Türkiye Ekonomisi Ve Ekonomik Kriz Sorunu

Anlaşılan o ki, marksist politik ekonomiyi ve bunun coğrafyamızda şekillenişini kavramadan,- bundan sonuçlar çıkarmadan devrim yapmak isteyenler var. Marks'ın 25 yıl çalışarak hazırladığı, ancak birinci cildinin baskısını görebildiği "Kapital", zorlandığı zaman kullanılan bir alıntı kaynağına indirgenmiş. Lenin'in "Emperyalizm..." yapıtı Maocu-troçkist anlayışlara Marksist renk vermek ve somut durumun analizi yerine genel lafızları/ formülasyon-ları güncelleştirmek için kullanılır olmuş. Öyle ki, bazı küçük burjuva çevreler, "te-ori"yi doğrulamak için Marksizmi istediği gibi yorumlamaya yönelmiş. Bunlar, yaptıkları siyasi tespitlerini sorgulamıyorlar, yanlışı doğru göstermek için Marksist teoriyi çarpıtmaktan çekinmiyorlar. Marksist teori adına nelerin yapıldığını göstermek için birkaç örnek verelim. Partizan Sesi, 1997'de, "kapitalist görüntülere kanmayın, sömürü feodal karakterlidir," diyordu. (Bkz. Partizan Sesi, 16-31 Ocak 1997, syf.28).

Şimdilerde ise Halkın Günlüğü, ekonomik krizden, Türk ekonomisinin sürekli krizde oluşundan bahsediyor (Bkz. H. Günlüğü, sayı 27, 16-30 Eylül 1998). Acaba İ997'den 1998'e ne oldu da Türkiye'de feodal sömürü yerini kapitalist sömürüye bıraktı ve bu arkadaşlar ekonomik kriz üzerine yazmaya başladılar. Yoksa 1997'nin başından 1998'in sonuna Türkiye'de "feodalizmden ayrı bir toplumsal yapı olmayan yarı-feodal toplumsal yapı" (P.S. ağ. sayı) kapitalist yapı karakteri mi aldı da kapitalizme özgü ekonomik krizden bahsediliyor? Bilmiyoruz. Bu 180 derecelik "fikir çarkı" onların sorunu. Özgürlük Dünyası, yanılmıyorsak 57. sayısında işsizlik sorununu kapitalist sistemde çözecek kadar cüretkar reformist çizgideydi. Bu çevre, aynı zamanda sürekli kriz analizleri yapardı. "Gerçek"i ve bu dergiyi takip edenler bunu bilirler. Sonra ne olduysa (!) Marksist kriz teorisini sözde doğru telaffuz etmeye başladılar. Sadece sözde! Artık '70'lerden beri devam eden krizden pek bahsedilmiyor. Görüş tam 180 derece değişiyor. Ama "tık" yok! 1970'lerden beri kriz bayrağım bugünlerde Kızıl Bayrak ve Kurtuluş omuzlamış durumda. Marksist kriz teorisine karşı sanki savaş açmışlar. Bu arkadaşlar, 1970'ler-den beri süren ekonomik krizi gazetelerinin her yeni sayısında biraz daha derinleştiriyorlar! Durumu oldukça felaket olanlardan birisi de Devrimci Proletarya. Bu dergi, kendini 34-37. sayılarında "dalga" teorisine ve ekonominin troçkist yorumuna kaptırmış. Rahmetli troçkist, E. Mandel'ın ekonomi ve kriz üzerine anlayışlarını adeta yeniden yazmış(!). Bu dergi de Marksist teori adına ekonomide sürekli krizi savunuyor. Tek özelliği, diğerlerinden farklı olan yönü "dalga" teorisine ve troçkist yorumlara inanması!

Bahsettiğimiz anlayışları bu yazımızda eleştirmeyeceğiz. Sadece bir durum tespiti yaptık. Marksizm adına konuşan küçük burjuva akımların Marksist-Leninist politik ekonomiyi nasıl kavradıklarının ipuçlarını verdik. Bu anlayışlar mutlaka ele alınacak ve eleştirilecektir. Umarız ki bu yazımız uyarıcı olur.

Marksist kriz teorisine göre ekonomik krizin (fazla üretim krizi, aşırı üretim krizi) olasılık ve zorunluluk koşulları farklıdır. Dolayısıyla herhangi bir ülkede -örneğin Türkiye'de- fazla üretim krizinin maddi koşullarının olup olmadığı iki açıdan ele alınmalıdır: Birincisi, krizin olasılığı ve ikincisi de krizin zorunluluğu. Aşağıda da göstereceğimiz gibi Türkiye ekonomisinde krizin olasılığı üzerinde durmaya gerek yok. Geriye krizin zorunluluğu kalıyor. Bu zorunluluğun gerçekleşmesi, yani ekonomik krizin kaçınılmazlığı kapitalist üretim biçiminin gelişme aşamalarıyla doğrudan ilgilidir. Biz, Türkiye'de kapitalist üretimin, kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu tespitini yapıyoruz: Türkiye geri kapitalist bir ülkedir, ama dünya ölçeğinde değerlendirildiğinde orta düzeyde gelişmiş bir ülkedir.

Şüphesiz ki, kapitalist üretim biçiminin genel hakimiyeti kriz konusunda çıkış noktası olarak alınamaz. Kapitalist üretim biçiminin hakimiyetinden ne anlaşıldığı açılmazsa yanlış anlaşılmanın yolu açılır. Ama bizim tespitimiz geneli aşan bir tespittir ve yanlış anlaşılmaya yol açmaz. Buna rağmen belirtelim: Kapitalist üretim biçimi üç gelişme aşamasından oluşur:

a- Basit kapitalist üretim (1.aşama). b- Manifaktür üretim (2. aşama). c- Makinalı büyük üretim (3. aşama).

İlk iki aşamada ekonomik krizin patlak verme olasılığı vardır, ama patlak verme zorunluluğu yoktur. Ekonomik krizin patlak verme olasılığı daha basit meta üretiminde vardır. (Bkz. K. Marx, Artı Değer Üzerine Teoriler, C.26/2). Bu olasılık, ancak kapitalizmin üçüncü gelişme aşamasında zorunluluğa dönüşür. Öyleyse: Kapitalist üretim biçiminin üçüncü (son) aşamasında, yani maki-nalı büyük üretim aşamasında ekonomik krizin; fazla üretim krizinin nesnel koşullan olasılıktan çıkarak zorunluluk halini alırlar. (Kriz devreviliğini açarken bu noktayı da açmış olacağız).

Soruna Türkiye ekonomisi açısından yaklaşalım:

Türkiye, emperyalizme bağımlı geri kapitalist bir ülkedir. Dünya Ölçeğine göre de orta düzeyde gelişmiş bir kapitalist ülke. Türk ekonomisi dünya sıralamasında 17. büyük ekonomi. Bu durumda olan bir ekonomi, kapitalist üretim biçiminin hangi gelişme aşamasına tekabül edebilir? Açıktır ki bu, ilk iki aşamaya tekabül etmeyen bir gelişmedir. Türk ekonomisi, kapitalist üretim biçiminin . basit kapitalist üretim ve manifaktür üretimi aşamalarını geride bırakmıştır. Bunun böyle olduğunu tartışmanın anlamı yok. Çünkü yanlış da, antimarksist de olsa sürekli krizden bahsetmek, fazla üretim krizinden bahsetmek, ekonomik krizin patlak vermesinin olası olduğu kapitalist üretim biçiminin ilk gelişme aşamasının Türkiye ekonomisi açısından geride kaldığını/tarihsel bir olgu olduğunu daha baştan kabul etmek anlamına gelir. Öyleyse geriye üçüncü aşama kalıyor. Yani Türkiye'de kapitalist üretim biçiminin makinalı üretim aşaması hakimdir. Bu durumda ekonomide fazla üretim krizinin patlak vermesi bir zorunluluktur. Türk ekonomisi böyle bir sürece, kapitalist üretim biçiminin makinalı üretim aşamasına '30'lu yılların sonundan itibaren girmiştir. İstatistiki veriler bunu gösteriyorlar: Büyük işletmelerin (devlet ve özel sektör-toplamı) sanayi üretimindeki payı 1939'da % 60'tan 1944'te % 67,4 ve 1950'de de % 70,7'ye çıkarken küçük işletmelerin/küçük meta üretiminin payı aynı yıllarda % 40'dan % 32,6'ya ve % 29,3 düşmüştür. Sonraki, yani 1950'den sonra bu süreç, sürekli ve geriye dönüşümsüz olarak makinalı üretim lehine gelişmiştir. Örneğin 197O'te büyük işletmelerin (makinalı büyük üretim) sanayi üretimi toplam katma değerindeki payı % 88,3 oranınday-ken, küçük işletmelerin payı % 11,7 oranındaydı.

Burada, derme-çatma, teneke-kova, soba borusu üreten bir "sanayi" ile değil, teknoloji açısından modernliği hangi seviyede ve emperyalizme ne denli bağımlı olursa olsun makinalı büyük üretim aşamasında olan bir kapitalizmle işbirlikçi tekelci bir kapitalizmle karşı karşıya olduğumuzu göstermek için iki önemli kıstas üzerinde duralını:

1. Kıstas: Türkiye'nin ithalatının bileşiminde yatırım mallarının payı 1963'te % 45,8'den 1993'te % 32,5'e düşüyor. Yani 13,3 puan geriliyor. Aynı yıllarda hammaddelerin payı ise % 48,8'den % 53,5'e ve tüketim mallarının payı da % 5,4'ten % 14'e çıkıyor. Burada çıkartılması gereken sonuç şudur:

-    Makinalı üretim aşamasında olmayan bir ekonomide yatırım mallarının ithalattaki payı bu denli yüksek olmaz.

-    Makinalı üretim kendini iç yatırım malları üretimiyle yenilemiyorsa, yani salt ithâl yatırım mallarına bağımlı kalıyorsa, bu malların ithalattaki payı düşmez. Şayet bu pay düşüyorsa, o ekonomide makinalı üretim süreci gelişiyor demektir.

-    Makinalı üretim aşamasında olmayan "bir ekonomide hammaddelerin ithalattaki payı bu denli yüksek olmaz. Üretmeyen ekonominin hammaddeye de ihtiyacı yoktur.

-    Tüketim mallarının ithalattaki payının düşük olması iki açıdan açıklanır: Birincisi; fazla ithalat yapmamak ve iç üretimi/pazarı korumak/teşvik etmek, ikincisi; birincisine bağlı olarak, tüketim malları ihtiyacını iç üretimle karşılamak. 1980'li yılların başına kadar Türk burjuvazisi ithalat politikasında bu iki noktayı göz önünde tutmuştur.

2. Kıstas: Türkiye'nin ihracatında tarımın payı 1963'te % 77,2'den 1993'te % 15,4'e düşer: 61,8 puanlık, yani beş misli bir azalma. Aynı yıllarda madenciliğin ihracattaki payı % 3'ten % 1,6'ya düşerken sanayi ürünlerinin payı % 19,8'den % 83'e çıkar. £3,2 puanlık, yani 4,2 misli bir artış.

İhracattaki gelişmenin böyle olmasından çıkartılması gereken sonuç şudur:

-    Makinalı üretim aşamasında olmayan bir ekonomide sanayi ürünlerinin ihracattaki payı bu denli yüksek olamaz.

Bir ülkenin dış ticaret bileşiminin böyle olması, o ülkede kapitalist üretim biçiminin makinalı üretim aşamasının hakimiyetinin açık ifadesidir. Ve makinalı üretimin hakim olduğu koşullarda fazla üretim krizinin patlak vermesi de bir zorunluluktur. Devrevi olarak patlak veren fazla üretim krizleri, kapitalist makinalı üretim aşamasının krizleridir. Ancak sanayiin gelişmesiyle birlikte sabit sermaye, ekonominin devrevi gelişmesinin tabanını oluşturabilecek bir kapsama ulaşır. Sabit sermayenin, ekonominin Adevrevi gelişmesinin tabanını oluşturabilecek bir kapsama ulaşması bugünden yarına gerçekleşmez. Bu bir süreç sorunudur ve her bir ülkede koşulların farklılığından dolayı- görece kısa veya uzun bir zaman diliminde sonuçlanır. Ancak ve ancak bu süreç sonuçlandığında; sabit sermaye, ekonomik gelişmenin tabanını oluşturabilecek kapsama vardığında fazla üretim krizleri/devrevi krizler zorunluluk olurlar.

Öyleyse; devrevi krizler, kapitalist büyük üretimin krizleridir. Bu krizler, kapitalizmin, toplam sermayede sabit sermayenin payının sürekli arttığı döneminin krizleridir.

Kapitalist gelişmenin ancak bu aşamasında kapitalizm "kendi ayakları üzerinde duracak" (Marks) duruma gelmiştir. Yani makinalı bu yük üretim formunda kendi mad-di-teknik tabanını oluşturmuştur. Maddi (materyal)-teknik tabanın oluşması belli aralıklarla patlak veren fazla üretim krizlerinin oluşma koşullarının da sonuçlandığı anlamına gelir. Artık sözkonusu olan, sabit sermayenin, belli aralıklarla patlak veren fazla üretim krizleri için maddi taban rolünü oynamasıdır.

Şimdi soruna başka bir açıdan bakalım: Daha doğrusu, anlattıklarımızı teoriyle destekleyelim. Bu nedenle önce, krizin olasılıklarının ne anlama geldiğini açıklayalım.

Alman burjuva ekonomisti Günter Schmölders, "Konjonktürler ve Krizler" adlı çalışmasında (Hamburg, 1955) Amerikan ekonomistleri Poster ve Catchings'in kriz nedeni olabilecek 230'dan fazla teoriden bahsettiklerini yazar (syf. 37). Yani burjuvazi, ekonomik krizlerin nedeni olabilecek teori üretmekte oldukça hünerli! Bu teoriler, uzaydan kaynaklanan nedenlerden, güneş üzerindeki lekelerden kapitalistlerin ruh haline kadar uzanan geniş bir demagoji yelpazesini kapsıyor. Bu kadar çok teori üretmelerine rağmen burjuva bilim adamları fazla üretim krizlerinin gerçek nedenini bir türlü bulamamışlardır. Tabii ki aptal olduklarından dolayı değil. Onlar, fazla üretim krizlerinin nedenini çok iyi biliyorlar ve görevleri de krizin nedenini belirsizleştirmek olduğu için bu konuda yüzlerce teori üretmektir. Soruna açıklık getirenler, başlangıç itibariyle, Marks ve Engels olmuştur. Marks ve Engels'e, yani Marksist Kriz teorisine göre;

-    Meta dönüşümündeki aksaklık; bir bütün süreci ifade eden meta-j>ara-meta (m-p-m) hareketinin m-p ve p-m olarak ayrışması;

-    Ödeme aracı olarak para (borçlanma ve borçlanmanın alıcıyı zor durumda bırakması), krizin patlak vermesinin iki soyut olasılığını ifade ederler.

- Krizin başka bir olasılığı da üretim sürecinin dolaşım sürecinden kopmasından kaynaklanır. Üretim süreci ve dolaşım süreci, birbirinden ayrılmaz bir bütünselliğin ifadesidir. Bu bütünsellik korunduğu/devam ettiği müddetçe yeniden üretim süreci gerçekleşmiş olur. Aksi takdirde, metanın satışı dolaşım sürecinde gerçekleştiğinden dolayı bu süreçteki bir olumsuzluk (metanın satılması veya da ödeme yükümlülüğünün yerine getirilmemesi) üretim ve dolaşım süreçlerinin birbirinden kopmasına neden olur. Bu durumda krizin başka bir soyut olasılığı doğmuş olur.

Bu olasılıkların zorunluluk olabilmeleri için, yani fazla üretim krizinin patlak vermesinin kaçınılmaz olabilmesi için meta üretiminin gelişmiş olması gerekir. Ama tek başına bu da, meta üretiminin gelişmiş olması da yeterli değildir. Kapitalist bir ekonomide fazla üretim krizinin patlak vermesi için üretimin toplumsal karakteriyle bu üretime el koyusun kapitalist karakteri arasındaki çelişkinin gündemde olması gerekir. Bu temel çelişki, kapitalist üretim biçiminin devrevi krizinin nedenidir.

Bu konuda Stalin şöyle der: "Krizin tabam, üretimin toplumsal karakteri ile üretim sonuçlarına el koyusun kapitalist biçimi arasındaki çelişkide yatmaktadır" (Stalin, MK'nın XVI. Parti Kongresi'ne sunduğu siyasi rapordan, C. 12, s.214).

Şimdi şu söylenebilir. Madem ki kriz, kapitalizmin bu temel çelişkisinden kaynaklanıyor, o halde kriz süreklidir. Çünkü kapitalizmde bu temel çelişki süreklidir. Bu anlayışta olanlar fena halde yanılmış olurlar. Çünkü bu temel çelişki, ekonomik kriz teorisi açısından, krizin patlak vermesinin zorunlu oluşunu ifade etmekten başka bir anlam taşımaz. Bu temel çelişki, krizin kaynağını oluşturmasına rağmen, krizin patlak vermesi bir dizi başka somut nesnel koşullara bağlıdır. Bu süreç, bu temel çelişkinin gelişmesi veya bu çelişkinin varlığının/toplumda etken oluşunun kabul edilmesi, fazla üretim krizinin de patlak vermesinin maddi temelinin oluşmuş olduğunun kabul edilmesi anlamına gelir. Bu, gerçeğin soyut kabulüdür. Marksist kriz teorisi soyutlukla yetinmez ve bu temel çelişkinin gelişmesini ve onun gelişme sürecinde ifadesini doğrudan krizlerde bulan çelişkileri inceler. Küçük burjuvazi, tam da bu çelişkilerin neler olabileceğini incelemiyor, sadece genel formülasyonlarla "kükrüyor"!

Bu çelişkilerin neler olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.

a- Üretim ile pazar arasındaki çelişki: Burada sözkonusu olan, üretimin sınırsız genişleme eğilimi ile pazarın sınırlı gelişmesi arasındaki çelişkidir. Bu çelişkinin gelişmesi; sınırsız genişleyen pazara (üretime) alımgücü sınırlı olan pazarın ayak uyduramaması fazla üretim krizinin patlak vermesinin bir nedenidir.

b- Münferit/çeşitli üretim dalları arasındaki çelişki: Burada sözkonusu olan, toplumsal üretimin iki bölümü; üretim araçları üreten bölüm I ile tüketim araçları üreten bölüm II arasındaki uyumsuzluktur/oransızlıktır. Bu alandaki oransızlığı marksist kriz teorisi, krizin bir nedeni olarak görür. Ama krizi bununla açıklamaz.

c- Ortalama kâr oranı: Burada sözkonusu olan, genel kâr oranı ve üretim fiyatları denkleşmesinin kapitalist üretimde planlı değil, plansız olarak, anarşi içinde gerçekleşmesidir. Ortalama kâr oranının oluşması ve üretim fiyatlarının denkleşmesi, toplumsal artı-değerin her bir kapitalistin sermayesinin büyüklüğüne göre aynı kâr oranını elde edecek şekilde dağılımına neden olur. Ve rekabet, sermayenin bir sektörden diğerine geçmesine neden olduğu için sonuçta ortalama kâr oranının ve üretim fiyatının oluşmasını sağlar. Bu süreç sancısız olmaz. Bu süreçte ortaya çıkan sorunlar, tıkanıklıklara, krizlere neden olurlar.

d- Kâr oranının eğilimli düşüş yasası: Burada konumuz açısından sözkonusu olan şudur; kapitalist üretim biçiminin gelişmesi sermayenin organik bileşimini sürekli yükseltir. Toplam sermayede değişmeyen sermayenin payı sürekli artarken, değişen sermayenin (işgücü) payı sürekli düşer. Ortalama kâr oranı, sermayenin toplumsal ortalama bileşimine tekabül ettiği için sermayenin bileşiminin artışına göre düşmüş olur. Kapitalistin bu yasanın etkisinden kurtulması hiçbir koşul altında mümkün değildir. Şüphesiz ki birtakım tedbirler, faktörler kâr oranının düşüşüne karşı etkide bulunurlar (örneğin sömürü derecesinin artırılması, ücretlerin düşürülmesi, işgücünün değerinin altında satılması, vs.) Ama bunlar geçicidir. Rekabet ve teknolojik yenilenme kapitalisti kaçınılmaz olarak -eninde sonunda- kâr oranının düşme eğilimiyle karşı karşıya bırakır, tıkanma ortaya çıkınca bu yasa da etkisini bütün şiddetiyle göstermeye başlar. Bu da kriz demektir. Rudolf Hilferding'in belirttiği gibi-, kriz "düşen kâr oranı momentinden başka bir şey değildir" ("Das Finanzkapital", 1947, s.346).

e- Kredi mekanizmasının gelişmesi:

Bu süreçteki tıkanma da krizi teşvik edici bir neden olur.

Böylelikle krizin genel koşullarını belirtmiş olduk. Bunlar Marks'ın tespitleri olduğu için, ayrıca alıntılarla görüş desteklemeyi gereksiz gördük. Marks bu konudaki görüşlerini "Kapital" ve "Artı Değer Üzerine Teoriler" yapıtlarında ayrıntılı olarak açıklamıştır.

Bahsettiğimiz bu genel koşullar, kapitalist üretimle doğrudan bağlantı içindedir.

"Krizlerin genel koşullan (a.ç.m)...kapi-talist üretimin genel koşullarından (hareketle) gelişirler" (K. Marks: Artı Değer Üzerine Teoriler, C.26/2, s.515-516, "Kapi-tal"in 4. cildi).

Bu genel koşullar ve bu koşulların somut ifadeleri olarak yukarıda belirttiğimiz çelişkiler ve onların gelişmesi Türkiye'de de kapitalist üretim biçiminin nesnel gerçekliğini ifade ederler. Bir taraftan kapitalist üretim biçiminin hakimiyetini kabul etmek ve diğer taraftan da bu hakimiyetin nesnel sonuçlan olan bu çelişkileri gözardı etmek teorik cüret işidir.

Yukarıda, krize neden olan nedenleri/çelişkileri sıraladık. Krizin nihai nedenini Marks şöyle açıklar:

"Bütün gerçek krizlerin nihai nedeni, daima, kapitalist üretimin üretici güçleri, sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimdir" (Kapital, C.3, s.429).

Şimdi, Türkiye ekonomisindeki duruma geçmeden önce ekonomik krizin neden sürekli olamayacağını ve devrevi olmak zorunda olduğunu, belli aralıklarla patlak vermek zorunda olduğunu açıklayalım. Böylelikle sorunun teorik çerçevesini çizmiş olacağız.

Ekonomik Krizin Devrevi (Periyodik) Olma Zorunluluğu

Yani fazla üretim krizi, belli aralıklarla patlak vermek zorundaysa -marksist teori bunun böyle olduğunu kanıtlıyor- krizin sürekliliği sözkonusu olamaz. Hal böyle olmasına rağmen, sürekli krizden bahsedili-yorsa bu, marksist kriz teorisinin oldukça kaba bir çarpıtılmasından başka bir anlam taşımaz. Şüphesiz ki, sürekli kriz anlayışını savunanların "ana yurdu" Anadolu değil. "Bizimkiler", bu teoriyi uluslararası anti-marksist piyasadan aldılar. Bu anlayışı ortaya atarak marksist kriz teorisine karşı polemik yürütenler, sorun üzerine kafa yoruyorlardı. Bizde böyle bir çaba yoktur. Bu anlayışı savunan çevreler şimdiye kadar, neden böyle bir anlayışta olduklarını, krizin devreviliğinden bahseden Marks'ın yanılgısının (!) ne olduğunu açıklamamışlardır. Bu çevrelere en kaba, en basit ve leninist emperyalizm teorisiyle taban tabana zıt bir anlayış yol göstermektedir: emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde kapitalizm gelişmeyeceğine göre veya emperyalizm, bu ülkelerde kapitalizmi geliştirmeyeceğine göre, bu ülkeler, sürekli emperyalist tahakküm, .sömürü ve talan altında olduğuna göre, bu ülkelerde ekonomi de sürekli kriz içindedir. Marksist teoriye göre kapitalizm, her yerde kapitalizmdir, yani kapitalist üretim biçiminin ekonomik yasaları nesnel ve evrenseldir. Bu yasalar, her ülkede ge-çerlidir. Şüphesiz emperyalist ülkelerdeki kapitalizmle yeni sömürge ülkelerdeki kapitalizm arasında veya her bir ülke kapitalizmleri arasında gelişme derecesinden, ülkenin nesnel, kendine özgü koşullarından kaynaklanan farklar vardır. Bu farklar niceldir, nitel değildir. Aksi takdirde kapitalist üretim biçimi kavramının anlamı kalmaz. Örnek: Almanya'da kapitalizm, Türki-ye'dekinden çok daha gelişkindir. Bu gelişmişlik farkı niceldir. Nicel karakterli farklılıklara dayanarak kapitalist ekonominin yasalarının Almanya'da geçerli olduğunu, ama Türkiye'de geçersiz olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisinin, yukarıda sıraladığımız çelişkilerin, yasaların, vs. Almanya'da geçerli olduğunu, ama emperyalizme bağımlı olduğu için Türkiye'de geçersiz olduğu savunabilir miyiz? Tabii ki bunu savunmak bir teorik cüret işidir. Coğrafyamızda böylesi cüretkarlar çok! Şimdi buraya Marks'ın konuyla ilgili anlayışını, yani ekonomik krizin neden devrevi olmak zorunda olduğunu açıklamasını aktaralım. Okur, cüretkar kelimesini kullandığımız için o cüretkarlara haksızlık etmediğimizi görecektir:

"Bir taraftan belli bir maddi biçim içerisinde yatırılmış ve bu biçimiyle belli bir ortalama ömre sahip bulunan sabit sermaye kitlesi, yeni makinelerin vb. ancak yavaş yavaş kullanıma sokulmasının bir nedenini oluşturur ve bu yüzden gelişmiş iş aletlerinin hızla genel kullanıma sokulmasını engeller. Diğer taraftan da rekabet, eski iş aletlerinin, özellikle kesin değişiklik/er olduğu zaman, doğal ömürlerini daha tamamlamadan, yenileriyle değiştirilmelerini zorunlu kılar. Fabrika araçAve gereçlerinin oldukça geniş toplumsal boyutlarda bu gibi vaktinden önce yenilenmelerini esas olarak afetler ya da bunalımlar zorlar" (K. Marks, Kapital, C.II, s. 182).

Önce şunu belirtelim: Sabit sermayenin bütün parçalarının yaşam süreleri aynı değildir. Bir fabrika binasının ömrü, bir maki-nanın ömründen daha uzundur. Ama belirleyici olan da fabrika binası değildir, maki-nalardır. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, üretici gücü artması, modem teknolojinin ürünleri olan makine ve iş araçlarının yoğun kullanımı anlamına gelir. Dolayısıyla modern sanayiinin (makinalı üretimin) yaşam biçimini belirleyen, maki-nalar ve bunları ifade eden sabit sermaye kütlesinin ömrüdür. Böylelikle, bir ömür/süre, sabit sermayenin devrimi (ömrünü doldurma süreci) devrevi gelişmenin ve dolayısıyla da krizlerin devrevi olmasının maddi temelini oluşturur. Marks, bu gelişmeyi şöyle açıklıyor:

"Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında birkaç yıl, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi, bir yandan bu ömrü uzattığı halde, diğer taraftan da bu ömrü, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan- üretim araçlarındaki sürekli devirler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar, fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayiin temel dallarında bu yaşam çevriminin (ömrünün, bn.) ortalama on yıl olduğu var sayılabilir. Ama burada esas olan, belli rakamlar değildir. Açık olan şudur: Bu süre içerisinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağlantılı devirler çevrimi, devresel krizlere maddi bir temel sağlar. Bu çevrim sırasında işler, birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, hızlanma ve kriz dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu ve zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir temeli sağlarlar" (K. Marks, agk,s.!98).

Bazı sonuçlar çıkartalım:

-    Marksist kriz teorisi, ekonomik krizlerin devreviliğini (periyodik oluşunu) sabit sermayenin dönüşümüyle açıklıyor. Yani marksist kriz teorisine göre, ekonomik krizlerin sürekli olmaları sözkonusu değil.

-    Sabit sermayenin bütün kısımlarının dönüşüm süresinin aynı olmaması, ayrı olması, bu dönüşümlerin her bir sanayi dalında farklı sürede olması sorunun özünde hiçbir şey değiştirmez.

-    Sabit sermayenin dönüşümü krizlerin nedeni değildir. Bu, sadece, ekonomik krizlerin neden belli aralıklarla, periyodik olarak patlak verdiklerini açıklar.

-    Yukarıda, açıklamasına girmeden belirttiğimiz gibi, ekonomik krizlerin nedenleri kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisinde ve krizin patlak vermesi de bu zemindeki çelişkilerin keskinleşmiş olmasında aranmalıdır.

Kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteri ile ona el koyusun kapitalist karakteri arasındaki çelişkiden kaynaklanan;

-Üretim ile pazar arasındaki çelişki,

-Münferit üretim dallarının gelişmesi arasındaki çelişki,

-Kâr oranının düşmesi; bütün bu ve başka çelişkiler keskinleştiğinde zora dayanan çözümleri kaçınılmaz olur. Zora dayanan çözüm, krizin patlak vermesinden başka bir şey değildir ve belirleyici, ekonomide motor rolü oynayan bir sektörde patlak veren kriz, diğer sektörleri de kendi girdabına çeker.

"Bir krizin (yani fazla üretim krizinin de) genel olması için önemli ticari maddelere sirayet etmesi yeterlidir" (K. Marks, C. 26/2, s, 506).

Demek oluyor ki, sabit sermayenin, sanayiinin bütün sektörlerinde aynı dönüşüme sahip olup olmadıkları, krizin bütün sektörlerde patlak verip vermediği önemli değildir. Önemli olan, önde gelen sektörlerdeki hareketliliktir. Bu sektörlerde veya onlardan birinde sabit sermayenin dönüşümü sağlaması -ömrünü doldurması- ve belirtilen çelişkilerin keskinleşmesi bu sektörde krizin periyodik olarak patlak vermesine neden oluyor. Bu da, diğer sektörleri ve bir bütün olarak sanayi üretimini etkiliyor.

Türkiye ekonomisine geçerken bir toparlanma yapalım:

Bilindiği gibi kapitalizm, 15-18. yüzyıllar arasında oluşmaya başlamıştı. Ama fazla üretim krizi ilk defa 1825'te İngiltere’de ve daha sonraki dönemlerde de kapitalist ülkelerde patlak vermişti. Demek oluyor ki fazla üretim krizi, kapitalizmin gelişmesinin belli bir aşamasında kapitalist üretim biçimine özgü oluyor. Bunun sabit sermayenin rolüyle makinalı üretimle doğrudan ilgili olduğunu baş tarafta belirtmiştik. Yani periyodik olarak patlak veren ekonomik krizler, kapitalizmin makinalı üretim aşamasının krizleridir. Bunun böyle oluşunun ve başka türlü olamayacağının nedeni oldukça basit ve açıktır: Kapitalist üretim biçiminin ilk iki gelişme aşamasında (basit meta üretimi ve manifaktür üretimi aşamaları) üretim, sadece ve sadece çalışanların -manifaktür işçileri- sayısının çoğalmasıyla genişletile-biliyordu. Böylelikle üretimin büyümesi, çalışanların sayısal çoğalması ve buna bağlı olarak da onların alımgücünün artmasıyla gerçekleştirilebiliyordu. Böyle bir gelişme aşamasında ücretlilerin; işçilerin satın alma gücü ile üretimin artışı arasındaki çelişkinin keskinleşmesinin maddi temeli henüz yoktu. Kapitalist üretim biçiminin makinalı üretim aşamasında ise durum tamamen değişmişti. Krize neden olan bütün çelişkiler, kapitalizmin bu aşamasında etkide bulunma koşullarına sahip olmuşlardı. Marks'ın dediği gibi kapitalizm ancak makinalı üretim aşamasında "kendi ayaklan üzerinde duracak" duruma gelmişti. Yani kapitalizm ancak bu aşamasında, kendi materyal-teknik tabanını makinalı büyük üretim biçiminde oluşturduktan sonra gerçek anlamda kapitalist üretim biçimi olmuştur. Ancak /artık bu süreçte; bu aşamada kapitalizmin temel çelişkisinin ve buna bağlı olarak diğer bütün çelişkilerinin, dolayısıyla periyodik krizlerin koşulları oluşma sürecinden çıkarak etkide bulunma; keskinleşme ve patlak verme sürecine girmişlerdir. Kısmen tekrar pahasına da olsa yukarıdaki süreci bir daha belirtmemizin nedenine aşağıda geleceğiz. Buna geçmeden önce bir açıklama daha yaparak soruna teorik yaklaşımı tamamlayalım.

Periyodik krizler, bir defa başladıktan/patlak verdikten sonra devrevilik kendini belli aralıklarla yeniler. Bu konuda Marks şöyle diyor:

"Tıpkı belirli bir hareketle fırlatılmış bulunan gök cisimlerinin daima bunu yenilemeleri gibi, bir kez bu birikimi izleyen genişleme ve daralma hareketi içine sokulan toplumsal üretim için de durum aynıdır. Sonuçlar, sırası gelince neden halini alırlar ve durmadan kendi koşullarını yeniden üreten sürecin tümü içerisindeki değişik olaylar devresel bir şekle bürünürler" (Kapital, C.I, s.650/651).

Şimdi Türkiye ekonomisine geçebiliriz. Türkiye ekonomisini -güncel durumu ekonomik kriz açısından ele aldığımız için önce şu '70'li yıllar esprisini açıklayalım.

Ekonomik Kriz Açısından Türkiye Ekonomisi

Şu '70'li yılların Türkiye ekonomisi açısından oldukça önemli olması gerekir. Aksi takdirde üzerinde durulmaz. Burjuva iktisatçılardan küçük burjuva akımlara kadar geniş bir yelpaze, Türkiye ekonomisinin '70'li yıllarda özel bir durumunun olduğunu anlatmaya çalışır. Komünistler de bu dönem üzerinde dururlar, ama diğerleri gibi değil. Bu yıllar sanki büyülü, mıknatıslı. Türkiye'de ekonomik gelişme dendiğinde, adeta bu gelişmenin miladı oluyorlar. Burjuva iktisatçılar, Türkiye ekonomisinin sorunlarının bu dönemde yoğunlaştığından bahsederler. Marksizm adına konuşan küçük burjuva çevreler ise sürekli krizini '70'li yıllarda başlatır. Yani dönüp-dolaşıp hep bu '70'li yıllara geliniyor. Sürekli krizden bahsedenler, krizi '70'li yıllarda başlatıyorlar. Soru şu: '70'li yıllardan önce, diyelim ki 1923-1970 dönemi Türkiye ekonomisinde kriz yok muydu? Bu çevreler, an-ti-mark-sist kriz anlayışlarından dolayı bu soruya cevap verecek durumda değildirler. Onlar açısından en cüretli çıkış, Türkiye ekonomisi '70'lerden beri değil, 1923'lerden beri sürekli kriz içindedir demek olacaktır. Demek zorundalar ama...Evet, ama nasıl açıklayacaklar?! Bizim basınımızda krizle ilgili yazılarda dönem dönem Türkiye'de ilk fazla üretim krizinin 1979/80 döneminde patlak verdiği tespiti yapılır. Denecek ki aynı soru sizin içinde geçerli. Yani 1979/80'den önce Türkiye ekonomisinde kriz yok muydu? Unutmayalım ki burada bir anlayış farkı var. Küçük burjuva çevreler sürekli krizden bahsediyorlar. Biz ise fazla üretim krizinden bahsediyoruz, yani genel olarak krizden değil. Dolayısıyla 1979/80'de ilk kez patlak veren fazla üretim krizi. Bu anlayış, 1979/80 öncesi Türkiye ekonomisinde krizlerin olmadığını değil, sadece, fazla üretim krizinin olmadığını ifade eder. Bu önemli konuyu biraz açalım: Bunu açıklayabilmek için önce, belli sektörlerin ekonomideki payına bakmak gerekir. Sabit fiyatlarla GSMH'da 1923'te tarımın payı % 43.1, sanayinin payı da % 10.6. -Tarımın payı giderek düşüyor ve sanayinin payı da giderek artıyor. Öyle ki '70'li yılların ikinci yarısında GSMH'da tarım ve sanayinin payı dengeleniyor ve 1983'te tarımın payı % 21,6'ya düşerken, sanayinin payı % 22,4'e çıkıyor. 1983'ten sonra GSMH'da tarımın payı geriye dönü-şümsüz olarak sürekli azalırken, sanayinin payı artıyor. Örneğin 1995'te GSMH'da tarımın payı ancak % 14,5 iken, sanayinin payı % 27,7 olarak gerçekleşiyor. Toplumsal Toplam Ürün açısından da aynı paralelde bir gelişme sözkonusu. TTÜ'de tarımın payı 1982'de % 36,2'ye düşerken, sanayinin payı % 36,3 oluyor. Sonraki yıllarda tarımın payı sürekli düşüyor. Örneğin 1985'te tarımın TTÜ'deki payı % 31,3'e düşerken, sanayinin payı % 39,1'e çıkıyor. Buradan çıkartılması gereken sonuç şudur: Türkiye, 1923-50 döneminde gerçek anlamıyla bir tarım ülkesiydi. Ama sanayiin hiç olmadığı bir tarım ülkesi değil. 19231947 dönemi TTÜ'sünde sanayi üretiminin payı 1923'te % 17,3'ten 1947'de % 24,6'ya çıkıyor, aynı yıllarda tarımın payı da % 72,6'dan % 61,9'a düşüyor.

Türkiye, 1950-1970 döneminde tarım-sanayi ülkesi durumundaydı. Bu dönemde TTÜ'de sanayinin payı 1950'de %

20,2'den 1970'te % 28,7'ye çıkarken, tarımın payı % 63,3'ten % 48,4'e düşüyordu,

1970-1980 dönemi Türkiye ekonomisinin bileşiminde yapısal değişimin olduğu bir dönemdir. '70'li yıllar esprisi, bu değişimden dolayıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu dönemde ekonomide tarım ve sanayinin paylan şu veya bu şekilde denkleşiyorlar ve sonraki yıllarda tarımın payı sürekli düşerken, sanayinin payı sürekli artıyor. Türkiye, 1970-80 döneminde ekonomisinde tarımdan ziyade sanayinin ağırlık olduğu bir ülke olma sürecine girmişti ve dönemin sonunda; '80'H yılların başında bu daha da belirginlik kazanmıştı, (isteyen sürecin böyle olduğunu ve başka türlü olmadığını, ithalat ve ihracatın bileşimine bakarak da çıkartılabilir).

Bu gelişmenin anlamı nedir? Oldukça basit, oldukça açık. Ekonomik kriz; fazla üretim krizi, kapitalizmin makinalı sanayi aşamasının krizidir. 1970-80 dönemi öncesinde Türkiye ekonomisinde fazla üretim krizinin varlığından bahsetmek için Türkiye ekonomisinde sanayi üretiminin hakim olduğunu kanıtlamak gerekir. Böyle bir kanıt var mı? Yok. Öyleyse 1970-80 dönemi öncesi Türkiye ekonomisinde de devrevi krizin patlak verme koşulları yok. Ama olasılığı var. Tam tarım karakterli bir (1923-50) ve tarım-sanayi karakterli (1950-70) bir ekonomide periyodik olarak patlak veren krizden, makinalı üretime özgü krizden bahsetmek antimarksizmdir.

Bu dönemden önceki Türkiye ekonomisi hep yükseliş içinde miydi, kriz yok muydu? Vardı. 1923-1970 döneminde ekonomide dönem dönem krizler, konjonktüre! gerilemeler, yani maddi değerlerin üretiminde mutlak gerilemeler olmuştur. Sabit fiyatlar üzerinden sanayi üretimi 1924'te % 7,1; 1928'de % 0,6; 1935'te % 0,1; 1936'da % 3,4; 1940'da % 10,2; 1941'de % 2,4; 1942'de % 2,5; 1943'te % 1,4; 1944'te % 6,1; 1945'te % 16,6; 1949'da % 2,7 ve 1970'de % 0,5 oranlarında mutlak olarak gerilemiştir.

Tarım üretimi ise 1927'de % 30,9; 1930'da % 3,9; 1932'de % 28,8; 1935'te % 6,1; 1937'de % 3,5; 1940'da % 1,2; 1941'de %16,5; 1943'te % 12,5; 1944'te % 10,7; 1945'te % 23,4; 1947'de % 11,7; 1949'da % 13,5; 1954'te % 13,9; 1961'de % 4,9; 1964'te % 0,4; 1965'te % 3,9 ve 1969'da da % 1,4 oranında mutlak olarak düşmüştür. 1924-1970 arasında yani 46 yıllık sürede sanayi üretimi 35 yıl mutlak büyürken, 12 yıl mutlak olarak küçülmüştür. Büyümenin ve küçülmenin hiçbir dev-reviliği yok, iç ve dış koşulların etkilemesi sözkonusu. Korumacılık, tedbirler sözko-nusu. Örneğin 1929-32 dünya krizi döneminde Türkiye'de sanayi 1929'da % 3,8; 1930'da %12,7; 1931'de % 14,2 ve 1932'de de % 17,8 oranlarında büyürken,

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde, yukarıda gösterdiğimiz gibi sürekli küçülmüştür. Bu, anormal bir durumun değil, bir tarım ve tarım-sanayi ülkesinde sanayi üretiminin, sermaye hareketinin kendi dev-reviliğini sağlayamadığını gösterir. Bu nedenden dolayı Türkiye ekonomisinin 19231970 döneminde görülen, krizleri, krizsel durumları ve konjonktüre! olumsuz gelişmeleri periyodik fazla üretim krizleriyle karıştırmamak gerekir.

Demek oluyor ki; Türkiye ekonomisinde sanayinin gelişmesiyle; makinalı büyük üretimin gelişmesiyle sabit sermaye ekonomisinin periyodik gelişmesinin temelini ancak '7.0'li yıllarda oluşturmuştur. Bu oluşturma süreci ise '30'lu yıllarda başlamıştı. Yani '30'lu yılların sonundan 1970'li yıllara kadar uzanan süreç, Türkiye ekonomisinde makinalı üretim hakim olma sürecidir.

Marksist teori '70'li yılların gizemini böyle kaldırıyor.

Şimdi fazla üretim krizinin en temel özelliklerini belirtelim ve Türkiye somutuna geçelim.

Fazla/aşın üretim, mutlak aşırı üretim değildir. Şayet toplumun bütün ihtiyaçları; üretici güçlerin gelişme seviyesine tekabül eden .bütün zorunlu ihtiyaçlar karşılanmış olursa fazla üretim olmaz (Aynı zamanda proletaryanın mutlak yoksullaşması da olmaz). Metalardan oluşan fazla üretim, emekçi yığınların birçok temel ihtiyaçlarının karşılanmamasından dolayı doğmaktadır. Bu da gösteriyor ki, aşırı üretim, görecedir. Yani fazla üretimden anlaşılması gereken, mutlak fazla üretim değil, görece fazla üretimdir. Buradaki görecelik, emekçi yığınların alım-gücüne nazaran daha fazla meta üretilmiş olmasından doğuyor. Fazla üretimin göreceliğinde fiyat artışlarının, enflasyonun da bir rolü vardır. Yani meta-ların pahalı olması yığınların alımgücünün düşmesi anlamına gelir. Bu da fazla üretimin görece olmasında bir rol oynar. Türkiye'deki fiyat hareketi-enflasyon buna tipik bir örnek teşkil eder.

Devam etmeden önce Marks'a danışalım:

"Fazla üretim anlarında ulusun büyük bir kısmı (özgün olarak da işçi sınıfı) daha az tahıl, daha az ayakkabı vs. alabilir, şarap ve mobilya alımından hiç bahsedilmez. Ulusun bütün üyeleri en elzem ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazla üretim patlak ve-rebilseydi burjuva toplumun şimdiye ka-darki tarihinde sadece genel değil, kısmi fazla üretim asla patlak veremez. Aşırı üretimin sadece, alınabilir ihtiyaçlarla ilgisi var. sözkonusu olan, mutlak fazla üretim değil- (burada) fazla üretim- mutlak ihtiyaca göre veya metalara sahip olma arzusuna göre fazla üretimdir" (K. Marks, C.26/2, s. 507).

Demek oluyor ki fazla üretim, periyodik krizin nedeni değildir. Şüphesiz ki fazla üretim, kapitalist ekonominin periyodik krizinin en önemli özelliğidir, ama nedeni değildir. Kriz, kendini fazla üretimde açığa vuruyor. Bu anlamda da fazla üretim, periyodik krizin en önemli göstergesi oluyor.

Fazla üretim sadece meta üretiminde görülmez. Fazla üretim, reel sermayede fazla üretim, üretim kapasitesinde fazlalık ve nihayet işsizlikte fazlalık biçimlerinde de gösterir: Öyleyse kriz dönemlerinde sermaye fazlalığı, üretim kapasitesi fazlalığı, işsiz sayısında artış sözkonusudur.

Demek oluyor ki, metalarda, sermayede, meta olarak işgücünde fazla üretim her bir periyodik krizin temel özelliğidir. Bu üç temel özelliği açtığımızda şu gelişmeleri görürüz:

-    Maddi değerlerin üretimi (TTÜ) mutlak azalır

-    GSMH mutlak olarak geriler

-    ihracat düşer

-    ithalat düşer

-    Firmalar iflas eder (burada sözkonusu olan, ekonomide ağırlığı olan firmalardır)

-    Mali şirketler, bankalar iflas eder

-    Fesihler artar

-    işsizlik artar vs.

Bütün bu göstergelerde olağanüstü bir mutlak, gerileme-artış sözkonusu olursa ekonominin o anki sürecinin krizde olduğu söylenebilir. Söylenebilir diyoruz, çünkü bu göstergeler konjonktürel bir gelişmeyi de ifade edebilirler.

-    1987 sabit fiyatlarıyla GSMH 1979'da % 0,5; 1980'de % 2,8 ve 1994'te de % 6,1 oranlarında ve kişi başına GSMH'da 1978'de. % 0,8; 1979'da .% 2,5; 1980'de %

4,8 ve 1994'te de % 7,8 oranlarında mutlak geriliyor.

-    Toplam sanayi üretimi 1979'da % 4,4; 1980'de % 3,7 ve 1994'te % 6,2 oranlarında ve imalat sanayi üretimi de 1979'da % 6; 1980'de % 3,9 ve 1994'te de % 8,3 oranlarında mutlak olarak düşüyor. (Sanayinin alt sektörlerindeki veya her bir sektöründeki gelişmeyi ayrıca ele almayı gerekli görmüyoruz.)

Şim7779di çerçevesini çizdiğimiz teorik yaklaşım bazında 1998 yılında ekonomik gelişmenin seyrine bakalım.

Cevaplandırmamız gereken soru, 1998 yılı itibariyle sanayi üretiminin gelişme seyrinin nasıl olduğu ve ekonominin 1998'de krizde olup olmadığıdır.

Tablo 1

Aylık (1992) -Zincirleme Endeks-

 

1994

1997

1998

Ocak

8.5

-0.5

5.9

Şubat

-3.6

4.8

17.1

Mart

1.9

10.4

7.9

Nisan

-10.4

6.8

6.2

Mayıs

-16.3

11.0

9.2

Haziran

-8.5

9.6

3.2

Temmuz

-16.3

12.1

1.7

Ağustos

-0.4

14.3

0.3

Eylül

-7.2

21.4

0.6

Ekim

-6.3

13.0

0.1

Kasım

-2.7

8.6

-2.3

Aralık

-11.5

16.0

-9.1

Toplam

-6.2

10.8

1.8

 

 

 

 

 

Tablo l hakkında kısa yorum: 1994'te ekonomi krizdeydi. Ocak ve Mart ayları dışında sanayi üretimi bütün diğer aylarda mutlak olarak küçülüyor ve 1994 yılı itibariyle de reel üretim % 6,2 oranında mutlak olarak düşüyor. Salt bu veriler sanayi üretiminin 1994 yılında krizde olduğunu açıklamaya yetiyor. Sanayi üretimi 1995 yılında % 8.6, 1996 yılında % 5.9 ve tabloda da gördüğümüz gibi 1997 yılında da % 10.8 oranında mutlak büyüyor. 1998 yılının Mayıs ayına kadar sanayi üretiminin istikrarsız büyümesi devam ediyor. Mayıs ayından itibaren sanayi üretiminin büyüme oranları istikrarlı bir şekilde giderek küçülüyor. Öyle ki, Kasım ayında büyüme mutlak küçülmeye dönüşüyor. Küçülme Aralık ayında da devam ediyor. Sanayi üretimi 1998'in sadece Kasım ve Aralık aylarında mutlak olarak küçülüyor. Ama üretim yıl bazı itibariyle % 1,8 oranında mutlak büyüyor. Şimdi soru şu: 1998'de sanayinin büyüme seyriyle 1994'teki büyüme seyri birbirine benziyor mu? Benzemiyor. Öyleyse 1998 yılında ekonominin krizde olduğu neye dayanılarak savunulabilir? Bu sorunun cevabını sürekli krizden bahsedenler, ekonominin 1998 yılında krizde olduğundan bahsedenler vermek zorundalar.

Tabii burada bir soru gündeme geliyor. 1998'in Kasım'ından günümüze sanayi üretiminin gelişmesini nasıl tanımlayacağız? Bizce esas sorun da bu. Bu soruna açıklık getirmek için sözkonusu dönemdeki gelişmeyi gösterelim.

Tablo 2

Bir önceki yılın Zincirleme Endeksi

 

Kasım-Aralık 1997

1998

1999

Toplam sanayi

-2.3

-9.1

-8.2

Madencilik

-2.0

4.5

-10.8

imalat

-2.8

-11.8

-10.3

Gıda

0.5

-1.3

-1.7

Mensucat san (testil)

23.2

-36.1

-38.0

Kağıt

-14.7

13.6

-26.8

Kimya Sanayi

8.9

-0.2

7.0

Taş.Top.

-0.4

-1.0

-3.0

Metal ana san

-6.3

-11.7

-14.2

Makina sanayi

-5.2

-20.2

-22.2

Elektrik, gaz ve su

2.2

5.4

3.7

 

Toplam sanayi üretiminde madenciliğin payı % 5,1; imalat sanayiin payı % 84,7 ve elektrik, gaz ve su sektörünün payı da % 10,2. Bu durumda toplam sanayi üretiminin gelişme seyrini maden sektörü etkileyemez. Gaz, elektrik ve su sektörünün etkileme gücü zayıf. Esas olan, imalat sanayi, imalat sanayi içinde gıda sanayiin payı % 17,7; mensucat sanayiin payı % 15,5; orman ve mobilya sektörünün payı % 1,2; kağıt ve basım sektörünün payı % 3; kimya sanayiin payı % 27,8; Taşa-toprağa dayalı ürünler sanayiin payı % 7,1; metal ana sanayiin payı % 6,3; makina sanayiin payı % 21,1 ve diğerlerinin payı da % 0,3 oranında. Bu durumda imalat sanayi üretiminin, dolayısıyla toplam sanayi üretiminin gelişme seyrini kimya, makina, gıda ve mensucat (tekstil) sektörlerindeki üretim belirlemektedir. Kasım 1998'de imalat sanayi üretiminin, 1997'nin Kasım'ına göre %

2,8 oranında mutlak gerilemesinde metal ana sanayiindeki ve makina sanayiindeki üretim düşüşü bağlayıcı olmuştur. Aralık ayında bu iki sektörün yanısıra mensucat sanayiindeki % 36,1 oranına varan üretim düşüşü etkisini göstermiştir.

Gelişmenin adı nedir, seyir nasıl? Bir ekonominin krizde olup olmadığını tespit etmek için aylık verileri kıstas almak yanlış olur. Ekonomik gelişmenin adını koyabilmek, gelişmeyi tanımlayabilmek için belli bir zaman dilimine ihtiyaç vardır. Aylık verileri kıstas olarak, ancak gelişmenin yönünü, trendi tespit edebiliriz. Aylık gelişme, sorunun konjonktürel mi, gerçekten kriz mi, yoksa olağanüstü durumdan kaynaklanma mı olup olmadığını tespit etmemize uygun değildir. Kasım, Aralık ve Ocak aylarındaki üretim gelişmesine bakarak, konjonktürel durum, kriz tespitleri yapabiliriz. Bunlardan hangisinin doğru olduğunu; gelişmenin yönünü, diğer gelişmeleri ve dünyadaki durumu; yani başka faktörleri hesaba katarak tespit ettiğimizde doğru yönteme göre hareket etmiş oluruz. Aylık değerlendirme açısından Kasım ayında kağıt ve basım sanayiin, metal ana sanayi ve makina sanayiin krizde olduğunu söyleriz. Aynı ayda toplam sanayi üretiminin % 2,3 ve imalat sanayi üretiminin de % 2,8 oranında mutlak gerilemesi, mutlaka kriz anlamına gelmez. Aralık 1998'de madencilik, elektrik, gaz ve su dışında bütün ana ve alt sektörlerde üretim mutlak gerilemiş. Aralık ayı itibariyle mensucat (tekstil); kağıt ve basın, metal ana sanayi ve makina sanayi sektörleri açık ki krizde ve bundan dolayı, aynı ayda toplam sanayi üretimi % 9,1 ve imalat sanayi üretimi de % 11,8 oranlarında mutlak gerilemiş. Ocak 1999'da madencilik, kimya ve elektrik, gaz ve su sektörleri dışındaki diğer bütün sektörlerde üretim mutlak olarak gerilemiş.

Bundan dolayıdır ki Türkiye'de sanayi üretimi ve bir çok sektör 1998'in Kasım ve Aralık aylarında ve 1999'un da Ocak ayında konjonktürel kriz içindedir. Literatürde bunun diğer adı krizsel durum, ara kriz demek-, tir. Tanımlamayı böyle yapmamızın bir dizi nedeni var. Bu nedenlerden en önemlileri şunlar:

a- Bu dönem zarfında Türkiye'de büyük, tekelci firmaların iflasları, çökmeleri görülmemiştir. Keza mali kuruluşlar da -örneğin bankalar- iflas etmemiştir.

b- Ekonomi (özel ve devlet) nakit para, olağan dışı kredi sıkıntısı çekmemiştir.

c- 1994 krizi döneminde ve hemen sonrasında Türkiye'de yoğun bir sabit sermaye yenilenmesi görülmüştür. Yani bu sabit sermayenin dönüşümü henüz sağlanmamıştır.

d- Ama Türk ekonomisi dış gelişmelerden, dış ticaret vasıtasıyla oldukça olumsuz etkilenmiştir. Dış ticaret, bir ekonominin krize sürüklenmesinde veya krize girmemesinde belirleyici önemi olan bir faktördür. Asya ve sonra da Rusya krizi Türk ekonomisinde etkisini 1998'in ikinci yarısından itibaren göstermeye başlamış ve Türkiye'nin ihracatında önemli bir rol oynayan Rusya'ya ihracât adeta durmuştur. Bu da üretimi etkilemiş, stoklar artmış ve nihayetinde ihracata yönelik üretimde mutlak gerileme gündeme gelmiştir.

e- Türkiye, ihracatının çok büyük bir kısmını AB ülkelerine yapıyor. Bu ülkelerin krizde olmaması ihracatın devamı anlamına geliyor. Ki bu, Türk ekonomisine nefes aldırmaktadır.

f- Asya ve Rusya'da patlak veren mali kriz, Türkiye'yi de etkilemiş ve yabancı yatırımcılar, Türkiye pazarından kaçmışlardı. Ama Türkiye'de mali sektör kısa zamanda toparlandı ve Kasım 1998'de 2100 civarında olan endeks (1MKB), Mart 1999'da 4500'ün üstüne çıkmıştır. Ekonomik durumun nasıl olduğunu tespitte borsa hareketi, önemli bir kıstastır. Hiç kimse, İMKB'ndaki gelişmeyi Türk ekonomisinin genel seyrinden farklı olarak algılayamaz ve borsa adeta füze gibi yukarıya fırlamış. Borsa endeksi hiç de krizde olan bir ekonomiyi göstermiyor. Borsa endeksi, tarihinin rekoruna doğru gelişecek ve reel üretim krizde olacak! Bu, hiçbir teoriye sığmaz.

g- yukarıdaki son tablo, konjonktürel gelişmenin veya ara krizin veya krizsel gelişmenin Aralık 1998'de dibe vurduğunu göstermektedir. Toplam sanayi üretiminin mutlak gerilemesi Kasım'da % 2,3'ten Aralık'ta % 9,1'e düşüyor. Oldukça hızlı bir düşüş. Ama bu oran Ocak 1999'da % 8,2 ve Şubat'ta da % 4 oluyor. Yani mutlak gerilemenin düşüş hızı, kesilmesinin ötesinde geriliyor. Üretim düşüşünün gerilediğini imalat sanayiinde de görüyoruz. Aralık'ta % 11,8 oranında mutlak küçülen imalat sanayi üretimi Ocak 1999'da % 10,8 oranında ve Şubat'-ta % 5 oranında küçülüyor. Yani küçülmenin hızı kesilmiş ve üretim mutlak büyüme trendine girmiş. Mensucat, metal ana ve makina sanayi sektörlerinde üretimin Kasım'dan Aralık'a düşme hızını Aralık'tan Ocak'a düşme hızıyla karşılaştırırsak hızın kesildiğini görürüz. Örneğin mensucat sanayi üretimi bir yıl öncesine oranla 1998'in Kasım'ında % 23,2 oranında mutlak büyürken, Aralık'ta % 36,1 oranında mutlak küçülüyor. Ama bu küçülme Ocakta 2 puan artarak % 38 oranında oluyor. Makina sanayiinde Kasım'dan Aralık'a küçülme 15 puan (20,2-5,2) ama Aralık'tan Ocak'a (2 puan 22,2-20,2). Üretimdeki mutlak düşüşün hızının kesilmesi ve bor-sadaki gelişme sanayi üretiminin yükseliş trendi içinde olduğunu gösteriyor. Ama bu, ekonominin krizsel durumdan, ara krizden çıktığı anlamına asla gelmez.

Ara kriz kavramına açıklık getirdikten sonra bazı sonuçlar çıkartalım.

Ara krizden anlaşılması gereken nedir veya ara kriz, kapitalist ekonomide yasal bir gelişmenin ifadesi midir? Bazı koşulların bir araya gelmesinden dolayı iki periyodik fazla üretim krizi arasında patlak veren tali özellik taşıyan krize, ara kriz denir. Ara kriz, ekonominin periyodik hareketini böler ve etkisi "normal" fazla üretim krizlerine göre" daha azdır, süresi kısadır. Ara kriz, kapitalist üretim biçiminin yasal bir görünümü değildir. Bundan dolayı da ekonominin her bir devrevi hareketinde mutlaka görülmez. Bilindiği gibi, ekonominin devrevi hareketi farklı aşamalardan oluşur: durgunluk, canlanma, yükseliş ve kriz. Ekonomik devrevilik bu dört aşamanın toplamından oluşur. (Ama günümüz kapitalizminde bu klasik devrevilik deforme olmuş ve yükseliş aşamasının yerini inişli-çıkışlı durgunluk almıştır). Kriz, devrevi hareketin en önemli aşamasını oluşturur. Kriz aşamasının gücü, yani krizin etkisi, devreviliğin gelişme seyrini belirler. Ara krizin bütün bu gelişmelerle ilgisi yoktur. Çünkü ara kriz, belirttiğimiz gibi kapitalizmde belli bir yasallığın, fazla üretim krizinde olduğu gibi bir yasallığın ifadesi değildir. Ara kriz; olağanüstü dengesiz bir gelişmeden dolayı, dış etkiden dolayı, ekonomik olmayan nedenlerden dolayı patlak verebilir. Bu kriz patlak verdikten sonra, esas krize neden olan çelişkileri en fazlasıyla kısmen çözer ve ekonominin yeni bir devreviliğine çıkış noktasını oluşturmaz.

Kriz faktörlerine baktığımızda Türkiye'de sanayide reel üretimin düşmesinde iç çelişkilerden ziyade dış etkenlerin (etkilerin) belirleyici olduklarını görmekteyiz. Türk ekonomisi Asya-Rusya krizinden oldukça etkilenmiştir. Rusya krizi, Türk ekonomisini ihracat vasıtasıyla etkilerken, Asya krizi de ithalat vasıtasıyla etkilemiştir. Örneğin birçok tekstil sektörüne özgü hammadde ve yan mamul maddenin Asya ülkelerinde paranın değer kaybından dolayı daha ucuza mal edilmesi ve bu ucuz malların Türkiye'de satılması, iplikte ve pamukta bu gelişme görülmüştür.

Bunun ötesinde İstanbul borsasının gelişme seyri oldukça ilginçtir. Önce, yabancıların borsadan kaçtıklarını ve borsa değerlerinin düştüğünü görüyoruz. Ama sonra borsa endeksi sürekli yükselmeye başlıyor. Bunda, yabancı sermayenin borsaya yeniden girmesinin yanısıra borsada faal olan şirketlerin durumu da belirleyici olmuştur. Şöyle: iç nedenlerden dolayı krizde olan bir ekonomide, o ekonomiyi sürükleyen firmaların, şirketlerin borsa değerleri mutlaka düşer, piyasaya sürülen hisse senetleri değer kaybederler. Bunun sonu iflastır, İstanbul borsasında olan ise bu gelişmenin tam tersi, Belirttiğimiz gibi İMKB'nin Kasım 1998'de 2100 civarında olan endeksi, Mart sonu (1999) itibariyle 4500'ün üstüne çıkıyor. Yani reel üretimin düştüğü aylarda borsa endeksi yükseliyor. Öyle ki Kasım'dan Mart'a iki mislinden fazla artıyor. Krizde olan bir ekonomide böyle bir gelişme asla olamaz. Kapitalist gelişmenin sermaye hareketinin seyrine tamamen ters düşen, kapitalizmin yasalarını inkar eden bir durum olur. Borsadaki gelişmenin bu yönü Türk ekonomisinin iç kriz çelişkilerinden dolayı değil, dış etkilenmeden dolayı bir ara kriz sürecinde olduğunu göstermektedir. Bu, yukarıda üretim değerlerindeki gelişme ile de gösterdiğimiz gibi şiddeti kırılmış bir ara krizdir.

1979/80 krizi döneminde Türkiye'nin ithalatı, 1978'de % 20 oranında azalırken, 1979'da % 10,2 ve 1980'de de % 56 oranında artmıştı. Yani kriz döneminde ve hemen sonrasında firmalar sabit sermaye yenilenmesine girişmişlerdi, daha kapsamlı üretim için hazırlanmışlardı. 1994 krizinde ise ithalat, 1993'te % 28,7 oranında artarken, 1994'te % 20,9 oranında gerilemiş ve 1995'te de % 53,5 oranında artmıştı. Yani yeni bir sabit sermaye yenilenmesi için bolca makina vs. ithal edilmişti. Her ne kadar Türk ekonomisi derme çatma değil ve küçümsenemeyecek bir teknolojik yenilenme içindeyse de bu, onun her birkaç senede bir teknolojik yenilenmenin üstesinden gelecek güçte olduğunu göstermez. Yani Türk ekonomisinde, ekonominin devrevi hareketini kriz aşamasına götürecek iç çelişkilerin tam anlamıyla keskinleşmiş olduğunu söyleyemeyiz. Bunu kanıtlayacak durumda değiliz. Nakit para, kredi sıkıntısı, büyük firma iflasları, banka iflasları, borsa değerinin düşmesi vs. var mı, olağanüstü boyutlarda mı? Hayır. Böyle bir durum yoksa tespit yaparken birkaç kez düşünmek gerekir.

Bundan sonra ne olabilir veya ara krizin gelişme seyri hangi yöndedir? Ekonomik konularda geleceğe yönelik tahminler, eğilimi ifade ederler. Ekonomik konularda, 35 ay sonra, 12 yıl sonra şu veya bu olacaktır demek kehanettir. Marksist teorinin kehanetle ilgisi yoktur. Ama marksist teori ışığında, mevcut durumu analiz ederek, gelişmenin hangi yönde olacağını pekala tespit edebiliriz. Trendi, eğilimi gösterebiliriz. Bu anlamda Türk ekonomisinin 1999'daki gelişme eğilimi:

Özellikle Japonya ve Güney Kore'de ekonomi dibe vurma sürecinden çıkma işaretleri gösteriyor. Belli bir kıpırdanmanın olduğu açık. Brezilya krizi, Latin Amerika ekonomisinin beklenenden daha az olumsuz etkiledi. ABD ekonomisi, 1998'in son çeyreğinde % 6 oranında ve 1998 yılı itibariyle de % 3,9 oranında büyüdü. Bu ülkede ekonominin krize doğru gelişme eğilimi yok. Avrupa'nın emperyalist ülkelerinde, bir bütün olarak AB'de ekonomik büyüme, küçülse de devam ediyor. 1998 yılı itibariyle AB'nin önde gelen emperyalist ülkelerinin hiçbirisinde reel üretim mutlak gerilemedi. Sadece, büyüme oranlan küçüldü. Bu ülkelerde ekonomi daha ziyade durgunluk-canlanma arasında gidip geliyor. Durgunluk-kriz arasındaki gidip gelme aşılmışa benziyor.

Kosova Savaşı dünya ekonomisini nasıl etkiler, olumlu-olumsuz başka askeri ve siyasi olağanüstü gelişmeler olur mu.bun-ları bilmiyoruz ve tüm bunlardan bağımsız olarak dünya ekonomisinin mevcut kon-jonktürel durumu Türk ekonomisini daha da olumsuz etkileyemez. Bütün olumsuz etkilenme Kasım, Aralık, Ocak aylarında görüldü ve dünya ekonomisi konjonktürel olarak böyle kalırsa Türk ekonomisi 1999 yılında bu ara krizden çıkar. Şüphesiz % 5, % 7 gibi bir reel büyüme olmayacaktır, ama gelişmenin yönü, % 5, % 7 gibi mutlak üretim düşüşünün olası olmadığını da gösteriyor. Buna, Nisan'daki seçimlerde burjuvazinin ve ordunun istediği bir hükümetin çıkması, belirttiğimiz eğilimi pekiştiri-ci bir faktör olacaktır.

Türk ekonomisinin mevcut durumu ve gelişme yönü böyle.

Coğrafyamızda Marksizm adına konuşan, yani marksist-leninist olduğunu iddia eden küçük burjuva hareketlerin ekonomi üzerine yaptıkları "analiz"lere inanacak olursak, dünyada ve Türkiye'de kapitalizm, ekonomi ya çöktü, ya da çökmek üzere. Onlar açısından kapitalizm, sürekli kriz içinde olmalıdır, sürekli krizlerle boğuşmalıdır. Şüphesiz ki kapitalizm kendi krizleriyle boğuşmaktadır. Ama bu, kapitalizmin bütün çelişkilerinin her dönemde sürekli ve aynı derecede etken olduğu anlamına asla gelmez. Bundan dolayı kapitalizm, hiçbir şekilde kendi çelişkilerinden dolayı kendi kendine çekmeyecektir. O, kendini yenilemenin yolunu sürekli bulmuştur. Örneğin ekonomik kriz, kapitalizmin krize neden olan ve baş tarafta belirttiğimiz çelişkilerinin çözüme ulaşmasından başka bir şey değildi. Hal böyle olmasına rağmen coğrafyamızda küçük burjuva hareketler, Marksizmin üç bileşeninden birisi olan politik ekonomiyi katlediyorlar. Sanılıyor ki, sürekli krizden bahsedersek kapitalizmi en iyi teşhir etmiş oluruz. Bu arkadaşlar açısından teorinin, yöntemin çok fazla değeri yok. Öyle ki onlar, doğruyla yanlışı, gerçekle demagojiyi, genel lafızları tekrarlamakla propagandayı birbirine karıştırıyorlar.

-    Ne zamandan beri marksist teori, kapitalist ekonominin kendi çelişkilerinden dolayı çökeceğini öğretiyor?

-    Ne zamandan beri Marksist teori kapitalizmde periyodik olarak patlak veren krizlerden değil de sürekli krizlerden bahsediyor?

-    Ne zamandan beri Marksist teori, kapitalizmin yasalarının nesnel ve evrensel olmadığından bahsediyor?

Bu ve benzeri sorular çoğaltılabilir. Küçük burjuva çevrelerin kapitalizm ve kriz üzerine yaptıkları "analiz"lerin yanlış olduğunu dünya ve Türkiye gerçeği göstermiştir.

 

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi