştu. 28 Şubat’ın egemenleri laik-islamcı çelişkisi temelinde AKP hükümetini bertaraf etmeye çalıştılar. AKP hükümeti ise ABD, AB ve TÜSİAD’a dayanarak, onların ‘değişim’ programını uygulayarak bu girişimleri boşa çıkarttı.

28 Şubat’ın dışladığı bu burjuva politik kuvvet, siyasal alanda kendisine yer açabilmek için kendi çıkarlarını bütün dışlananların çıkarı gibi göstermek zorundaydı. Ezenler cephesinde ortaya çıkan iki başlılık ve güç mücadelesi koşullarında her iki kesim kitleleri kazanmak ve yedeklemek için çalıştı. AKP, bu koşullarda siyasal iktidar mücadelesini rejimin yarı-askeri karakterini hedefe oturtan “sivil egemenliği” parolasıyla yürüttü ve TÜSİAD’la bu temelde bir bağlaşma kurdu. Generaller partisi ise “ulusal egemenlik” ve “laiklik” temelinde gerici propagandasıyla yığınları 28 Şubat ve MGSB çizgisinde tutmaya çalıştı.

“Cumhuriyet mitingleri” generaller partisinin kitle atağıydı. AKP’nin cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ü aday göstermesinin yarattığı kriz ortamında ulusalcı-kentli orta sınıf kitlelerini Batıcı değerler etrafında seferber ettiler. Bunu 27 Nisan e-muhtırası izledi. Burjuva meclis 367 şartıyla kilitlendi.

AKP seçimler sürecini başlatarak generaller partisini yenilgiye uğrattı ve yarı askeri faşist rejimin en kilit kurumu olan Cumhurbaşkanlığı mevzisini elde etti. Böylece 12 Eylülcü rejimin YÖK gibi belli başlı kurumlarına, kendi atayacağı kadroları yerleştirme imkânına kavuştu.

2007 genel seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri generaller partisi ile sermaye oligarşisi arasındaki güç dengesini ikincilerden yana çevirdi. Bu yeni durumda AKP başörtü serbestisini içeren anayasa değişikliğini MHP’yle işbirliği yaparak meclisten geçirdi. Bir güç denemesi yaptı. Generaller partisinin buna yanıtı Anayasa Mahkemesinin açtığı kapatma davası oldu. Her ne kadar dava sonucunda AKP kapatılamamışsa da “laikliğe karşı eylemlerin odağı olmak” kararı ile her an kapatılma tehdidi altına sokuldu.

AKP’nin karşı hamlesi, önce Ocak 2008’de başlatılan Ergenekon gözaltı ve tutuklamalarıyla generaller partisinin etrafında kümelenen ve Avrasyacı çizgide darbe hazırlığı yürüten odağı ezmek oldu. Ardından ise Eylül 2010 referandumu ile Anayasa Mahkemesi ve kapatma davaları AKP bakımından tehdit olmaktan çıkartıldı. Böylece AKP’nin “sivilleşme” programının sınırına varıldı.

12 Eylül 2010 referandumu, AKP’nin ve dayandığı tekelleşmeye yönelen orta burjuva kesimlerin iktidar gücü bakımından bir dönüm noktası oldu.

“Evet” tavrı takınarak bu hamleye destek olanlar kadar, “Hayır” diyerek, bu hamlenin burjuvazinin ulusalcı kanadıyla birlikte hareket ederek durdurulabileceğine inananlar da referandumda kaybetmiştir. Boykot tutumu takınarak radikal devrimci demokratik bir değişim talebini yükselten güçler yeni sürece doğru bir tavırla girmişlerdir.

12 Eylül 2010 referandumunda TÜSİAD’ın mesafeli duruşu ve Erdoğan’ın taraf olmaya zorlayıcı konuşmaları hatırlarda. Türk tekelci burjuvazisinin (sermaye oligarşisi olarak tanımlanan) en üst tabakasını temsil eden TÜSİAD, gelişmekte ve devlet olanaklarından aslan payını almakta olan orta burjuva kesimlerle çıkar çatışmasını, kendi sivilleşme programına denk düşen bir paket karşısında çekimser kalarak göstermiştir. AKP’nin iktidar payını büyütmesine paralel olarak, bu sermaye grupları içinde de bazı unsurlar sivrilerek tekel konumunu kazanmış ya da buna yaklaşmıştır (Ülker, Çalık, Albayrak, İpek-Koza grubu vb.)

Diğer yandan, TÜSİAD’la bu gruplar ve hükümet arasında kentli burjuva yaşam tarzının korunup sürdürülmesi konusunda da bir çatışma vardır.

Salt İslami gruptaki şirketlerle ekonomik ilişki kurmak gibi tekelci davranış modelleri, bu sermaye gruplarının büyümesinde belli bir avantaj sağlasa da, büyümenin esas motoru devlet olanaklarının bu gruplara tahsis edilmesidir. Bir bütün olarak ele alındığında bu grupların ekonomik gücü TÜSİAD’a kıyasla hala çok küçüktür.(4) Ancak büyüme hızı, geleneksel İstanbul burjuvazisinden yüksektir. Devlet olanaklarından yararlanmakta da TÜSİAD’dan ileridedir.

Devlet-Halk Çelişkisinde Keskinleşme

2002-2010 döneminde oluşan politik konjonktürün ana hatları böyleydi.

Bu konjonktür bir geçiş dönemiydi. 28 Şubat fiili politik-askeri müdahalesiyle burjuva politik yaşamdan dışlanan burjuva islamcı katmanlar, bu geçiş süreci boyunca generaller partisini adım adım gerileterek devlet iktidarında kendilerine bir yer açtılar.

Bu iktidar dalaşında kendi özel çıkarlarını “Avrupa standartlarında demokrasi”, “sivil egemenliği”, “askeri vesayete son” sloganlarının arkasına gizlediler. Faşist rejimin 1990’larla birlikte kriz içine yuvarlandığı konu ve alanlar onlar için hareket sahasına dönüştü. Devletin kanlı tarihinden ve rejimin baskılarından bunalan kitleleri arkalarına aldılar.

Bu dönem, ezilenlerin politik saflarında ulusalcı ve sivil toplumcu ideolojik etkilenmenin yoğun etkisi görüldü.

Politik islamcı AKP’nin egemenleşmesinden ürken ve bunu gerici-ulusalcı güçlerle birlikte göğüslemeye yönelen kesimlerde ulusalcı etkilenmeler baş gösterdi.

Keza, AKP, 2002-2010 döneminde rejim krizinin düğümlendiği konu ve sorunlarda “düzen içi çözüm” vaat etti. Demokrasi mücadelesinde düzen içi formüllere güç verdi. Avrupa Birliği’ni antifaşist mücadelenin hedefi ve ufku kılmaya çalıştı. Bu yönleriyle de “AKP dönemi” solda sivil toplumculuğun, liberalizmin etkilerinin hissedildiği bir dönem oldu.

AKP bu dönemde demokrasi mücadelesi bakımından “uzlaştırıcı güç” rolünü oynadı. Halk kitlelerinin 12 Eylülcü faşist düzene ve resmi ideolojiye karşı birikmiş tepki ve öfkelerini düzen içi vaatlerle oyaladı, çürüttü. Rejim krizinin devrimci çözümünü engelleme, erteleme, rejime soluk aldırma, zaman kazandırma hattında yürüdü.

Belirli bir rejimin ayakta kalması için sadece iktidarı yürütecek güçlü bir politik kuvvet yetmez; aynı zamanda halk kitlelerini devlet düzenine razı edecek, yönetilmeye devam etmelerini sağlayacak bir uzlaştırıcı güç de gereklidir. Devrimci strateji bakımından iktidar gücü “ana hedef”, uzlaştırıcı güç ise “ana darbenin doğrultusu” nitelemesiyle anılır. Zira devrimci hareket, kitlelerin düzenden kopuşmasını sağlamadan başkaldırı oluşmaz ve uzlaştırıcı güç kitlelerden yalıtılmadan da sorunların devrimci çözümü gündeme girmez.

AKP, vaatlerinin aksine, otoritesi altına aldığı devlet organlarında yapısal herhangi bir demokratik değişikliğe gitmedi. Çankaya, YÖK vb. örneklerde “devlet biçimi”nde bir demokratik dönüşüme gitmeksizin, bu mevzileri inisiyatifi altına almakla yetindi. Dolayısıyla liberal yanılsamanın merkezinde duran, “sivilleşmenin demokratikleşme getireceği” fikri yanlışlandı.

2010 referandumu ve 2011 seçimlerinin ardından burjuva devlette iki başlılığın ortadan kalktı. AKP “devletleşti”. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’da generaller partisinin gücünü kırdı. YAŞ kriziyle Genelkurmay üzerinde de hakimiyet sağladı.

Ne var ki, bu aynı zamanda, 20 yılı aşkın bir süredir ağır bir krizle boğuşan bir rejimin hakimiyetini devralmak anlamına geldi.

AKP bu pozisyonu sürdürmek için, ezenlerin birinci temsilcisi haline geldi. Generalleri kendi hegemonyası altında bir uzlaşmaya razı etti. Bunun karşılığında militarist-faşist politikaların esas yürütücüsü rolünü üstlendi. Kürt ulusuna karşı “yeni Türkiye” adına savaş ilan etti. Geçmişteki hezimetleri Ergenekon’a mal ederek Kürt ulusal demokratik hareketine dağda ve şehirde saldırdı. Bu savaş politikasını Suriye’ye yönelik saldırganlığa doğru genişletti.

AKP’nin uzlaştırıcı güç rolünü terk ederek, faşist politikaların birincil uygulayıcısı rolüne geçişi, bu rolü oynayabilecek başka bir partinin de olmayışı, devlet-halk çelişkisinde ani bir keskinleşmeye yol açtı.

Böylece, demokrasi sorununun ele alınışında düzen içi formül, dönemsel dayanaklarını yitirdi. Antifaşist halk devrimi fikri güncellendi ve giderek genişleyen toplumsal kesimlerin ilgisini çekmeye başladı. Halk kitlelerine, sokağın gücüne, fiili meşru mücadeleye, devrimci zor yöntemlerine inanç, ilgi ve yönelim gelişmeye başladı. Devrimci ve ilerici harekette de buradan beslenen yeni bir özgüven ve canlanma gelişmeye başladı.

Yasal Kürt siyasetini boğmaya yönelen KCK operasyonları, Hrant Dink davasında çıkan karar, Sivas katillerinin zaman aşımıyla aklanması, Uludere katliamı, 4+4+4 formülüyle eğitimde burjuva islamcı düzenlemeler yapılması, kürtaj yasağı girişimi gibi kilit önemde gelişmeler yaşandı. AKP’nin rejim krizinin birikmiş sorunlarına dair esasen hiçbir çözüm gücünün olmadığı ya da kalmadığı geniş yığınlar nezdinde açığa çıktı.

Kemalist bürokrasinin partisi CHP de bu koşullardan yararlanmak için yeni başkanı Kılıçdaroğlu liderliğinde “ortanın solu” çizgisine doğru kontrollü ve sancılı bir salınım yapmaktadır. CHP bir kez daha o lanetli tarihsel rolünü oynamak ise çamurlu gövdesiyle sol siyaset sahnesine doğru ilerlemektedir. 2010’da “Hayır” cephesinde yer alan kimi kuvvetlerin bir kez daha benzer bir yanılgıya meylederek CHP’deki bu “değişime” pozitif anlamlar yüklediğine tanık oluyoruz. (Örneğin: ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın Parti Kongresi sonrasında verdiği röportaj(5))

CHP’nin “sola yönelişi” kemalist bürokrasinin iktidardan devrilişinin idrakine varmasıyla ilgilidir. ABD büyükelçisinin “bu ülkeye sol lazım” söylemiyle dile getirdiği üzere, canlanan halk muhalefetini emecek ve düzen içinde tutacak “uzlaştırıcı güç” sorunu egemen sınıfların gündemindedir. “Yeni” CHP egemenlerin bu ihtiyacının ürünüdür.

Tıpkı 28 Şubat’la hükümetten devrilen politik islamcıların AKP’yle siyaset sahnesine dönüşü gibi, “Yeni” CHP de, muhalefete itilen kemalist elitlerin TÜSİAD, AB ve ABD’yle işbirliği temelinde yeniden iktidara aday oluşunun partisidir.

AKP’den Sonra?

AKP’nin kendi hegemonyası altına aldığı faşist rejimi yoğunlaştırma hamlesinin sınırlarına yaklaştığı görülüyor.

Ezenlerin iradesinin tekleşmesi, ezilenlerin mücadeleleri ve politik oluşumları arasında nesnel bir yakınlaşmaya yol açtı. Burjuva devletteki iki başlılığın ezilenler cephesinde yarattığı suni bölünmelerin nesnel zemini ortadan kalktı. AKP hükümetine kalkan her yumruk bütün ezilen kesimleri ilgilendiriyor.

AKP’nin burjuvazi bakımından “alternatifsiz” hükümetine karşı giderek genişleyen halk kesimlerinde öfke ve tepki birikiyor. Yeni bir mücadele enerjisi uyanıyor.

Bir toplumsal kaynaşma hali yaşanıyor. Ezilenlerin siyasal akımları düzen partileriyle bağlarını zayıflatmaya, birbirleriyle bağlarını güçlendirmeye yöneliyorlar.

Hrant Dink davası, Sivas’ta zaman aşımı kararı, Newroz, 1 Mayıs gibi gündemlerde devasa bir halk enerjisi sokaklara akıyor. Politik davalar büyük yığınları bilinçlendiriyor, uyandırıyor.

Bu hareketlerin tümünü birleştirecek ve zalimlerin hükümetine karşı seferber edecek bir birleşik politik irade ise henüz oluşturulabilmiş değil.

Türkiye, 2000’lerin     başların da Latin Amerika’da ya da 2008’de Yunanistan’da halkların muhafazakâr sağ hükümetleri demokratik yoldan devirdikleri süreçlere benzer bir atmosferde. Bu ülkelerde de seçimlerde paranın gücüyle halktan oy alan başkanlar ve hükümetler büyük emekçi kitlelerinin sokakta politikaya katıldığı başkaldırılarla devrildi.

Ancak benzerlikler kadar farklılıklar da hesaba katılmalı: Hükümet hala hatırı sayılır bir halk desteğini arkalıyor ve Kürdistan’da süren ulusal savaş, bütün politik yaşamı belirliyor.

Dolayısıyla bu belli anda, Batı’da canlanmakta olan politik kitle hareketiyle Kürdistan’da halen gürbüz bir varlık sergileyen Kürt ulusal savaşımının buluşması, zalimlerin hükümetinin yenilgiye uğratılmasının önkoşuludur. Bunun somut bir ifadesi olarak Batı’da sol-sosyalist hareketle Kürt ulusal hareketinin kitle güçlerinin buluşturulması, birleştirilmesi kilidin anahtarıdır.

Hükümetin halk mücadeleleri yolundan devrilmesi, sınıf mücadelesinin gündemine girmiş bir konudur. AKP hükümetinin burjuvazi bakımından “alternatifsizliği” koşullarında, bu yöndeki gelişme burjuvaziyi ürkütmekte, panikletmektedir. Zira halkçı-demokratik güçlerin bu yönlü inisiyatifi, faşist rejimin krizi koşullarında anlamlı bir özgürlük atılımına yol açabilir.

Her kritik konuda AKP’yle aynı çizgide duran CHP’nin halk güçlerindeki politikleşmeyi emme ve çürütme yöneliminin yenilgiye uğratılması da ezilenlerin birliğinin sağlanması bakımından temeldir. Kendisini “uzlaştırıcı güç” rolüne hazırlayan CHP’nin, son seçimlerde olduğu gibi, ilerici halk güçlerinin enerjisini emerek posalaştırmasına izin verilmemelidir.

Halkların Demokratik Kongresi söz konusu olduğunda “orada bağımsızlığımızı korumayamayız” gerekçesini öne süren bazı dostlarımızın CHP’yle işbirliği söz konusu olduğunda bu kaygıyı hızla bir kenara bıraktığı görülmektedir. “Devrimci demokratik merkez” ihtiyacından bahseden bu dostlarımız, CHP’yle ittifak önerisini bu “merkez”in neresine koyduklarını açıklamalıdır.

Oysa ezilenlerin siyasi bağımsızlığının sağlanması, CHP ve tüm düzen partilerinden tam ve kesin kopuş yolundan mümkündür. Ancak iş- çi-emekçilerin politik kuvvetlerinin Kürt ulusal hareketiyle etkin birliği yolundan ezilenlerin cepheleşmesi sağlanabilir. CHP’yle “ittifak” gerçekte CHP’nin peşine takılmak, halkların eylem gücünü egemen sınıfların bir kanadına yedeklemek demektir. Halk mücadelesinin rotasını Kemalist elitlerin partisi CHP’nin yörüngesine sokmak, onun etki alanını ve gücünü kırmak, sınırlamak demektir.

Halkların devrimci demokratik mücadelesiyle sarsılan ve gerilemeye başlayan AKP hükümetinin alternatifi konumuna, generaller partisini ve kemalist bürokrasiyi TÜSİAD, AB ve ABD’yle işbirliği temelinde yeniden iktidara taşımaya çalışan

CHP’yi geçirmek ezilenler bakımından tam bir siyasal intihardır. AKP iktidarının alternatifi, devrimci demokratik halk iktidarı olarak formüle edilmelidir. AKP’nin kırılgan politik gücünün geriletilmesiyle açılacak alanı kemalist gericiliğin partisi CHP değil, devrimci demokratik halk güçleri doldurmalıdır.

Mücadelenin ilerleyen aşamalarında, AKP’nin kimi bağımsız hamlelerinden rahatsız olan emperyalist çevreler ve TÜSİAD, onun gücünü sınırlamaya, yerine CHP’yi geçirmeye de yönelebilirler. Daha bugünden, halk mücadelesini egemenlerin her iki kanadından bağımsız bir temelde geliştirmek AKP’den sonra oluşacak siyasal koşullara hazırlık bakımından da elzemdir.

Dolayısıyla, CHP’ye ve CHP’ciliğe karşı etkin ideolojik-politik mücadele, zalimlerin hükümetinin yenilgiye uğratılması mücadelesinden asla kopartılamaz, onun temel bir unsurudur.

Halk güçleri arasında ortaya çıkan yakınlaşma eğilimini bir “ezilenler cephesi” yönünde büyütüp güçlendirmek, birleşik halk direnişini örgütlemek, zalimlerin hükümetini yenilgiye uğratmak ve devrimci demokratik halk iktidarı hedefine yürümek; önümüzdeki dönemin politik yönüne işaret etmektedir.

Dipnotlar

1-Konya’da işçi-patron ilişkilerini inceleyen “Emeğin Tevekkülü” (Yasin Durak, İletişim Yayınları) kitabında, işçilerin beyanları, patronların İslam inancını işçileri aşırı artı değer sömürüsüne razı etmek için kullandığını açıkça göstermektedir. Hem patronun hem de işçilerin dindar olduğu Konya, Kayseri vb. kentlerde geleneksel İstanbul burjuvazisinden biraz farklı olarak, işçi-patron ilişkisi “İslami” tonda bir abi-kardeş ilişkisi formuna bürünmektedir. Çoğu işyerinde işçilerin sınıf olarak çıkarlarını savunmak için sendikal vb. örgütlenmeye gitmedikleri, patronların onlara bir hami-kollayıcı gibi davrandığı “babacan” bir ilişki biçimi "dinin gereği" olarak sunulur ve ideolojik olarak meşrulaştırılır. Bu ilişkide çoğunlukla basit jestler ve armağanlar işçinin maruz kaldığı ağır sömürüyü perdeleyen rol oynar. Keza İslam’ın gereği olarak sunulan “çalışma ahlakı” işçiyi işyerini sahiplenmeye ve patron başında yokken dahi “Allah’ın denetimi altında” çalışmaya sevk eder.

Yine, İslamcı burjuvaların tarikat-cemaat ve dindarlık bağlarıyla ekonomik bağları birleştirerek bir tür alt-ekonomi yarattığı, pek çok kaynakta işlenen bir olgudur. Örneğin: “Alt-ekonomi oluşumu (işlerini mümkün olduğunca kendileri gibi İslamcı olan şirketler ve bankalarla yürütmek, müşteri kitlesi ve çalışanlarının çekirdeğini yine böylesi insanların oluşturması) ... bu sermayeye, birikim sağlama açısından diğer sermaye fraksiyonları karşısında ek avantajlar sağladığı için önemlidir.” (A. Ekber Doğan, Mülkiye dergisi, cilt XXX, sayı 252)

2-Yasin Aktay şöyle diyor: AKP, “Türkiye'nin yürüyen sistemi içinde istediği zaman çekip gidemeyecek kadar eklemlenmiş yeni sosyal ve sınıfsal tabakaların rasyonalitesini temsil ediyor.” (Akt. A. Ekber Doğan, age.)

3-MÜSİAD (esasen Nakşibendi tarikatının ilişkileri çerçevesinde) 1990 yılında kuruldu. Nur cemaati (Fethullah Gülen) çevresi ise 1993’te İŞHAD ve HÜRSİAD’ı kurarak ayrı bir patron örgütlenmesi gerçekleştirdi. Gülen cemaati, MÜSİAD’ı RP’ye angaje olduğu ve AB’ye karşı çıktığı için eleştiriyor, daha pragmatik bir çizgi izliyordu. İŞHAD ve HÜRSİAD’ın etrafındaki ilişki ve örgütlenmenin büyüyüp gelişmesi sonucunda 2005’te TUSKON kuruldu. TUSKON’a bağlı 80 ilde 172 dernek bulunmakta, kendi verilerine göre TUSKON “40,000 girişimciyi temsil etmektedir.”

MÜSİAD 1997’ye kadar büyüyerek 2825 üyeye ulaştı. Ancak 28 Şubat’ın ardından MÜSİ- AD üye sayısı düştü. 2002’ye gelindiğinde 1800’e gerilemişti. Ancak AKP’li yıllarda yeniden yükselişe geçen MÜSİAD’ın üye sayısı 3300’e çıktı.

MÜSİAD’ın 21. Genel Kurulu’na katılan Başbakan Erdoğan “28 Şubat, MÜSİAD’a, MÜSİAD'ın üyelerine karşı... yapılmış bir müdahaledir” dedi. (28.04.2012)

4-Kendi verilerine göre MÜSİAD; “Türkiye genelinde 33'ye ulaşan şube sayısı, 45 farklı ülkede yaklaşık 105 irtibat noktasıyla 3.300'den fazla üyeyi ve GSMH'nın %15'ini karşılayan, ihracata ise yaklaşık 17 milyar dolar katkısı olan, yaklaşık 1.200.000 kişiye istihdam sağlayan ve yıllık ortalama 5 milyar dolara yakın yatırım yapan 15.000 işletmeyi temsil” etmektedir. (musiad.org.tr)

TÜSİAD; MÜSİAD ve TUSKON’un tersine üye sayısını mümkün olduğunca az tutmaya çalışan bir dernektir. Nisan 1971’de kurulduğunda üye sayısı 12’ydi. 2010 itibariyle ise 600 üyesi vardır, bunların sadece 20’si İstanbul dışındandır. (Oğuzhan Erdoğan, Star gazetesi, 22.09.2010)

Kendi verilerine göre TÜSİAD üyeleri, sanayi üretiminin %65’ini gerçekleştirmektedir, ayrıca:

“TÜSİAD, Türkiye'nin başlıca endüstri ve hizmet kuruluşlarını temsilen, yaklaşık 600 üye ve bu üyelerin temsil ettiği yaklaşık 3,500 şirketten oluşmaktadır. Bu kuruluşların yarattığı katma değer, kamu faaliyetleri dışarıda bırakıldığı zaman, Türkiye'de yaratılan katma değerin yaklaşık yarısına denk gelmektedir. Enerji ithalatının dışarıda bırakılması durumunda, TÜSİAD üye kuruluşları toplam dış ticaretin %80'inigerçekleştirmektedir. Tarım ve kamu dışı kayıtlı çalışanların yaklaşık %50'si TÜSİAD üyelerine bağlı kuruluşlar tarafından istihdam edilmektedir.” (tusiad.org.tr)

5-Örneğin, ÖDP Genel Başkanı Alper Taş: “AKP'nin gittikçe despotikleşen bir tek adam rejimi kurma sürecinin karşısına geniş bir muhalefet hattıyla karşı durulabilir. CHP'nin böyle bir mücadele içinde alacağı pozisyon önemli. Asgari düzeyde de olsa eşitlikçi ve özgürlükçü bir yerde durursa, Kürt muhalefetini dışlamayan bir tavır alabilirse, en azından Ankara ve İstanbul'da üzerinde anlaşılan adaylarla yerel seçime gidilebilir.” Bu nedenle, “biz CHP’yi eleştirmiyor, hedef almıyoruz. Çünkü şimdi asıl sorunumuz bu iktidar ve onun uygulamaları” diyor Alper Taş. (Birgün Gazetesi, 8 Haziran 2012)

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi