Sermaye Birikimi Ve Sermaye Birleşmeleri

Özellikle son on yıl içinde kapitalist dünya ekonomisinde yeni yönlerin olduğuna dair, artık kapitalizmin klasik kapitalizm olmaksızın çıkıyor olduğuna dair burjuvazinin kalemşörleri yazıp çiziyorlar. Sermaye hareketinin ulusal ve uluslararası nicel gelişmesinin sınırlarını farklı göstermek için adeta her "açıklama” yoluna başvuruluyor. Bütün bu açıklamalarında "küreselleşme ve sermaye birleşmesi” belirleyici çıkış noktasını oluşturmaktadır. Daha önceki yazılarımızda "küreselleşme”; sermayenin uluslararasılaşması üzerinde durduğumuz için bu yazımızda sermaye hareketini birleşme açısından; temerküz ve merkezileştirilme açısından ele alarak kapitalizmin kapitalizm olma özelliğinden hiçbir şey kaybetmediğini göstermeye çalışacağız.

1- Sermayenin Temerküzü Ve Merkezileştirilmesi

Marks, "Kapital” Cilt 1’de sermayenin temerküzü üzerine şöyle diyor:

"Mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist, sürekli birçoklarının başını yer. Çalışma sürecinin giderek boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulanması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, çalışma araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir çalışma araçlarına dönüştürülmesi, bütün çalışma araçlarının bileşik toplumsal çalışmanın üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömürü ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma (ve) sömürü de alabildiğine artar” (s. 790. Alm ).

Demek oluyor ki temerküz (konsantrasyon), sermayenin de giderek daha az sayıda kapitalistin veya kapitalistler grubunun elinde toplanmasıdır. Bu süreç, kapitalist birikimle, yani artıdeğerin sürekli sermayeye dönüştürülmesiyle gerçekleşen ve kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu her ülkede -emperyalist veya bağımlı ülke- farklı kapsamda da olsa görülür.

Sermayenin merkezileşmesi hakkında da aynı yapıtında Marks şöyle der:

Sermayenin merkezileşmesi, "daha önce oluşmuş bulunan sermayelerin yoğunlaşması, bağımsızlıklarına son verilmesi, kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi, birçok küçük sermayenin, birçok büyük sermayeye dönüştürülmesidir. Bu süreci daha önceki süreçten (sermayenin temerküzünden -çn) ayıran şey, halen var olan sermayenin dağılımında sadece yeni bir değişikliği öngörmesi nedeniyle, faaliyet alanının, toplumsal zenginliğin mutlak büyüklüğü ya da birikiminin mutlak sınırları ile sınırlı olmamasıdır. Başka yerlerde birçok kapitalistin elinden çıkan sermayeler, burada, tek bir kapitalistin elinde büyük bir kütle halinde toplanır. İşte bu, birikim ve yoğunlaşmadan (temerküzden -çn) farklı olarak gerçek anlamda sermayenin merkezileşmesidir...

Rekabet mücadelesi, meta fiyatlarının ucuzlatılmasıyla verilir. Meta fiyatlarının ucuzluğu, aynı kalan koşullarda, işin verimine ve bu da üretimin boyutuna bağlıdır. (Yani, verimlilik ne kadar yüksek olursa, meta üretimi de o kadar ucuz olabilir -çn) Bu nedenle büyük sermayeler, küçükleri yenerler. Ayrıca, unutulmamalıdır ki, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle, bir işi normal koşullar altında yürütmek için gerekli asgari bireysel sermaye miktarında bir yükselme olur. Bu nedenle, küçük sermayeler, büyük sanayiin henüz yalnızca yer yer el attığı, ya da bütünüyle ele geçiremediği üretim alanlarına akarlar ve buralarda toplanırlar. Burada rekabet, birbirine düşman sermayelerin sayılarıyla doğru, büyüklükleriyle ters orantılı bir şekilde devam eder. Ve bu mücadele, daima, sermayelerinin bir kısmı kendilerini yenen kapitalistlerin eline geçer, bir kısmı da yok olup giden birçok küçük kapitalistin batıp gitmesiyle sonuçlanır. Bundan başka, kapitalist üretim ile birlikte tamamen yeni bir güç ortaya çıkar: Kredi sistemi. Bu sistem ilk aşamalarında, birikimin alçakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine giren ve büyük ya da küçük miktarlar halinde toplumun yüzeyinde dağılmış bulunan para kaynaklarını, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerinden çeker; ama çok geçmeden, rekabet mücadelesinde yeni ve müthiş bir silah olur ve nihayetinde sermayenin merkezileşmesi için de bir toplumsal merkezileşmeye dönüşür.

Kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi ölçüsünde, merkezileşmenin en güçlü iki mekanizması da gelişir: Rekabet ve kredi. Birikimdeki ilerleme, aynı zamanda, merkezileşmeye uygun malzemeyi, yani bireysel sermayeleri de çoğaltır; bu sırada, kapitalist üretimin genişlemesi, bir yandan toplumsal gereksinimini yaratırken, diğer taraftan da, gerçekleştirilmesi daha önceki bir sermaye birikimini gerektiren dev sanayi kuruluşları için zorunlu teknik araçları sağlar. Bu nedenle, bugün, bireysel sermayeleri bir araya toplayan çekim gücü ve merkezileştirme eğilimi, her zamandan daha kuvvetlidir” (Kapital C.1, sy. 654/655)

Konumuz açısından oldukça anlamlı olduğu için uzun alıntı yapmaktan çekinmedik. Demek ki sermaye birikimi, temerküz ve merkezileşmesi, yeni firma birleşmeleri kapitalist üretim biçiminin yasallığıdır. Sermaye birikimi, temerküzü ve merkezileşmesi olmaksızın kapitalizm ele alınamaz. Marks bunu, Kapital’in (1.Cilt) ilk baskısını çıkış noktası olarak alırsak, 1867’de söylüyor, tespit ediyor. Marks, daha 1867’de "Bugün, bireysel sermayeleri bir araya toplayan çekim gücü ve merkezileşme eğilimi, her zamandan daha kuvvetlidir” tespitini yapıyor. Öyleyse bugün görülen "sermayelerini bir araya toplayan çekim gücü ve merkezileşme eğilimi”, yani rekabet ve sermaye (firma) birleşmeleri hiç de yeni değilmiş!

Rekabet ve kredi sistemi, sermayenin merkezileşmesinde güçlü bir kaldıraç oluyor. Rekabet, sonuç itibarıyla, bir kısım bağımsız sermayeleri iflasa götürüyor, bir kısmının başka sermayeler tarafından yutulmasına yol açıyor. Kredi sistemi, kapitalist işletmelere, kendilerine ait olmayan, yabancı sermaye kullanma olanağı sağlıyor. Bu da birikimi ilerletiyor/katlandırıyor. Birikimin ilerlemesi de merkezileşmeyi hızlandırıyor. Çünkü birikimin ilerlemesiyle merkezileştirilebilecek çok sayıda sermaye ortaya çıkıyor.

Kâr oranının düşmesiyle rekabet keskinleşir, sermaye giderek büyüyen kendini değerlendirme sorunlarıyla karşı karşıya kalır, yani kronik bir sermaye fazlası ortaya çıkar. Verimliliğin artması sonucunda, kapitalist tarafından kabul edilebilir bir kâr oranı için kullanılabilecek sermayeden daha çok bir sermaye ortaya çıkar. Ortada bir sermaye bolluğu vardır. Peki bu sermaye fazlalığı neye yol açar? Bu sermaye fazlalığı, giderek daha çok sermayenin bankalarda toplanmasına; temerküzüne yol açar. Bankalarda toplanan bu sermaye, kredi sistemini geliştirir. Marks’ın dediği gibi, kredi sistemi de sermayenin merkezileşmesini hızlandırır.

Değişmeyen koşullarda kâr oranının düşmesi verimliliğin artışıyla hızlanır. Kâr oranının düşmesi, kâr kütlesinin düşmesi anlamına gelmez. Yani kâr oranının düşmesine rağmen, normal olarak, kâr kütlesi artar. Kâr kütlesinin artması, sermaye birikimi demektir. Marks’ın dediği gibi ilerleyen sermaye birikimi de sermayenin merkezileşmesini ateşler/güçlendirir.

Anlattığımız, daha doğrusu Marks’tan aktardığımız bu süreç, sermaye hareketinin nesnel gerçekliğidir. Bu sürecin sonucu belli çok sayıda küçük sermayeler, az sayıda büyük sermayeye dönüşürler. Bu sermayeler ve sermaye grupları, faal oldukları alandaki gelişmelerinin belli bir aşamasında o alandaki pazarda hakim konuma gelirler; yani tekel olurlar.

2- Tekel Ve Rekabet

"Felsefenin Sefaleti” yapıtında Marks, şöyle der:

"Yaşamın pratiğinde sadece rekabet, tekel ve onların çatışması değil, bilakis, simge olmayan bir hareket olan sentezleri de görülür. Tekel, rekabete neden olur. Rekabet, tekele neden olur. Tekelciler, rekabet edenler, rekabetçiler tekelci olurlar. Sentez, tekelin sürekli rekabet mücadelesine girmesiyle ayakta kalabileceği türdendir.” (Marks-Engels, C.4, sy. 163/164)

Burada Marks, tekel ile rekabet arasındaki diyalektik ilişkiyi gösteriyor:

"Rekabet, tekele neden oluyor.” Sermayenin merkezileşme süreci için rekabet, ön koşuldur. Bu süreç, gelişmesinin belli bir aşamasında tekele neden olur. Böylece rekabetçiler tekele neden olurlar.

"Tekel, rekabete neden olur.” Bu cümlede ifade edilen açık. Burada ifade edilen, tekeller arasındaki ulusal ve uluslararası plandaki tekeller ve tekelci olmayan işletmeler arasındaki rekabettir. Tekel ne kadar güçlü olursa sınırlı ulusal ve dünya pazarında sermaye yatırımına zorlanma o kadar büyüktür. Güçlü tekel, tekel ne kadar güçlü olursa, tekeller arası rekabet de o denli şiddetli olur.

Tekel ve rekabetin diyalektiği hakkında Lenin, "Emperyalizm…” yapıtında şöyle der:

"Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak meta üretiminin temel özelliğidir; tekel, serbest rekabetin tam karşıtıdır. Bizzat serbest rekabet, büyük üretimi yaratarak, küçük üretimi saf dışı bırakarak, büyük işletmenin yerine daha büyüğünü geçirerek, kısaca, üretim ve sermayenin temerküzünü, tekelleri doğuracak kadar ilerleterek, gözlerimizin önünde tekel durumuna dönüşmeye başlamış ve karteller, sendikalar, tröstler ve sermayeleri bunlarla iç içe geçmiş, milyonları çekip çeviren bir düzine banka oluşmuştur. Aynı zamanda, tekellerin, içinden çıktıkları serbest rekabeti yok edemediklerini, onun üstünde ve yanında var olmaya devam ettiklerini, böylece de son derece keskin, şiddetli sürtüşmelere, çatışmalara yol açtıklarını görürüz. Tekel, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiştir.” (Lenin, C. 22, s. 270, Alm.)

Lenin, burada bir geçiş sürecinden bahsediyor. Yani tekelci kapitalizm, serbest rekabetçi kapitalizm olmaktan henüz çıkmamıştır. “Daha yüksek bir düzene geçiş” (Lenin) henüz gerçekleşmemiştir.

Bu geçiş sürecinin özelliklerini Lenin, aynı yapıtında şöyle açıklar;

“... Tekellerin tarihinin en önemli sonuçları şöyledir; 19. yüzyılın ‘60’lı ve ‘70’li yıllarında -serbest rekabetin gelişmesinde en yüksek nokta- tekeller belli belirsiz embriyonlar halindedir. 2) 1873 krizinden sonra karteller önemli ölçüde gelişiyor; fakat hâlâ istisnai ve kalıcı değil, geçici olgular durumundalar. 3) 19. yüzyılın sonunda görülen yükselme ve 1900-1903 krizi: Karteller, bütün ekonomik yaşamın temeli haline geliyorlar. Kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür.” (C. 22. sy. 206)

Sermaye tekelci/emperyalist olunca rekabet bir taraftan sınırlandırılır, ama diğer taraftan da güçlendirilirler. Serbest rekabet, sınıflandırılır ama genel olarak rekabet daha yüksek bir aşamaya çekilir ve böylece tekeller arasındaki rekabet mücadelesi şiddetlenir. Kapitalizmin gelişmesinin bu yüksek aşamasında; emperyalizm aşamasında rekabet mücadelesi, pazarda serbest rekabetle sürdürülmez, onun yerini çeşitli türlerden nüfuz güçleri alır.

Sonuç itibarıyla: Sermaye birikiminin, sermayenin temerküz ve merkezileşme hareketinin; serbest ve tekelin diyalektiği kapitalizmde firma birleşme hareketinin yeni bir olgu olmadığını ve sermaye hareketinin kaçınılmaz bir yansıması olduğunu göstermektedir.

3- Sermaye Birleşmelerinin Boyutları

Rekabetin diyalektiği açıktır: Birden fazla güçlerin söz konusu alanda hakimiyet kurmak için mücadelesi. Bu mücadelede sermaye gücünün yanı sıra her türlü “savaş” hilesi kullanılır ve devletin siyasi, iktisadi, askeri ve de diplomatik katkısı sağlanır. Önemli olan, rakibi saf dışı bırakmaktır. Bu nedenle sadece güçlü olmayacaksın, en güçlü olacaksın. Yutulmamak için yutacaksın, yenilmemek için yeneceksin, yok olmamak için yok edeceksin ve nihayet yenişemiyorsan en güçlü rakibinle birleşmesini de bileceksin! Son yıllarda sıçramalı bir gelişme gösteren sermayenin birleşme hareketinde görülen budur. Gelişme, faal olunan sektörde birkaç büyük tekelin hakimiyetine götürüyor. Zaten daha bugünden sektörlerde belli sayıda birkaç çok uluslu tekel hakimiyeti kurmuş durumdalar.

Belirttiğimiz gibi, sermayenin birleşme hareketi her ne kadar kapitalizmin tarihi kadar eskiyse de; sermayenin birikim, temerküz ve merkezileşme sürecinde bu varsa da, birleşme hareketinin geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarında itibaren sıçramalı bir gelişme içinde olduğunu görüyoruz. Dünya ekonomisi, 20. yüzyılın ‘90’lı yıllarından bu yana hummalı bir birleşme hareketliliği içindedir. Sermaye birleşmesi, büyükten daha büyüğe ve en büyüğe doğru bir seyir izliyor.

Sadece 1997 yılında toplam 23 bin satın alma ve birleşme işlemi yapılmıştır. Bu, 1989 yılındakinin iki misline eşit bir hacim. 1997 yılındaki bütün birleşmelerin toplam değeri, 1. 630 milyar dolardı. 1998’deki birleşmenin toplam değeri de 2,1 trilyon dolar tutarındaydı. 1997’den 1998’e 470 milyar dolarlık bir değer hacmi artışı söz konusudur. 1998’deki birleşmelerdeki sermaye hacmi 1992’dekinin yaklaşık altı misliydi.

“Merkezileşme, sanayici kapitalistlere, iş alanlarının boyutlarını genişletme olanağı sağlayarak, birikim işini tamamlar. Bu sonuç, ister birikimin ya da merkezileşmenin eseri olsun, ister bu merkezileşme, şiddete varan ilhak yöntemleriyle gerçekleştirilsin -bazı sermayeler- diğerleri için öylesine ağırlıklı çekim merkezi haline gelirler ki, bunların bireysel bütünlüğünü parçalayarak bu parçaları kendilerine çekerler -ya da isterlerse, alışmış ya da oluşmakta olan bir kısım sermayelerin birleşmesi, anonim şirketler meydana getirmek gibi yumuşak bir yoldan sağlanmış olsun- ekonomik etki, aynı olur. Her yerde, sanayi kuruluşlarının büyüyen boyutları, çok sayıda kimsenin ortaklaşa yapacakları işin daha kapsamlı bir düzen altına alınması için, bunların maddi itici güçlerinin daha da gelişmesi için başka bir ifadeyle, alışagelen yöntemlerle yürütülen tek başına üretim süreçlerine dönüştürülmesi için çıkış noktası olur.

Ama birikim, yani dairesel bir hareket olmaktan çıkıp sarmal bir hareket haline gelen yeniden üretim ile giderek oluşan sermaye artışı süreci, toplumsal sermayeyi oluşturan parçaların sadece nicel gruplanmalarında bir değişikliği gerektiren merkezileşme ile karşılaştırıldığında, açıktır ki, çok yavaş bir süreçtir. Eğer dünya, demir yollarının yapımına yetecek kadar bireysel sermayelerin bir araya toplanmasını bekleseydi, bugün bile bu araçtan yoksun kalırdı. Halbuki, merkezileşme bunu, anonim şirketlerin aracılığıyla, göz açıp kapayana kadar başarmıştır. Ve merkezileşme, bir yandan böylece birikimi artırır ve hızlandırırken aynı zamanda, sermayenin teknik bileşiminde değişmeyen kısmını değişen kısmı aleyhinde genişleten ve böylece çalışmaya olan görece talebi azaltan köklü değişiklikleri genişletir ve hızlandırır.

Merkezileşme yoluyla bir gecede bir araya getirilen sermaye kütleleri, aynen diğer sermayeler gibi, ama daha büyük bir hızla yeniden ürer ve çoğalır ve böylece toplumsal birikimde yeni ve güçlü kaldıraçlar halini alırlar.” (Karl Marks, Kapital C. I. sy. 656/657, Alm.)

Bugün olan da budur. Yani Marks’ın 1867’de ifade ettiği gelişme. Tabii bu gelişmenin kapsamı ve siyasi yönelimi o günden oldukça farklıdır. Bu farklılık nitel bir karakter taşımaz; serbest rekabetçi dönem kapitalizmi emperyalizm döneminde kapitalizmden ne denli farklıysa her iki dönemdeki sermaye birleşmesi hareketi de birbirinden o kadar farklıdır.

Şimdi, yaptığımız teorik açıklama ışığında ekonominin ana sektörlerindeki sermaye birleşmesi hareketinin son yıllardaki seyrine bakalım.

3.1- Mali Sektörde Sermaye Temerküzü Ve Merkezileşmesi

Deutsche bank

Almanya

Bankers Trust

ABD

1461

Citicorp

ABD

Travelers Group

ABD

1194

UBS

İsviçre

SBU

İsviçre

1119

Nations Bank

ABD

Bank Americana

ABD

976

Bayer.Verensbank

Almanya

Bayer.Hypotheken und Wechselbank

Almanya

815

CIBIC

Kanada

TD-Bank

Kanada

787

Salomon Brothers

ABD

Travelers Group

ABD

723

Credit Suisse

İsviçre

Winterthur

Versiherung

İsviçre

-

ING

Hollanda

BBL

Belçika

603

Morgan Stanley

ABD

Dean Witter Discover

ABD

518

Royal Bank Of Canada

Kanada

Bank of Montreal

Kanada

502

Nations Bank

ABD

Barnett Bank

ABD

497

Generale Bank

Belçika

Fortis

Belçika-Hollanda

490

Rabobank

Hollanda

Achmea

Hollanda

431

First Chigago

ABD

Bancone

ABD

394

Südwest. LB

Almanya

L. Bank und Landesgirokasse

Almanya

342

Wells Fargo

ABD

Norwest Corp

ABD

310

Unicredito

İtalya

Credite Italiano

İtalya

282

Commercial Bank of Korea

G. Kore

Hani Bank

G. Kore

131

Wüstenrat Bau sparkasse

Almanya

Württembergische versicherung

Almanya

87

 

Geçen yüzyılın (20. yüzyıl) ‘80’li yıllarından itibaren gelişmesi hızlanan ve ’90’lı yıllarda kapsamlaşarak bir dalgaya dönüşen uluslararası çaptaki, sermaye birleşmesi ve devralma hareketine bankalar güçlü bir şekilde katılmışlardı. Bizim burada söz konusu ettiğimiz, bankaların katıldığı birleşmeler değil, bizzat banka birleşmeleridir. ABD’de birleşen banka sayısı 1991/’92 döneminde 1354’ten 1993/’94 döneminde 1477’ye ve 1995/’96 döneminde de 1803’e çıkmıştır. Aynı dönemde birleşme değeri 56.8, 55.3 ve 114.9 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu banka birleşmelerinin bütün birleşmelerin değerindeki payı da keza aynı dönemlerde yüzde 18.7, yüzde 9 ve yüzde 10.6 oranındaydı.

Sadece 8 AB ülkesinde birleşen banka sayısı 1991/92 döneminde 550; 1993/94 döneminde 393 ve 1995/96 döneminde de 268 idi. Bu birleşmelerin değeri de, sırasıyla aynı dönemlerde 25.8, 17.4 ve 42.9 milyar dolardı. Birleşen banka sayısı azalmasına rağmen birleşen sermaye değerinin artışı, daha ziyade büyük bankaların birleştiklerini gösterir. Bu birleşmelerin 8 AB ülkesindeki bütün birleşme değerindeki yaklaşık payı -sırasıyla aynı dönemlerde- yüzde 7.6, yüzde 9.4 ve yüzde 17.3’tü.

Büyük banka birleşmelerini Fransa, İtalya, Hollanda ve İngiltere’de görüyoruz. Fransa’da birleşen banka sayısı, 1991/92 döneminde 133’ten 1995/96 döneminde 49’a düşmesine rağmen birleşen sermaye değeri 2.4 milyar dolardan, 6.1 milyar dolara çıkıyor. Yeni birleşen banka sayısı yüzde 63 oranında azalırken, birleşen sermaye hacmi yüzde 154 oranında (2.5 misli) artıyor. İtalya’da birleşen banka sayısı 1991/92’de 122’den 1995/96’da 94’e düşerken, birleşen sermaye miktarı aynı dönemlerde 5.3 milyar dolardan 6.2 milyar dolara çıkıyor.

Hollanda’da 1991/92’de 20, 1995/96’da da 8 banka birleşiyor. Birleşen sermaye hacmi de 0.1 milyar dolardan 2.2 milyar dolara çıkıyor.

İngiltere’de birleşen banka sayısı 1991/92’de 71’den 1995/96’da 22’ye düşerken, birleşen sermaye miktarı 7.5 milyar dolardan 22.6 milyar dolara çıkarak 3 misli artıyor. (Bkz: William R. White, The Coming transformation of continental european banking. BIS. Working papers No: 54, Basel, Haziran 1998, sy. 31. Aktaran Z. Nr.39, Eylül 1999, sy. 78)

Toplam birleşme miktarı 11.671 trilyon mark. Bu en büyük banka birleşmelerinin sadece ikisi uluslararası, 18’i ulusal ve ulusal olanın da 7’si Amerikan kaynaklı.

-Yatırım Bankalarında Sermaye Temerküzü - Birleşmeler

Ticari bankalar daha ziyade kredi ve tasarruf işleriyle uğraşırlarken yatırım bankaları değerli kâğıtlar pazarı alanında uzmanlaşmışlardır. Bu bankaların müşterileri sayısal olarak oldukça azalır; hükümetler, çok zengin kişiler ve büyük işletmeler. Bu bankalar bu türden olan müşterilerinin hisse senetleri işleriyle, kârlarının yatırım ve sermaye birleşmelerinin hazırlığıyla uğraşırlar.

Yatırım bankalarında işlem gören sermaye miktarı korkunç denecek boyutlara varıyor. Örneğin sadece 1998 yılında bilinen sermaye birleşmeleri miktarı 2.1 trilyon dolardı. Ve dünya çapında önder konumda olan üç yatırım bankasının her birinin sermaye miktarı 500 milyar doları geçiyordu. Demek oluyor ki, sadece önde gelen üç yatırım bankası 1998’deki toplam birleşme miktarının dörtte üçünü yönlendiriyordu.

Birleşmelerin Ve Devralmaların Örgütleyicileri Olarak En Güçlü Yatırım Bankaları -1997-

TABLO 2

Devralmaların Değeri (milyar dolar)

Sıralama

Ad

Ülke

Dünya çapında

ABD

Avrupa

Dünya çapında

ABD

Avrupa

Goldman Sach

ABD

597

435

134

1

2

2

Morgan Stanley Dean Witter

ABD

537

322

174

2

3

1

Merill, Lynch

ABD

536

441

60

3

1

7

Saloman Smith Borney

ABD

351

282

-

4

4

-

Credit Suisse First Boston

İsviçre

288

222

55

5

5

8

Lehman Brothers

ABD

279

219

-

6

6

-

JP Morgan

ABD

266

172

60

7

7

6

Lozard Houses

ABD

255

170

84

8

8

4

SCB Warburg Dillon Read

İsviçre

215

-

94

9

-

3

Chase Monthattan

ABD

113

99

-

10

10

-

Donaldson, Lufkin ve Jenrette

ABD

104

-

-

11

-

-

Deutsche Bank

Almanya

103

-

29

12

-

10

Bank Of America

ABD

102

101

-

13

9

-

Rothschild Group

B. Britanya

80

-

68

14

-

5

Bears Stearns

ABD

67

-

-

15

-

-

Bu 15 en büyük yatırım bankasının 1997’deki devralmalarda kontrol ettikleri sermaye, toplam sermaye miktarı 3897 milyar dolar tutarında. Yaklaşık 3.9 trilyon dolar. Tablonun da gösterdiği gibi bu 15 bankanın 11’i ABD kaynaklı. Amerikan sermayesinin en hakim olduğu alanlardan birisi de yatırım bankacılığı alanıdır.

-Kurumsal Yatırımcılar

Emperyalist, gelişmiş ülkelerde birikim fazlalığı, yeni türden işletmelerin kurulmasına neden oldu. Bu kurumlar yatırım alanı arayan sermayeyi yönlendiriyorlar. “Kurumsal yatırımcılar” kavramıyla sigorta şirketleri, sermaye şirketleri kastedilmektedir. Bu alandaki sermaye birikimi küçümsenmemeli. Aşırı birikim sonucu oluşan sermayenin bir kısmı bankalarda toplanırken bir kısmı da sigorta şirketleri, sermaye yatırım şirketleri gibi “kurumsal yatırımcılar”da toplanmıştır. Buralardan toplanan miktar, 1995 yılı verilerine göre 21 trilyon dolara varıyordu. Aynı yıldaki dünya GSMH tutarı ise 26 trilyon dolardı. Bu 21 trilyon dolarlık miktarın yarısını Amerikan şirketleri, yüzde 14’ünü Japon, yüzde 9’unu İngiliz, yüzde 6’sını Fransız ve yüzde 5’ini de Alman şirketleri kontrol ediyorlardı. 21 trilyon dolarlık miktarın yüzde 87’si G-7 ülkelerinde, geriye kalan yüzde 13’ü de diğer ülkelerde toplanmıştı. (Bkz. Bank İnternationale Zahlungsgleche (BIZ), 1998 yılı raporu. sy. 94-96)

3.2- Otomobil Sektöründe Sermaye Temerküzü Ve Merkezileşmesi

Bağımsız İşletme

Merkezin Bulunduğu Ülke

Tamamen Bağımsız Tekele Ait Olan veya Onun Belirleyici Nüfuzu Altında Olan İşletmeler (Markalar)

General Motors

ABD

Opel, Vaux, Saab, Oldsmobil, Buick, Saturn, Chevrolet, Cadillac, GMC, Halden, ISUZU

Ford

ABD

Volvo (binek), Mazda, Jaguar, Aston, Martin, Lincoln, Mercury

Daimler-Chrysler

Almanya

Mercedes-Benz, Chrysler, Smart, Dodge, Jeep, Playmouth

VW

Almanya

Audi, Skoda, Seat, Rolls-Royce, Bentley, Lamborgini, Bugatti

BMW

Almanya

Rover, Land Rover, Mini, MG

Porche

Almanya

-

Renault

Fransa

Nissan, Ruji Heauy(Subaru), Dacia

PSA

Fransa

Peugoet, Citroen

Fiat

Talya

Alfa Romeo, Ferrari, Maserati, Lancia

Hyundai

G ney Kore

Samsung, Kia

Daewoo

G ney Kore

Ssang Yong

Honda

Japonya

-

Mitsubishi

Japonya

-

Toyota

Japonya

Daihatsu

Proton

Malezya

Lotus

 

Genel anlamda ifade edecek olursak, 20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana ve özellikle de bu yüzyılın ‘90’lı yıllarında bağımsız motorlu araç tekeli sayısı giderek azalmıştır. Otomobil sektöründe, özellikle gelişmiş ülkelerde nispeten doymuş olan pazarda payını korumak ve aynı zamanda artırmak isteyen tekel, kendisiyle rekabet edenleri yutmak zorundadır; yok olmamak için yok etmek!

Geçen yüzyılın, özellikle son on yılında, yani ‘90’lı yıllarda dünya otomobil sektöründeki dehşetli rekabetin sonucunda bir zamanın dev tekelleri daha büyüklerin kontrolüne geçmişlerdir. Bu sektörlerde dikkati çeken bir nokta da sermaye merkezileşmesinin birleşmeden ziyade devralmasıyla sağlanmasıdır.

1960’larda bağımsız otomobil işletmelerinin dünya çapında sayısı 60’dı. Bu sayı 1999’un ortalarında 15’e düşmüştür. Aşağıdaki tablo bu gelişmeyi gösteriyor. (Tablo 3)

Dünya otomobil pazarına hakim olan tekeller bunlar. Bunların içinde en büyük ise Amerikan (2), Alman (4), Fransız (2), İtalyan ve Japon (3) tekelleridir.

3.3- Yüksek Teknolojiler Sektörü

Elektronik, haberleşme teknolojisi, telefon, bilgisayar vb. alanlarda sermaye hareketi gerçek bir alt üst oluşu ifade ediyor. Bu sektörler, her an yeni bir meta üretmeye açık olmalarından ve azami kâr beklentisinin çok büyük olmasından dolayı rekabetin çok çetin yürütüldüğü sektörlerdir. Bu sektörlerde kıran kırana rekabet sonucunda, devler, birbirini yutabiliyorlar, ortaklığa gidebiliyorlar veya koşulları olduğu için dünya çapında yeni tekeller kurabiliyorlar. Örneğin Microsoft böyle bir tekeldir.

Yüksek teknolojiler sektöründeki sermaye temerküzü ve merkezileşmesi hareketi, ekonominin diğer sektörleriyle karşılaştırılamayacak derecede hızlı gelişmektedir. Bugün bağımsız olan işletme, yarın başka bir işletme tarafından yutulabiliyor ve öbür gün de bu işletmeyi daha büyük bir işletme yutabiliyor. Telekom alanında gelişme bunu göstermektedir. Ayrıca, bilimsel-teknik devrimin kazanımları, özellikle, 21. yüzyılın teknolojileri olan nano teknolojisi, rekabet teknolojisi ve gen teknolojisi bu alanlarda sürekli yeni tekelleşmelerin olacağını göstermektedir. Sanayinin diğer sektörlerinde de aynı gelişme söz konusudur; giderek daha az sayıda tekel dünya pazarını paylaşıyor. Büyük sermaye küçüğü yutuyor, büyükler birleşiyorlar ve sonuç itibarıyla demir-çelik, kimya, petrol vb. sektörlerde de birkaç tekel pazara hakim oluyor.

Tekel, sermaye birikimi ve sermaye birleşmesi de aynı zamanda sermaye birikimi demektir.

Bu anlamda tekel, temerküz olmuş, merkezileşmiş ve dolayısıyla birleşmiş sermaye demektir. Son olarak bu gelişmenin hangi boyutlara vardığını ve belli ülkelerin payını gösterelim. (Tablo 4 ve Tablo 5)

Dünyanın en büyük 50 tekelinin dünya ekonomisindeki payı-1999 itibarıyla

Ülke

 

ABD

Tekel sayısı

33

Borsa değeri payı%

66

Borsa değerindeki

(milyar dolar)

4901,2

 

payı %

71,8

İngiltere

5

10

591,6

8,7

İsviçre

3

6

249,0

3,6

Japonya

3

6

478,0

7,0

Almanya

2

4

199,2

2,9

Fransa

1

2

73,6

1,2

Diğerleri

3

6

329,9

4,8

Toplam

50

100

6822,5

100,0

Bkz. J. P. Morgan Securities (Temmuz 1999

Aktaran; Le Monde Diplomatique, Aralık 1999, syf 11                            

 

En büyük 200 çok uluslu tekel 1998 yılı itibarıyla

Tablo 5

Ülke

Sayı

Ciro

%

milyar

Dolar

 

 

ABD

74

2776

36,5

Japonya

41

1830

24,1

Almanya

23

958

12,6

Fransa

19

610

8,0

B. Britanya

13

399

5,3

İsviçre

6

217

2,8

İtalya

5

179

2,4

Hollanda

4

158

2,1

B. Britanya/Hollanda

2

138

1,8

G. Kore

3

82

1,1

Çin

3

76

1,0

İsveç

2

49

0,7

Belçika/Hollanda

1

31

0,4

Venezuela

1

25

0,3

Brezilya

1

25

0,3

Meksika

1

20

0,3

İspanya

1

19

0,3

Toplam

200

7592

100,0

İlk 6 Ülke

176

6790

89,3

 

  1. yüzyılın son çeyreğindeki, özellikle de 1878 durgunluğundan sonra, sanayide yaşanan sermaye temerküzü hareketini göz önünde tutarak 1912’de ekonomist J. B. ve J. M. Clark şöyle yazıyorlardı; “Sadece en son birleşmeler, bu gelişmeyi takip etmiş olan herkesi endişelendirecek boyut almıştır. Paleozoik (birinci zaman -çn) döneme dönsek ve dinozorlar dünyayı yeniden doldursalar, değişmeler, hayvan alemi için, devasa şirketlerin ticaret dünyasında neden oldukları altüst oluşlardan daha az heyecanlı olurdu.” (J. B. ve J. M. Clark; “The Control of Trusts”, New York, 1912. Akt. Le Monde Diplomatique, Aralık 1999, sy. 11)

Bu iki ekonomist yaşadıkları yüzyılın; 20. yüzyılın son çeyreğindeki birleşmelerin boyutlarını görebilmiş olsalardı, her halde değil, mutlaka kalp krizinden giderlerdi.

Almanya’nın önde gelen AEG’nin kurucularından olan W. Rothenav (önde gelen sanayici ve politikacı, AEG Başkanı, 1922’de Alman faşistleri tarafından Yahudi olduğu için katledildi) sermaye ve siyasi iktidar kaynaşmasını şöyle ifade ediyordu:

“Birbirini tanıyan 300 adam Avrupa kıtasının iktisadi geleceğini yönlendiriyor ve haleflerini kendi aralarından seçiyorlardı.” (Neue Freie Presse”, Wien 1909; Akt. Le Monde Diplomatique, Ags.)

  1. yüzyılda Avrupa’nın iktisadi geleceğini belirleyen işletmelerin sayısı yüzyılın başında 300’den, yüzyılın sonunda yarıdan fazla azaldı. Bugün daha az sayıda işletme, en büyük 200 çok uluslu tekel bazında sadece 75 tekel Avrupa’nın iktisadi geleceğini belirlediği gibi, dünya ekonomisinin geleceğini de belirleyen güçleri oluşturuyor.
  2. yüzyılın başında dünya ekonomisine hakim olan ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya, aynı yüzyılın sonunda da dünya ekonomisine hakimler. Yukarıdaki toplamda belirtilen dünyanın en büyük 20 tekelinin yüzde 90’ı bu ülkelere ait. Bu 200 tekel, ekonominin sadece belli sektörlerinde değil, bütün sektörlerinde; toplumsal yaşamın bütün alanlarında hakim konumdalar; sanayiden tarıma, bankacılıktan mali sektöre; borsadan kültüre, medyadan sinemaya, ticaretten politik yaşama kadar her toplumsal, ekonomik, mali vb. yaşam bu tekellerin elinde.

Yukarıdaki iki tablo 20. yüzyılın sonunda sermaye temerküzünün, merkezileşmesinin ve dolayısıyla birleşmesinin varmış olduğu devasa boyutu göstermektedir. İlk tabloda dünya çapında en büyük 50 tekel içinde Amerikan tekellerinin ezici hakimiyetini görüyoruz. 50 tekelin 33’ü Amerikan kaynaklı ve bunların borsa değeri üzerinden kontrol ettikleri miktar toplamın yüzde 71.8’ine varıyor. İkinci tablo, ciro bazında dünyanın en güçlü 200 tekelinin coğrafi dağılımını ve hangi ülke kaynaklı olduklarını gösteriyor. Bu 200 tekel içinde 176’sının merkezi sadece 6 ülkede (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, B. Britanya ve İsviçre).

Bu iki tablo, “küreselleşme”nin; sermayenin uluslararasılaşmasının boyutları ne denli büyük olursa olsun, uluslararasılaşan sermaye, aynı zamanda ve 6 ülke örneğinde de görüldüğü gibi bölgeselleşiyor. Sermaye üç kutupta; üç merkezde toplanıyor: ABD, Avrupa ve Japonya.

Trilyon dolar bazında gayri safi yurt içi üretimi 1982’de 11.2; 1992’de 23.8; 1995’te 28.6 ve 1998’de de 26.9 trilyon dolar olarak gerçekleşti. Bu miktar içinde OECD üyesi olmayan bütün ülkenin toplam gayri safi yurt içi üretiminin payı 1982’de yüzde 28.6; 1992’de yüzde 20.2; 1995’te yüzde 22.8 ve 1998’de de yüzde 24.5 oranındayken söz konusu 200 tekelin toplam cirosunun payı da 1982’de yüzde 27.2; 1992’de yüzde 24.7; 1995’te yüzde 27.5 ve 1998’de de yüzde 26.3 oranındaydı. (Tablo 6)

Tablo 6

Yıllar

1982

1992

1995

1998

Dünya yurtiçi üretimi (trilyon dolar)

11,2

23,8

28,6

26,9

OECD üyesi alınmayan bütün ülkelerin toplam yurtiçi üretiminin dünya üretimi içinde payı (%)

28,6

20,2

22,8

24,5

200 tekelin toplam cirosunun dünya üretimindeki payı (%)

27,2

24,7

27,5

26.3

 

Temerküz, merkezileşme ve birleşme anlamında sermaye hareketinde görülen temel eğilimlere gelince:

Belirttiğimiz gibi, sermaye temerküzü ve merkezileşmesi, kapitalizmin tarihi kadar eskidir. Sermaye birleşmesi de kapitalizmin tarihinde yeni olan bir olgu değildir. Birçok nedenin bir araya gelmesinin sonucunda kapitalizmin tarihinin belli dönemlerinde sermaye birleşmesi dalga dalga gelişmiştir. Bunun böyle olması; sermaye birleşmesinin inişli-çıkışlı bir eğri göstermesi, kapitalizmde eşit olmayan siyasi ve ekonomik gelişmenin de bir ifadesidir. Bilimsel-teknik gelişmeye, rekabet ilişkilerine, ekonomide başka büyüme koşullarına, politik tavra, olası savaş ve sonuçlarına, politik erkin iktisadi tedbirlerine vb. birçok olguya bağlı olarak kapitalizmin belli dönemlerinde sermaye birleşmelerinin dalga halinde geliştiğini görüyoruz. 19. yüzyılın son çeyreğinden 20. yüzyılın başına kadar olan dönemde, yani serbest rekabetçi dönemden emperyalizme geçiş dönemine sürecin kapitalist ekonomide sermayenin ilk birleşme dalgası görülmüştür. Bu birleşmede, kapitalizmin emperyalistleşme özelliklerinin belirleyici olmaya başlamaları etken olmuştur. 20. yüzyılın ‘20’li yıllarının ikinci yarısında; görece istikrar döneminde ve 1929-32 dünya krizinden önce, büyük tekellerin politik gelişmeye etkilerinden dolayı yeni bir birleşme dalgası görülmüştür. ‘60’lı yıllardan itibaren de üretim ve sermayenin uluslararasılaşma hareketi özellikle gelişmeye başlamış ve ‘80’li yılların sonundan itibaren de yeni bir birleşme dalgası; küreselleşme yaftası altında güçlü bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Bu gelişme hâlâ devam etmektedir.

Bugünkü sermaye birleşmesi daha öncekileriyle karşılaştırılamayacak derecede büyük, kapsamlı boyutlarda gerçekleşiyor ve gelişme ekonominin her bir sektöründe birkaç tekelin ayakta kalabileceği bir çizgide ilerliyor. Bu çizgi, “süper tekel”e götürür mü, götürmez mi, bu tamamen ayrı bir tartışma konusudur. Ama her halükarda, bugünkü birleşme dalgası, küreselleşme kapitalizmin yeni bir aşaması, emperyalizm ötesi bir aşaması değildir. Bu, emperyalizm içi bir gelişmedir. Tabii bu gelişmenin kendine özgü olan yönleri de var; sermayenin mevcut merkezileşme ve birleşme hareketi, mevcut bütün sermayeyi harekete geçirmeyi ve dolayısıyla dar özel kapitalist mülkiyet ilişkilerini aşmayı hedefliyor. Aslında bunda da yeni olan bir şey yok. Sermayenin, dar özel kapitalist mülkiyet ilişkisini aşması kapitalizme aykırı değildir, ama sistemin ne denli çürüdüğünü, tarihsel önemini doldurmuş olduğunu gösterir.

Sermaye birleşmesini ekonominin klasik sektörleriyle sınırlı kalmadığını; toplumsal faaliyetin metaya dönüştürülen bütün alanlarına yayılmış olduğunu ve dolayısıyla birleşerek, giderek daha güçlü olan sermayenin toplumu, yaşamın ve üretimin her alanında kontrol ettiğini görüyoruz.

Sermayenin birleşmesi, her ne kadar “küreselleşme” şemsiyesi altında bir süreç olarak görülüyorsa da bunun gerçekle pek ilgisi yok. Şüphesiz ki üretim ve sermaye uluslararasılaşıyor, burjuvazinin deyimiyle “küreselleşiyor”. Ama sermaye, aynı zamanda güçlü bir bölgeselleşme içinde. Uluslararasılaşan sermayenin bölgeselleşmesi kapitalist dünya ekonomisindeki ekonomik güçler dengesinin durumuyla açıklanır, yani eşit olmayan siyasi ve ekonomik gelişmeyle.

Yukarıda söz konusu ettiğimiz dünyanın en güçlü 50 ve 200 tekeli arasında 6 ülke tekellerinin belirleyici olması, uluslararasılaşan sermayenin bölgesel kalelerini ifade eder. Uluslararasılaşan sermaye bu ülkelerde toplanıyor: ABD, Avrupa ve Japonya. Bu üç merkezde yoğunlaşan sermaye rekabetin, birleşmenin, hegemonyanın stratejisi ve taktiklerini belirliyor.

Dünya çapında yatırılan doğrudan yatırımların yaklaşık yüzde 85’inin bu üç bölgedeki (ABD, AB ve Japonya) tekellerinin elinde olması, uluslararasılaşan sermayenin ne denli bölgesel olduğunu gösterir.

4- Tekelciliğin Sosyal-Ekonomik İçeriği

“Bu dönüşüm sürecinin (bkz; bu makaledeki ilk alıntıda söz konusu olan dönüşüm -çn) bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine sahip olan sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de olabildiğince artar; ama gene bununla birlikte sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının tepkisi de büyür, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy veren üretim biçiminin ayakbağı olur, üretim araçlarının merkezileşmesi ve çalışmanın toplumsallaşması, sonuç itibarıyla bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler, mülksüzleştirilirler.

Kapitalist üretim biçiminin, ürünü olan kapitalist mülk edinme biçimi, kapitalist özel mülkiyet yaratır. Bu mülk sahibinin kendi bireysel çalışmasına dayanan özel mülkiyetinin ilk yadsınmasıdır. Ama kapitalist üretim bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğu ile kendi yadsınmasını doğurur. Bu, yadsınmanın yadsımasıdır (inkârın inkârıdır. çn). Bu, özel mülkiyeti yeniden getirmez; ama ona, kapitalist dönemde edinilen elbirliği ve toprak ile üretim araçlarının ortak sahipliğinin temeline dayanan bireysel mülkiyeti sağlar.” (K. Marks, Kapital, C. I, sy. 790/791, Alm.)

Evet Marks burada dağınık, paramparça olmuş bireysel özel mülkiyetin sağlanmasından değil, birbirine bağlı üreticilerin mülkiyetinin sağlanmasından bahsediyor. Bu mülkiyetin geçerli kılınması, Marks’ın deyimiyle bu konudaki inkârın inkârının gerçekleştirilmesi ancak ve ancak birleşik üreticilerin, yani işçi sınıfının sosyal(sosyalist) devrimiyle mümkün olur.

Burada söz konusu olan “toplumsal mülkiyete az sayıda kapitalistin el koyması” tekelleşmenin ve tekelleşme de kapitalist düzenin çürümesinin/kokuşmaya başlamasının açık ifadesidir. Toplumsal durum, üretim araçlarının toplumun eline geçmesini sağlayacak derecede olgunlaşmıştır.

Bu olgunlaşmanın veya tersten ifade edersek, çürüme ve kokuşmanın ekonomik ifadesi tekeldir. Tekel, kapitalizm koşullarında; özel mülkiyet koşullarında ilerleyen toplumsallaşmadır, keskinleşmiş bir çelişkidir. Tekel, üretim araçları mülkiyetinin değişmesi zamanının geldiğini ifade eder; tekel, özel kapitalist mülkiyetten toplumsal mülkiyete geçişin doğrudan ifadesidir. Bu geçiş bugün sağlanamıyorsa bu geçişi sağlamak zorunda olan sınıfın; işçi sınıfının sorunudur. Yoksa nesnel koşulların olgunlaşmış olmasının bir ifadesi değildir.

Lenin, tekelci kapitalizmin çürüyen kapitalizm olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Emperyalizmi, bir geçiş kapitalizmi olarak tanımlamak gerekir... Bütün bir işletme, kitlesel verilerin tam hesabı temelinde planlı bir şekilde onlarca milyon insan için gerekli bütün hammaddelerinin üçte ikisinin ya da dörtte üçünün teminini örgütleyen dev bir işletme olduğunda; bu hammaddeler sistemli ve örgütlü bir biçimde bazen birbirinden yüzlerce, binlerce mil (İngiltere, ABD gibi ülkelerde uzunluk ölçüsü, 1 mil=1609,3 metre -çn) uzaklıktaki en uygun üretim yerlerine ulaştırılıyorsa; çeşitli mamul maddelerin yapımına kadar hammaddenin birbirini izleyen işleme evreleri bir merkez tarafından yönetiliyorsa; bu ürünler tek bir plan dahilinde on milyonlarca, yüz milyonlarca tüketiciye dağıtılıyorsa (Amerikan petrol tröstünün Amerika’da ve Almanya’da petrol satışı), o zaman, artık... üretimin toplumsallaşmasıyla karşı karşıya bulunduğumuz açıktır. Özel ekonomik ilişkiler ve özel mülkiyet ilişkileri, artık içeriğine uymayan bir kabuktan çıkartılması yapay olarak geciktirilirse kesinlikle çürüyecek olan, bu çürüme durumunu oldukça uzun sürdürse de (en kötü ihtimalle, oportünist çıbanın iyileşmesinin uzun zaman alması halinde) sonuçta kesinlikle atılacak olan bir kabuktan ibarettir.” (Lenin; Emperyalizm, C. 22, sy. 307/308)

Bu oportünist çıban yüz senedir, emperyalizmin bütün tarihi boyunca işçi hareketi içinde ve dışında emperyalizm için çalışıyor. Ama bu kabuk, bu çıbana rağmen ve onunla birlikte tarihin çöplüğüne atılacaktır. 100 senedir çürüyen kapitalizmin yıkılması, mülkiyetin sınıfsal karakterinde inkârın inkârının sağlanması, kapitalist özel mülkiyetten toplumsal mülkiyete geçişin sağlanması dünya proletaryası ve emekçilerinin 21. yüzyıldaki temel sorunu olacaktır. Sermaye temerküzünün, merkezileşmesinin ve birleşmesinin sosyal-politik içeriği 21. yüzyıl insanını devrimci olmaya zorluyor.

5- Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birleşmesi Sorunu

Sermaye birleşmesinin olabilmesi, sermaye hareketinin bu yönde gelişebilmesi için, birçok ön koşulun bir arada olması gerekir. Türkiye ekonomisinin özelliklerini göz önünde tutarak bu konuda söylenmesi gereken şunlardır:

  1. a) Türkiye’de kapitalizm, adeta tekelci kapitalizm olarak doğmuştur. Normal seyri içinde sermaye birikimi hareketinin ötesinde Kemalist devlet, özellikle ‘30’lu yıllarda aldığı iktisadi ve ekonomiye yönelik siyasi tedbirlerle Türkiye’de tekelci bir kapitalist gelişmenin temelini atmıştır. Bu devlet kapitalizmi, her dönem özel sektörün tamamlayıcısı ve destekçisi olmuştur.
  2. b) Türkiye’de özel sektör, sektör olarak tanımlayabileceğimiz özellik ve gücüyle, ancak ‘50’li yıllardan itibaren gelişmeye başlamıştır. Bu sektördeki sermayenin dikkati çeken iki özelliği vardır:

1- Özel sektörde sermaye konsantrasyonu ve santralizasyonu; tekelleşme, önemli boyutlara varmıştır. Burada esas olan, tekelleşmenin hangi boyutlara vardığından ziyade, böyle bir durumun; tekelleşme durumunun nesnel bir gerçeklik olmasıdır.

2- Özel sektörde sermaye, tek başına değil yabancı sermaye ile ortaklık içinde faaldir. Türkiye ekonomisinin özel sektöründe yabancı sermaye ile ortaklığa gitmemiş güçlü bir sermaye grubu/şirket hemen hemen yok gibidir. Bu ortaklıklarda, genellikle, sermayenin yüzde 51’i veya daha fazlası yerli şirketlere aittir. Ama bu pay durumundan hareketle yabancı sermayenin yerli sermaye hareketine, onun çıkar yönüne tabi olduğu sonucuna varılmamalıdır. Bu ortaklıklarda yerli ve yabancı sermaye, Türkiye pazarına hakimiyet ve dışarıya açılma stratejisine göre hareket ediyor. Yani tam bir uzlaşma, işbirliği hakim.

3- Yıllarca süren korumacılıktan dolayı Türkiye’de iç pazar, yerli şirketlerin arpalığı durumundaydı. İyi-kötü, kaliteli-kalitesiz ne üretilirse, dış rakipsiz satılıyordu. Bu durum 12 Eylül (1980) darbesinden ve özellikle Özal’lı yıllardan bu yana değişti ve Türkiye’de iç pazar, yabancı sermayeye adım adım açıldı. Şimdi ise “küreselleşme” yaygarası altında, aslında yabancı sermayenin dayatması olarak, IMF ve Dünya Bankası öncülüğünde yabancı sermaye için iç pazarda hiçbir engel bırakılmıyor ve ulusal sayılabilecek bütün zenginlikler yabancı tekellere peşkeş çekiliyor. IMF kredileri, Dünya Bankası’nın uyumluluk programı ve bunun için krediler, Tahkim Yasası vb. hep bu teslimiyet ve peşkeş çekmenin ifadesidir.

Sanılmasın ki Türkiye’de çok büyük bir yabancı sermaye birikimi vardır. Türk burjuvazisinin, özellikle Özal’dan bu yana aldığı teşvik tedbirlerine rağmen ülkemize olağanüstü bir yabancı sermaye akışı olmamıştır. Türk burjuvazisi bu konuda hayal kırıklığına uğramıştır. Şöyle diyebiliriz: Revizyonist bloğun dağılmasından sonra, bugün daha ziyade Balkanlar-Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninde keskinleşen emperyalistler arası çelişkilerin/rekabetin tam ortasında yer alan Türkiye’nin jeostratejik öneminin “yeniden” keşfi, henüz tam anlamıyla nakite (sermayeye) dönüşmemiştir. Bu süreç yeni başlıyor.

Gelişmenin/durumun bu seyrinden çıkartılması gereken sonuç şudur:

Şirketler, iç pazardaki paylarını/konumlarını koruyorlar ve birinin aleyhine diğerinin lehine çok önemli/zorlayıcı bir gelişme yok; onları birleşmeye, birleşerek büyümeye zorlayan nedenler henüz gerçek anlamda oluşmamıştır. Bu nedenden dolayı da yerli şirketler (sermayeler), birleşme sorununu, Türkiye’de rekabetin/sermaye hareketinin bir kaçınılmazlığı olarak gündemlerine almamışlardır.

Türkiye iç pazarı bazında özel sektörde sermayenin tekelleşmesi ne denli boyutlu olursa olsun, dış pazar açısından bu sermayenin çapı oldukça küçüktür. İhracatın yüzde 85’ini sanayi ürünlerinin oluşturması, Türk şirketlerinin başka ülkelerde yatırım yapıyor olmaları; sermaye ihraç etmeleri, sorunun özünde bir şey değiştirmiyor; uluslararası planda Türk sermayesinin rekabet alanı oldukça dardır. Bu alanlar, -inşaat sektörü hariç- çok uluslu tekellerin girmedikleri, önemsemedikleri alanlardır. Bundan dolayıdır ki Türk sermayesi, büyük olmadığı halde, yurt dışında var olabiliyor.

Uluslararası iddiasızlıktan ve iç pazarda rekabet koşullarının zorlama boyutlarında keskinleşmemesinden dolayı ülkemizde sermaye birleşmesi hareketi, henüz, uluslararası planda görüldüğü gibi görülmüyor. Ama eğilim bu yönde. Sabancı ve Koç’un, ‘deneme için de olsa’ diye açıklamaları buna bir örnektir. Ayrıca, bankacılık sektöründeki gelişmeler, ülkemizde de sermaye hareketinin birleşme kaçınılmazlığını gösteriyor. Her holdingin kendi bankasını kurması ve sermaye -mevduat- avcılığına çıkma dönemi artık kapanmıştır. Bugün Türkiye’de bu kadar çok sayıda bankanın var olma koşulu yoktur. Vesilesi ne olursa olsun, bundan dolayıdır ki, bankaların bir kısmı iflas etmiştir. Bu sektörde, kaçınılmaz olarak, başka iflaslar da olacaktır. En büyük birkaç banka bütün sektöre hakim olana kadar bu süreç devam edecektir veya da birleşilecek ve bu birleşmelerden güçlü bankalar doğacaktır. İş Bankası Genel Müdürü ve Türkiye Bankalar Birliği Başkanı Ersin Özince bu konuda şöyle diyor:

“Birleşmeler rekabetin çok büyük olduğu marjinalleşmiş pazarlarda değerlidir. Türkiye’nin bu aşamalara süratle geleceği kanaatindeyim. Ancak bu konuda şartların geliştiğini düşünüyorum.” (Hürriyet, 25 Mart 2000)

Bu anlayış sadece bankacılık sektörü için değil, bütün sektörler için geçerlidir.

Çok sayıda sermayenin (şirketin) aynı pazarda rekabeti, pazarı marjinalleştirir. Yani her bir şirketin pazar payının düşük olmasını beraberinde getirir. Bu marjinalleşmeyi aşmanın yegane yolu, rekabet ve daha güçlü olmaktır. Güçlü olmak iki dürtüden kaynaklanır; öncelikle, var olmak, diğerleriyle rekabet gücüne sahip olmak ve sonra da, buna bağlı olarak, yutulmamak için yutmak; yok olmamak için yok etmek. Örneğin, genelde her biri bir aile şirketi olan Gaziantepli sanayi şirketlerinin birleşmeden yana olmalarının nedeni, iç ve dış pazarda rekabet gücünü artırma/büyüme dürtüsünden ileri gelmektedir.

“Stratejik Teknik Ekonomik Araştırmalar Merkezi” tarafından düzenlenen “Sigorta Arenası 2000 Forumu”na katılan Devlet Bakanı Recep Önal, Türk sigorta şirketlerinin uluslararası arenada var olabilmeleri için güçlü olmaları gerektiğine dikkat çekerek şöyle diyordu:

“Sigorta şirketlerimiz yeni ortaklar bulmak, devir ve birleşmeler de dahil olmak üzere ellerindeki tüm olanakları kullanarak öz kaynaklarını güçlendirmek durumundadırlar.”

Bakan, aynı konuşmasında, sermaye/şirket birleşmeleri önünde bir dizi engellerin olduğundan da bahsediyor. Doğru. Sadece sigortacılık sektöründe değil, genel olarak ekonomide sermaye birleşmelerinin önünde bir dizi bürokratik, mevzuata ilişkin engeller var ve şimdiye kadar rekabet, birleşmeleri kaçınılmaz kılacak derecede dayatmadığı için, söz konusu engeller de aşılmamıştır. Ama Türkiye’de de sermaye hareketinin genel seyri, birleşmeleri kaçınılmaz kılacak yönde geliştiği için, mevzuata ilişkin engellerin aşılması da sadece bir zaman sorunu olarak görülmelidir.

Sermaye birleşmesinin önündeki engelleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Sektörü tam rekabetten uzaklaştıran sınırlayıcı düzenlemeler
  2. a) Sektöre giriş çıkışların önündeki engeller
  3. b) Tasarrufta tam güvence sağlanması
  4. c) Kamu bankalarının sektördeki ağırlığı
  5. Banka birleşmeleri ve vergi uygulamaları
  6. a) Kurumlar vergisi
  7. b) Damga vergisi
  8. c) Banka ve sigorta muameleleri vergisi
  9. d) Harçlar
  10. Sermaye piyasalarına ilişkin düzenlemeler
  11. a) Şirket halka açık oranlarının düşük olması
  12. b) Bankaların ortaklık yapıları ve banka sahibi olan grupların aralarındaki rekabet
  13. c) Hukuki altyapı güvensizliği

4.Rekabet Kurulu’ndan izin alınması

5.Kurum kültürleri arasındaki farklılıklar

6.Uluslararası muhasebe standartlarına tam olarak uyumun olmayışı (Bkz. Financial Times, 6 Temmuz 2000)

Bu engellere rağmen, Türkiye’de sermaye birleşmesi, kapitalist dünya ekonomisinde çok uluslu tekellerin birbirlerini yutmaları, devir, satın alma biçimlerinde görülmese de, “rekabette ortaklık” biçiminde gelişmektedir.

Türkiye’de holdingler arası “ortaklaşa rekabet”in örnekleri şunlardır:

Doğan Holding:

-İş Bankası (Petrol Ofisi)

-Sabancı Holding (GSM ihalesi)

-Koç Holding (Ultra TV. Otokar Afi)

-Raks Holding (D&R)

Koç Holding:

-Medya Holding (GSM ihalesi)

-Doğan Holding (Ultra Kablo)

-Uzel Holding (Döktaş Döküm)

-Sabancı Holding (Türk Philips)

-ATA Grubu: (Besicilik yatırımı)

-ENKA Holding (Ramstore/Moskova)

Sabancı Holding:

-OYAK Grubu (Oysa Niğde Çimento, Oysa İskenderun Çimento)

-Doğan Holding (GSM ihalesi)

-Doğuş Holding (GSM ihalesi)

FİBA Holding:

-Bayındır Holding: (Romanya’da banka)

İş Bankası:

-Doğan Holding (Petrol Ofisi ihalesi)

Anadolu Grubu:

-Ülker Grubu (Polinas ambalajı)

Çukurova Holding:

-Doğuş Holding (Yapı Kredi Bankası)

-Koray Grubu (Yapı Kredi Koray GMYO)

-Medya Holding (ATV)

OYAK Grubu:

-Koç Holding (Goodyear’da ortaklık)

-Sabancı Holding (Oysa Niğde Çimento, Oysa İskenderun Çimento)

-Gama Grubu (Elazığ Çimento Sanayii)

-ETİ Grubu (Tam Gıda Sanayii)

-Halk Bankası (Halk Finansal Kiralama)

(Bu veriler, “Capital”in Temmuz 2000 sayısından alınmıştır. Sy. 106)

Burada Türkiye’nin önde gelen bazı sermaye gruplarının, rekabet edecekleri alanlarda rekabet etmektense ortak hareket etmeyi yeğlediklerini görüyoruz. Bu sermaye gruplarının ortak hareketleri, rekabeti ortadan kaldırmıyor. Sadece, söz konusu alanlarda geçerli olan, en azından ortak hareket etme bazında “sermaye birleşmesi”ne gittiklerini göstermektedir. Böylelikle bu sermaye grupları, faal oldukları başka alanlarda rekabet kurallarına göre hareket ederlerken, yani kıyasıya rekabet ederlerken, sadece söz konusu alanlarda ortak hareket ederek, güçlü olmanın yolunu aramış oluyorlar. Bu gelişmeye GSM ihalesi, tipik bir örnek oluşturur. GSM ihalesi, bu ihale bazında “Doğan Holding-Sabancı Holding-Doğuş Holding”, ”Koç Holding-Medya Holding” gibi ortaklıkların doğmasına yol açmıştır. GSM ihalesindeki bu ortaklık gelişmesi, daha önce Petrol Ofisi ihalesinde de görülmüştü (Bu ihaleyi Doğan Holding-İş Bankası ortaklığı kazanmıştı)

Sonuç İtibarıyla

Türkiye’de de şirketler, gelişmelerinin belli bir aşamasında sermaye birleşmesine gitmek zorunda kalacaklardır. Sermaye birleşmesi süreci, belirttiğimiz nedenlerden dolayı, Türk ekonomisinde henüz yeni sayılabilecek, en azından etkisi pek görülmeyen bir gelişmedir.

İç pazarda rekabetin keskinleşmesi, bunun ötesinde dış pazara açılma eğilimi; eşit olmayan ekonomik gelişme yasasının sonucu olarak, şirketler arası birleşmelere yol açacaktır. Sermaye hareketi nesnel bir harekettir. Bu nesnellik, koşulları oluşunca Türk şirketlerinde de görülecektir. Bundan kurtuluş yoktur. Çünkü yok olmamak için rakibi ya yutacaksın ya yok edeceksin veya da onunla birleşeceksin. Türkiye’de sermaye hareketi, bu sürecin henüz başındadır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi