80. Yılında Ekim Devrimi

Ekim Devrimi 80. yıldönümünde, başta bu devrimin anavatanı Rusya olmak üzere bütün dünyada, şu son birkaç yıla göre, çok daha kitlesel, görkemli ve daha yaygın biçimde kutlandı. Moskova’da 200 bin kişinin Lenin ve Stalin posterlerini taşıyarak “Tüm iktidar sovyetlere” sloganlarını haykırmaları yeni Ekimlere, Rus halkının duyduğu özlemi dile getiriyordu. Benzer bir gösteride Leningrad’da 100 bin kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Ayrıca birçok Rus şehrinde ve SSCB içinde yer almış kimi eski Sovyet Cumhuriyetlerinin bazı şehirlerinde, Ekim Devrimi’ni kutlamak amacıyla irili ufaklı onlarca gösteri yapıldı.

Bir zamanlar SSCB’yi oluşturmuş çeşitli milliyetlerden halkların Ekim Devrimi’ne giderek daha sıkı sarılmaları, kimilerinin ileri sürdüğü gibi, bugünkü sorunlardan bunalmış emekçi kitlelerin geçmişe yönelik bir nostaljik özlemi olarak değerlendirilebilir mi? Gerek Rus egemen sınıflarının gerekse emperyalist burjuvazinin çeşitli kesimlerdeki sözcülerinin Ekim Devrimi’ne her zamankinden çok daha fazla ilgi (!) duymaları, sorunun cevabına yeterli bir ipucu oluşturuyor.

Rus halkının giderek daha fazla Ekim Devrimi’ni yeniden bir kurtuluş umudu olarak görmesi kapitalistleri telaşlandırıyor. Rus halkının sosyalizm özlemini kararlılıkla dile getirmesi karşısında kapitalizmin savunucuları önlemler almak ihtiyacını duyuyorlar. Rusya’nın bir kez daha sosyalizme kayması, Ekim Devrimi’nden çok daha büyük bir depremin kapitalist dünyayı sarsması anlamına geliyor. Bunun içindir ki yalnızca Rusya’da değil, başta emperyalist-kapitalist merkezler olmak üzere kapitalist egemenliğin hüküm sürdüğü hemen her yerde Ekim Devrimi aleyhtarı kampanyalar hız kazandı.

80 yıl sonra, kendilerini “genç reformistler” olarak niteleyen Rus hükümetinin kimi bakan ve yüksek bürokratları, büyük sosyalist Ekim Devrimi’nin halka kan ve ıstırap getirdiği biçiminde açıklamalarda bulunuyorlar. Onlar, bu düşünceleriyle yeni çarların, Rus burjuva toprak sahipleri sınıfının tercümanlığını yapıyorlar ve böyle yapmakla, aynı zamanda bütün dünya burjuvazisinin sözcülüğünü üstleniyorlar.

Sermayenin besin kaynağı kan ve irin olurken, sermaye sahipleri sözcüleri sosyalizmi eleştirme cüretini gösterebiliyorlar. Daha fazla kar elde etmek için milyonlarca insanın kanını bir kene gibi emen, açlığın, işsizliğin, sefaletin biricik nedeni kapitalizm; yeni pazarlar elde etmek, rakiplerini saf dışı bırakmak için ulusal ve uluslararası çapta savaşlara neden olarak, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan kapitalizm; Hitler, Mussolini, Franco, Salazar, Mobutu, Şah, Pinochet gibi insan kasaplarını dünya halklarının başına bela eden kapitalizm, Cezayir’de, Vietnam’da, Angola’da, Güney Afrika’da, Kürdistan’da vb. yerlerde halkların sömürgeciliğe ve emperyalist boyunduruğa karşı başkaldırılarını en vahşi yöntemlerle bastırmaya kalkışan kapitalizm; çok büyük kar kaynağı olmanın yanı- sıra toplumu fiziki ve ahlaki olarak uyuşturup çürüten, uyuşturucu maddelerin üretim ve ticaretini dünya çapında gizli servisleri aracılığıyla örgütleyen kapitalizm; enerji kaynakları üzerinde denetim sağlamak için olmadık dalavere ve oyunlara başvuran, bu uğurda gerici iç savaşlar tezgâhlayıp ulusları birbirine kırdıran kapitalizm, bugünkü dünya üzerindeki her türlü kötülüğün kaynağı kapitalizm. İşte böyle bir sistemin savunucuları, sosyalizm uygulamalarına dil uzatabiliyorlar.

Onlar böyle davranmakta hiç de haksız sayılmazlar. Çünkü yeni bir devrim dalgasının, Ekim’den çok daha sert ve sarsıcı olacağını biliyorlar. Böyle bir olasılıktan dünden daha fazla korkuyorlar. Bakmayın siz onların “tarih bitti” lafazanlıklarına. Kendileri hiç ama hiç inanmıyorlar bu sözlere. Onlar tıpkı bir tanrıtanımazın, halkı aldatmak için dinsel vaazlar vermesi gibi vaazlar veriyorlar. Kapitalizmin ideolojik üretim merkezleri, bir yanda sosyalizmin tarihsel olarak yenildiği, kapitalizmin üstünlüğünün ispatlandığı, sosyalizmin bir daha asla yeşerme imkânı bulamayacağı türünden fikirler ileri sürüp, bu fikirleri değiştirilemez bir dinsel dogma gibi propaganda ederken, diğer yandan aralarında toplantılar düzenleyip, 21. yüzyılın ayaklanmalar ve devrimler çağı olacağı tespitini yapıyorlar. Bu tespiti, onlar için bir varsayım olmanın ötesinde oluşumu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Almayı düşündükleri önlemler de bunu açığa çıkarıyor. NATO’yu devletler arası bir savaşa göre konumlandırmanın ötesinde, ayaklanmalara derhal müdahale edebilecek bir polis kuvveti olarak organize etmeyi tasarlıyorlar.

Fakat kapitalistler en çok da sosyalizmden, proletaryanın bilinçlenmesinden korkuyorlar. Hem de “proletarya öldü” teranelerinin tüm dünyayı sardığı bir anda. Sovyet sosyalizmini, Lenin ve Stalin’e saldırılarını yoğunlaştırmalarının en önemli nedeni budur. Kapitalistler, sosyalizm hedefi ile gelişmeyen bir toplumsal hareketin, silahlı bir devrimle iktidarı ele geçirse de sonunda tekrar emperyalist-kapitalist sistemin eklentisi durumuna gelmek zorunda kalacağını iyi biliyorlar. Proletarya önderliğinde gelişmeyen her devrimin, gerçekleşme biçimi ne denli radikal olursa olsun kaderi değişmez. Çünkü proletarya dışında diğer bütün sınıfların ufku, en gelişkin bir burjuva demokrasisi ile sınırlıdır ve bu sınıflar ne denli radikal toplumsal reformlara başvurursa vursun kapitalist üretim ilişkilerinin sınırlarını aşamaz. Bir başka yönde de bu sınırlılık kendini açığa vurur. Proletarya dışında, bir devrim sonucu iktidarı ele geçiren sınıfların ufku dar, ulusalcılığın sınırlarını aşamaz. Bunlar enternasyonal bir devrim peşinde koşmaktan, kapitalizmi dünya çapında yenilgiye uğratmak gayretinden uzak dururlar. Daha çok ulusal sınırlar içindeki başarılar peşinde koşarlar ve iktidarı ele geçirdikleri andan itibaren devrimci barutları bazılarında hemen, bazılarında ise tedricen yok olup gider. Kapitalistler her türden devrimci gelişmenin önünü almak için önlemler alır, büyük çabalara girişirler. Devrimci gelişmeyi önleyemedikleri durumda ise ya küçük burjuva önderleri ile devrimden önce anlaşarak onları devrimden vazgeçirirler ya da devrimden sonra onlarla anlaşma yoluna girerler, bu da olmuyorsa iktisadi, siyasi ve askeri ablukaya alıp boğmaya kalkarlar.

20. yüzyıl, devrimler çağıdır. Daha yüzyılın başında başlayarak dünyanın hemen her bölgesinde devrimci ayaklanmalar gelişmiş ve bunların birçoğu başarıyla sonuçlanmıştır. Ne var ki, 1917 öncesi ve 1956 sonrası devrimci gelişme dönemleri burjuvazi için 1917-’56 dönemi devrimleri kadar korkutucu olmamıştır. 1917 öncesinde burjuvazi, 1871 Paris Komünü deneyi dışında bir proletarya iktidarı ile tanışmamıştır. 1871 Paris Komünü kısa sürede ezilmiş, ama daha da önemlisi proletarya partileri 20. yüzyılın başlarından itibaren ve özellikle birinci emperyalist savaş öncesi burjuva kapitalist düzenin sol partileri haline dönüşmüşlerdi. Şurada ya da burada zaman zaman ortaya çıkan karşı koyuşlar, onlara göre kolaylıkla alt edilebilecek sıradan olaylardı. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, sözde proletarya partileri ile burjuva partileri aynı ulusal çıkarlar etrafında birleştirmişti. Dün proletaryanın enternasyonal çıkarları için proletarya iktidarı peşinde koşan partiler, artık “ulusal çıkarlar” için burjuvazi ile kol kola, “ulusal demokrasi” adına başka ülkelerin proleterlerine karşı çarpışıyorlardı.

1956 sonrası SSCB’de ihanet çizgisinin SBKP’de hakim oluşunun ardından peş peşe birçok sosyalist ülkede karşıdevrimci klik iktidarı ele geçirdi. Bu tarihten itibaren de dünyada devrim için halkların başkaldırısı bütün hızıyla sürdü. Cezayir halkı Fransız emperyalizmine karşı dişe diş bir mücadele yürüttü. 1 milyondan fazla Cezayirli öldü bu iç savaşta. Cezayirlilerin şanlı direnişi ile Fransız sömürgeciliği paramparça oldu. Aynı zamanlarda başlayıp çok daha uzun süren Vietnam devrimi neredeyse çeyrek yüzyıla damgasını vurdu. Önce Fransa, sonra ABD dize geldi. Küba ve Nikaragua devrimleri ile ABD uşağı kanlı diktatörlükler yerle bir edildi. İran’da Şah rejimi yıkıldı. Güney Afrika halkının ırkçı rejime başkaldırısı bir başka biçimde de olsa Apartheid rejimin yıkımına yol açtı. Bugün de dünyanın birçok yerinde ayaklanmalar gerçekleşiyor, devrimci gelişmeler yaşanıyor. Etiyopya demokratik devrimi, Zapatist ayaklanma, Arnavutluk ayaklanması, inişli çıkışlı da olsa süren Filistin direnişi ve 15 yıldır inatla devam eden Kürt ulusunun devrimci direnişi bunların öne çıkmış örneklerini oluşturuyor.

Bütün bu devrimci gelişmeler yaşanırken Kruşçevci ihanetle birlikte giderek emperyalist bir ülke haline gelen SSCB ne yapıyordu? Ülkesinde sosyalizme nasıl ihanet ettiyse ihanet zehrini bütün dünyaya yayıyordu. Karşıdevrimci politikalarına boyun eğmeyenleri her türlü şantaj yöntemini kullanarak denetim altına almaya çalışıyordu. Enver Hoca liderliğindeki AEP, karşıdevrimci ihanete karşı bayrak açtığında modern revizyonizm yolunu seçen Kruşçev liderliğindeki SSCB, iktisadi ve siyasi tehditlerle AEP’i etkilemeye çalıştı. AEP, bu şantajlara boyun eğmeyerek SSCB ile her türlü ilişkisini kesti, keza aynı tutumu ÇKP’ye karşı da aldı. SBKP, diğer yandan her türden revizyonizmle ilişkilerini sıklaştırdı. Karşıdevrimci Tito revizyonizmine kucak açtı. İhanet şebekesinin yaptığı bunlarla sınırlı değildi. Emperyalist emellerine uygun politikalar güdüyordu. Kürtler gerici Saddam rejimine karşı ayaklandıklarında Saddam’ın imdadına sosyal emperyalist SSCB yetişiyordu. Askeri personel dahil ve MİG savaş uçaklarıyla Kürtler bir kez daha kıyıma uğratılıyordu. Etiyopya ve Eritre’de SSCB yanlısı subayların askeri darbesiyle iktidarı gasp eden Mengitsu, Eritre veya Eritre Ulusal Kurtuluş Ordusu’na ve Etiyopya’daki diğer devrimci örgütlere karşı savaşırken arkasında sosyal emperyalist SSCB vardı. Sosyal emperyalistler, doğrudan teknik personel ve silah yardımı dışında, kendilerine bağımlı Küba devleti askerlerini devrimci savaşçılara karşı hükümet güçleri yanında çarpıştırıyorlardı. Çekoslovak revizyonistleri, SSCB’den kısmen bağımsız bir tavır gösterip Batılı emperyalistlere doğru dümen kırmaya başladığında Sovyet tankları Prag sokaklarında göstericileri eziyordu. Sosyal emperyalist ordu Afganistan’ı işgal ettiğinde de, oraya, geri Afgan boz kırlarına sosyalizmi ihraç etme iddiasında olduklarını ileri sürüyorlardı.

Sosyal emperyalizmin devrimci gelişme üzerinde yıkıcı ve tahrip edici etkisi yalnızca bunlarla sınırlı değildi. Modern revizyonistler, sosyalizm maskesi altında en pespaye burjuva politikaları ilerici, sosyalist fikirler olarak yayıyor, proletaryanın ve bütün dünya ilericilerinin bilinçlerini dumura uğratıyorlardı. Neredeyse her ülkede Sovyet yanlısı partiler peydahlanmıştı. Bunların yüzü Moskova’ya dönüktü. Moskova’dan gelen emirlere göre politikalar yapıyorlardı. Yalnızca yüzleri değil, elleri de Moskova’ya dönüktü ve hep oradan gelecek paralar için avuç açarlardı. Çoğu partinin yönetim kadroları, ya Moskova’da ya da Moskova yörüngesindeki ülkelerde konumlanmış olarak mülteci yaşamı sürdürüyorlardı. Hemen hepsi legalist, parlamentarist çizgiyi rehber ediniyor, proletarya ve emekçi sınıfları “Ulusal cephe hükümetleri” politikalarıyla burjuvaziye bağlıyor, “üçüncü gelişme yolu” sözde kapitalist olmayan yolu ile kapitalizmden ayrı, ama sosyalist de olmayan bir ulusal kalkınmacı burjuva programını rehber ediniyorlardı. Bu Moskova uydusu partiler, bulundukları ülkelerde devrimin önünde karşıdevrimci bir barikat oluşturuyorlardı. Devrimci gelişmenin olduğu her yerde burjuvazinin yanında devrimcilere karşı saf tutuyorlardı.

1960 sonrası, hem ulusal kurtuluş hareketlerinin hem de sosyal kurtuluş hareketlerinin, sözde sosyalizmden etkilenmiş olsalar da, daha çok küçük burjuvazinin önderliğinde ve küçük burjuva devrimciliği ekseninde gelişmelerinin en başta gelen sebebi SSCB’de yaşanan ihanetti. SSCB ve uydu partileri, devrimci mevzileri terk etmelerine karşı sosyalizm maskesi taşıdıkları ve daha çok işçi sınıfı içinde etkili oldukları için, işçi sınıfının devrimci gelişmeye müdahalesinin önünü tıkıyor, dahası onu silahsız bırakıyorlardı. Sosyalist bir SSCB varlığını sürdürüyor olsaydı, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki devrimlerin çehresi ve emperyalist kapitalist sistemin gidişatı çok daha farklı olabilirdi.

1917-1956 arası SSCB ve onun dünya üzerindeki etkisi ise çok daha farklıydı. Devrimin ilk günlerinden itibaren devrimci dalga bütün Avrupa’yı sarsmış, Macaristan’da kısa ömürlü bir sovyet devleti kurulmuş, Almanya’da Spartakist isyanı gelişmiş, İtalya’da işçiler birçok şehirde konseyler oluşturmuşlardı. Öyle ki, o dönem devrimden önce Rus işgali altında olan Trabzon’da dahi 1917 Şubat Devrimi ertesinde şehir sovyetleri kurulmuş ve bir müddet yönetim bu sovyetlerde kalmıştı. Devrimi yalnızca Avrupa’da değil, başta Asya olmak üzere mazlum milletlerde bir kurtuluş umudu yaratmış ve bütün ezilenler yüzlerini bu yeni cumhuriyete, işçi, köylü asker sovyetleri cumhuriyetine çevirmişlerdi.

1917-’56 arası, dünyanın herhangi bir yerinde gelişen devrimci ayaklanmalarda işçilerin ve ezilen halkların güvencesi olarak SSCB, bütün mazlumların destekçisi oluyordu. Bulgaristan’da faşizme karşı savaşta, İspanya iç savaşında, Çin devriminde, SSCB’nin desteğinin ötesinde varlığı bile moral ve güven kaynağı idi. Ama çok daha önemlisi, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman faşizminin ilerici insanlığın karşısında bela olduğu bir zamanda, SSCB ve önderi Stalin’in faşizme karşı amansız savaşımları ve kızıl bayrağı 20 milyon şehit pahasına Berlin semalarına dikmeleriydi. Emperyalistler, faşizmi 1917 Ekim Devrimi’ne karşı halkaların sosyalizme doğru evrilen mücadelesini engellemek maksadıyla halkların başına bela etmişlerdi. Bir bakıma sosyalist devrime karşı, emperyalistlerin bir karşıdevrim hareketiydi faşizm. Bu karşıdevrim hareketi, II. Dünya Savaşı’nda Sovyet Kızıl Ordusu ve ondan güç alan komünist, devrimci, ilerici insanlığın başeğmez direnişi ile yerle bir edildi. 1917 Ekiminde tek ülkede başlayan sosyalist devrim, hemen akabinde burjuvazinin karşıdevrimci hamleleriyle yeni sovyet cumhuriyetleri kurulması biçiminde yayılmadıysa da ikinci paylaşım savaşından sonra yayılmayı başardı. Balkanlar, Orta Avrupa ve Baltık ülkelerinde sosyalist rejimler art arda kuruldu. Çin devrimi ile birlikte emperyalizme çok önemli bir darbe daha vuruldu. Burjuvazi, bu yeni devrimci gelişime karşı yeni bir karşıdevrimci hareket örgütlemeye girişti. 1917’den sonra emperyalist işgal ve işbirlikçileri aracılığıyla karşıdevrimci ayaklanma ve iç savaşlarla sovyetlere saldırı örgütlendi. Diğer yandan her yerde antikomünizm propagandası estirilirken, başta İtalya ve Almanya olmak üzere Bulgaristan, İspanya gibi ülkelerde doğrudan faşist hükümetler iş başına getirtilirken her yerde gerici yönetimler desteklendi. Emperyalist işgal püskürtülüp karşıdevrimci ayaklanmalar bastırıldıktan sonra, parti içinden Troçki, Buharin ve Zinovyev gibi hainlerle emperyalistlerle işbirliği gelişti. Stalin önderliğinde Bolşevik Parti, hem içteki karşıdevrimci işbirlikçilere hem de faşist saldırganlara karşı amansız bir savaş yürüttü. Faşizmin dünya çapında ezilmesi, sosyalizm ve SSCB’ye duyulan sempatiyi birkaç misli artırdı. Neredeyse kendisini ilerici niteleyen herkes, aynı zamanda sosyalizmi savunuyor ve KP’lerde örgütleniyordu. Sosyalizm her yere hızla yayılıyordu.

Emperyalistlerin Hiroşima ve Nagazaki’de patlattıkları atom bombası sonraki yıllardaki yönelimlerini açığa vuruyordu. Patlatılan bu bombalar, Japon faşizmine karşı ve savaşı bitirmek amacı ile değil, sosyalist SSCB’nin etkisini ve yayılmasını önlemek içindi. Yüzbinlerce insan yalnızca bu nedenle katledildi. Ama emperyalistler, esasen yeni bir taktik yola başvurmaya başladılar. İç savaşlar, işgallerle yenemedikleri, dünya çapında yayılmasını engelle- yemedikleri sosyalizm ve onun anayurdu SSCB’ye karşı bu kez “soğuk savaş” başlattılar. Yoğunlaşmış karşıdevrimci propaganda ve şiddet hareketiyle sosyalizmin önü kesilecek, sosyalizmden en fazla etkilenmeye müsait ülkelere sermaye hızlı akıtılarak, buradaki hem burjuvazi güçlendirilecek hem de işçi sınıfı ve emekçi kesimlere verilebilecek bazı kırıntılarla işçi sınıfı ve öncü kuvvetleri sosyalizm dışına çekilecek ve kapitalist devlete eklemlendirileceklerdi. Yanı sıra devlet içinde gizli, antikomünist militer faşist örgütlenmelerle (Gladio) kapitalist devlet güvenceye alınacaktı. Stalin’in ölümü ardından geçen birkaç yıl sonra karşıdevrimci güruh partiyi ele geçirdi, karşıdevrim sovyet devletini içten kuşatmış ve ele geçirmişti. O dönemden sonra SSCB’de kapitalizm hızla restore edildi, tekelci bürokrat burjuvazi ülke yönetimine çöreklendi. SSCB, emperyalist bir ülke haline geldi. Batılı emperyalistler derin bir nefes aldı. Bu, SSCB ile olan her türlü çelişkilerinin bittiği anlamına gelmiyordu! Ama rekabetin niteliği değişmişti. Dün sosyalist cephe ile emperyalist-kapitalist cephe arasındaki süregiden mücadele bu kez iki emperyalist kamp, emperyalizm ve sosyal emperyalizm arasındaki mücadeleye dönüşüyordu. Gorbaçov’a düşen, kokuşmaya başlayan cesedi gömmek oldu.

Burjuvazi, sosyalist ülkü etrafında birleşmiş yeni bir devrimci dalgadan korkuyor. Her şeyden önce 35 yıllık modern revizyonist manipülasyon giderek dağılıyor. Öncelikle de Rus emekçi sınıfları sosyalizm denince daha çok Lenin ve Stalin SSCB’sini anlıyorlar ve daha çok o dönemi propaganda ediyorlar. Rusya’da komünist ve devrimci partiler hızla güç topluyor. Ve bu partiler, Kruşçev-Brejnev döneminin eleştirisi temelinde gelişiyor. Modern revizyonist partinin devamcısı Zuganov “Devrimler çağı bitti” derken diğer KP’ler yeni bir devrimden, şiddete dayalı devrimden bahsediyor ve bir kez daha “Tüm iktidar sovyetlere” diye haykırıyorlar. Yalnızca bunlar değil, bütün dünyada sola, sosyalizme doğru bir evrilme yaşanıyor. Böyle bir durumda yaşanan bu yönelimin farklı sınırlar içinde, burjuva reformcu sınırlar içinde tutulması emperyalistler için hayati önem taşıyor. O nedenledir ki, bütün kuvvetleriyle 1917-’56 arası dönem hakkında şaibeler yaratmakla uğraşıyorlar. Bir zamanlar Lenin’i Alman ajanı olarak suçlayanlar bu kez Stalin’i çarın ajanı olarak ilan ettiler. Stalin’in gaddarlığı üzerine nice söylenceler uydurdular. Ama onlar, her şeye rağmen ihtiyatı elden bırakmıyorlar. Sovyetlerin çok kısa zamana sığdırdığı büyük başarıları görmezden gelemiyorlar ve şöyle diyorlar: “Tüm yanlışlıklarına karşın Sovyetler Birliği, kısa süre içinde güçlü bir endüstri kurmuş, tarihte ilk defa emekçi insanların çalışma, dinlenme, sağlık ve eğitim haklarını güvence altına almıştı. Bu durumun yarattığı baskıyla bütün kapitalist devletler, sosyal politikalarında halktan yana önemli revizyonlar yapmak zorunda kalmışlardı.

“Sovyetlerin ekonomik, askeri ve moral gücü, II. Dünya Savaşı’nda Alman faşizminin yenilgiye uğratılarak yeryüzünün kaderinin değiştirilmesi belirleyici rol oynamıştı.”

Burjuvazinin bütün kesimleri bu denli cesur ve açık olamıyorlar. Bunun içindir ki, kılıktan kılığa giriyorlar. Onları böylesine kılıktan kılığa sokan, adeta bir palyaçoya dönüştüren Ekim Devrimi’nin reddedilemez başarıları ve Ekim Devrimi’nin milyonlarca işçi ve emekçi nezdinde yarattığı sempati halesidir. Bunun içindir ki, Ekim Devrimi, onun komünist önderlerini ve sosyalizmin başarılarını karalamak için olmadık yöntemlere başvuruyor, yalan ve çarpıtmalarla doğru tarih bilincinin oluşumunu engellemeye çalışıyorlar.

Örneğin Ekim Devrimi’ni bir devrim değil de bir darbe, bir avuç bolşeviğin saray darbesi olarak niteliyorlar. İşçi, asker, köylü sovyetleri silahlı birlikleri 7 Kasım’da kışlık saraya yönelirken, o dönem Rus hükümetinin başbakanı, sosyalist-devrimci Kerenski bir ABD diplomatik aracı ile sokaklarda sarayı koruyabilecek askerler bulmaya çalışıyordu. Hükümetin başının toplayabildiği asker sayısı bin beş yüzü ancak bulmuştu. Sovyetler çok kısa zamanda ve çok hızlı iktidarı ele geçirmişlerdi. Burjuva hükümet hiçbir yerde kendisini savunabilecek güçleri toplayamamıştı. Burjuvaziyi ve hükümetini bu denli güçsüz, sovyetleri ve bolşevikleri bu denli güçlü kılan neydi? Yüzbinlerin, örgütlenmiş işçi, asker ve köylü sovyetlerinin silahlı ayaklanması sonucu burjuva hükümetinin hiçbir direniş göstermeden teslim bayrağını çekmesi darbe olarak nitelendirilebilir miydi? Kaldı ki nasıl olurdu da bir saray darbesi ile iktidarı ele geçiren bolşevikler emperyalistlerin birleşik saldırısı karşısında iktidarda kalabiliyor, Kolçak ve Denikin’in ayaklanmaları karşısında onları yenilgiye uğratıyor ve iç savaştan da zaferle çıkıyorlardı ve üstelik sosyalist-devrimcilerin sağ kanadı ile menşevikler de topyekün olarak burjuvazi ile birlikte hareket ederken, nasıl oluyordu da yalnızca Rusya’da değil, bir dizi Rus sömürge ve bağımlı ulus içinde bolşevikler egemen olabiliyorlardı? Bu tip iddiaların kafa karıştırmak için ortaya sürüldüğü ve hiçbir bilimsel tartışma değeri olmadığı açık. Ekim Devrimi’nden hemen sonra iktidarı elde eden İşçi Asker Köylü Sovyetleri İkinci Kongresi’nde bir azınlık durumuna düşen menşevikler ve sosyalist-devrimciler devrimi darbe olarak niteleyerek sovyetleri terk ediyorlardı. Sovyetlerin çoğunluğu bolşeviklerin doğrultusunda davranıyor ve şu tarihi açıklamayı yapıyordu: “İşçi, asker ve köylülerin büyük çoğunluğunun iradesine, işçilerin ve garnizonun Petrograd’da gerçekleştirilmiş olan muzaffer ayaklanmasına dayanan kongre, iktidarı kendi eline alır.” (Stalin, Seçme Eserler, C. 15, s. 238) 18 (5) Ocak’ta Kurucu Meclis toplantısı yapıldı. İktidar organı olarak sovyetler varken Kurucu Meclisin toplanması gereksizleşiyordu. Ve esasen de Ekimden önceki siyasal oluşumları temsil ediyordu. Bolşevikler ve sol sosyalist-devrimciler II. Tüm Rusya Sovyet Kongresi’nin yayınladığı kararların kabul edilmesi için Kurucu Meclis’e çağrıda bulundular. Meclis bunu reddetti. Bolşevikler ve sol sosyalist-devrimciler meclisten çekildiler. Kurucu Meclis toplanmadan feshedildiğinden onu savunacak hiç kimse kalmamıştı. O günlerde burjuvazi ve artçıları menşevikler ile sosyalist-devrimciler, devrimi darbe olarak niteliyorlardı. Bugün onların ruhlarını kuşananların dillerinden dökülüyor aynı sözler.

Kuşkusuz en tehlikeli olanlar, Ekim’i savunur görünüp ona en sinsi saldırılarda bulunanlardır. Onlara göre Ekim Devrimi iyidir, hoştur, ama onu kutsamak yanlıştır. Böyle söylemekle Ekim Devrimi savunucularının şabloncu, kendilerini de “bilimsel kuşkucu” olarak göstermiş oluyorlar. Onlar, “Ekim”i yaptıklarından çok, yapamadıklarıyla değerlendirilmelidir, diyorlar ve ekliyorlar: proletarya diktatörlüğü adı altında halka kan ve ıstırap verilmiştir, sosyalist demokrasi gerçekleşmemiştir. Bolşevik Parti başından itibaren katı, bürokratik bir kült olmuştur, Stalin her şeyi mahvetmiştir, Lenin de iyi niyetine karşın aynı sistemin kurucusudur.

Kimi devrimci gruplar ve devrimci kimlik taşıma iddiasında bulunan diğer bazı gruplar, Ekim Devrimi’ni değerlendirirken Gorbaçov’dan, Brejnev’den yola çıkıyorlar. Sosyal emperyalist dönemin modern revizyonist politikalarını sosyalizmin sonuçları olarak ele alıp 1917 ile ilişkilendiriyorlar. Daha kolaycı bir yoldan hareket edip bütün dönemi “reel sosyalizm” olarak niteleyip işin içinden çıkanlar da var. Onlara göre Gorbaçov ya da Stalin fark etmez, her ikisi de Ekim Devrimi’nin, sosyalist sistemin ürünüdür. Bu tür görüşleri ileri sürenler, objektif olarak karşıdevrimin propagandalarına zemin hazırlıyor, dahası yer yer onlarla aynı argümanları kullanıyorlar. Böyle yapmakla gerçekleri tersyüz ediyorlar. Devrim ve sosyalizm davasına büyük zararlar veriyorlar.

Her şeyden önce iki ayrı şeyi, iki karşıt toplumsal sistemi aynılaştırıyorlar. Biri diğerinin içinden çıkmıştır. Bu doğru; Kruşçev, Brejnev, Gorbaçov ve hatta Yeltsin Bolşevik Parti’nin içinden çıkmışlardır. Modern revizyonizm sosyalizmin bağrında büyümüş, onun içinde yeşermiştir. Ama bu, ortaya çıkan ürün ile içinde yeşerdiği ortamın bir ve aynı şey olduğu anlamına gelmez. Ürün, belirli bir andan sonra içinde yeşerdiği ortamın zıddına dönüşmüş, onu reddetmiştir. Kruşçev, Stalin dönemi Bolşevik Parti’nin ürünüdür. Ne var ki, bu, Stalin dönemi parti ile Kruşçev dönemini aynılaştırmaz. Bu durum, sosyalist bir ülke bakımından ilk olsa da komünist partiler bakımından tarihte birçok kez tekrarlanmıştır. Örneğin, II. Enternasyonal partileri kurduklarında ve gelişmelerinin belirli bir evresine kadar komünist parti isimlendirmesini hak eden yapılanmalardı. Fakat süreç içinde değişime uğradılar, karşıtlarına dönüştürdüler. Sosyalist maskeli burjuva partiler haline geldiler. Ya da bir başka örnek verilebilir. İkinci paylaşım savaşı sırasında faşizme karşı militan direnişlere önderlik eden Fransa ve İtalya komünist partileri savaştan bir müddet sonra “tarihsel uzlaşmacı” euro-komünistlere dönüştüler. Evet, euro-komünist FKP, FKP’nin içinde doğdu, ama bu hiçbir biçimde antifaşist silahlı direnişe önderlik eden FKP ile daha sonraki teslimiyetçi FKP’yi aynı biçimde değerlendirme hakkını bize vermez. Benzer örnekleri kişiler bazında da verebiliriz. Kautsky ya da Plehanov; her birinin marksist görüşlerini kim reddedebilir ve tersi olarak her birinin birer burjuva uzlaşmacısı olduğunu kim inkar edebilir? Çok ileriye gitmeye gerek yok. İ. Bilen TKP’si ile M. Suphi TKP’si aynılaştırılabilir mi?

Stalin’e saldırıyorlar, hem de bütün kirli, kanlı ve paslı silahlarıyla. Rus halkı Stalin posterlerini daha çok, daha yükseklerde taşıdıkça Stalin’e saldırıların dozu da artıyor. Kimileri Ekim’e sahip çıktıklarını söylüyorlar, ama karşıdevrimci mevzisinden Stalin’e ve eserlerine ateş püskürüyorlar. Stalin savunulmadan Ekim Devrimi savunulamaz. Stalin savunulmadan sosyalizm savunulamaz. Stalin’e saldırıp Lenin’i baştacı ediyor görünmek, modern revizyonizmin ikiyüzlü, aldatıcı, çarpık ve alçakça tutumunun ürünüdür. Tarihi tek tek kişilere indirgeyerek açıklamanın belirli sakıncaları olmakla birlikte denilebilir ki, Lenin sosyalist devrimin ebesi, Stalin dadısı, Kruşçev katili, Gorbaçov da kokmuş cesedin cenaze levazımatçısı, mezar kazıcısı olmuştur. Ama elbette Gorbaçov’un işlevi, Kruşçev ve Brejnev’den farklı olarak aynı zamanda sosyal emperyalizmin de sona erdiricisi olmasıydı.

Stalin, 1917 Ekim Devrimi’ne önderlik eden Bolşevik Parti’nin önder kadrosu içinde ön sıralarda yer almış, devrimden hemen sonra işgal ve iç savaş yıllarında büyük başarılar göstermiş, parti ve devlet yönetiminde birçok görevi üstlenerek Lenin’in izleyicisi olmuş, Lenin öldükten sonra sovyet devletini başarıdan başarıya koşturmuştur; Sovyetler onun döneminde, geri bir tarım ülkesinden modern sanayi ülkesine dönüşmüştür. Hem de işgal ve iç savaş yıllarından sonra faşist Hitler orduları ile savaşta yirmi milyon yetişkin sovyet insanının yitirildiği koşullarda gerçekleşmiştir bu. Bu yıllarda Sovyetler dünyanın en gelişmiş ikinci sanayi ülkesi haline gelmiştir. İkinci savaş sonrası neredeyse tamamen yıkılmış olan Sovyet yurdu çok kısa bir süre içinde Sovyet insanının mucizevi çabası ile birkaç yılda yeniden baştan başa daha ileri ve modern biçimde kurulmuştur. İç savaş ve faşist işgale karşı direniş yılları dışında Sovyet halkları açlık, sefalet ve yoksullukla tanışmamış, işsizlik ortadan kalkmış, halkın dinlenme, sağlık, eğitim gibi sorunları tamamen çözülmüş, Sovyet emekçileri her bakımdan geleceğe güven içinde yaşamışlardır. Böyle bir yaşamın varlığı nedeniyledir ki, kapitalist geçmişin mirası ahlaki yozlaşmanın neredeyse bütün belirtileri, halkın yaşam seviyesi yükseldikçe yok olmaya yüz tutmuştur. Yüz kızartıcı suçların sayısında geçmişle kıyaslanmayacak denli azalma meydana gelmiş, intihar vakaları giderek azalmıştır. Sovyet insanı yalnızca fiziki olarak değil, ahlaki ve moral değerler gelişmiştir. Çalışma zevk haline gelmiş, Kızıl Cumartesileri, Stahanov hareketinin yaygınlaşması sovyet modernleşmesinde sıçramalar yaratmıştır. İşçilerin eğitim düzeyi yükseldikçe teknik ve beceri düzeyi yükselmiş, makinalaşma ve elektrifikasyonun hızlanmasıyla birlikte üretim verimliliğinde büyük yükselme yaşanmıştır. Stalin döneminde ağır sanayiye ağırlık verilmesi nedeniyle hafif sanayinin imal edildiği, bu nedenle en sıradan geçim araçlarında bile kıtlık yaşandığı iddiası tamamen bir palavradan ibarettir. Ağır sanayi ve hafif sanayi oranı itibarı ile halkın yaşamını olumsuz etkileyici bir durumda değildi ve gerçekte hafif sanayi malları üretimi, kapitalist ülkelerin birçoğundan fazlaydı.

“Evet, bütün bunlar doğru, ama Stalin döneminde çok sert uygulamalar yapıldı. Çok kan döküldü” diyor bazıları. Kime karşı ve neden? Sosyalizm döneminde sınıf mücadelesi bitmez. “Burjuvazi ile proletarya, kapitalist yol ile sosyalist yol arasında yaşamın her alanında sert, karmaşık ve uzun süreli bir savaşım sürer.” (MLKP Programı, madde 22, II. Kongre Belgeleri, s. 291) Öncelikle sosyalist devrimin hemen ertesinde geçmiş dönemin karşıdevrimci uzantılarına karşı bir savaş yürütülür. Aynı şekilde karşıdevrimci unsurların sürekli yeşermesine olanak veren, eski topluma ait üretim ilişkileri tasfiye edilmelidir. Bütün bunlar başarıldıktan sonra, yani karşıdevrimci bütün sınıf ve kalıntıları ortadan kaldırılsa bile emperyalist-kapitalist kuşatma nedeniyle, iktisadi ve siyasi ablukaların yaratacağı iç etkilerin ve geçmişin ideolojik kalıntılarına karşı sürekli bir mücadele kaçınılmazdır. Bu mücadeleyi proletarya, ancak proletarya diktatörlüğü aracılığıyla verebilir. Stalin’e karşı çıkanlar, gerçekte proletarya diktatörlüğüne karşı çıkıyorlar. Devrimin hemen ertesinde emperyalist ordular Sovyet devletine saldırdı. Sonra iç savaş yılları başladı. Ardından zengin köylülere karşı bir seferberlik gerçekleşti. Daha nefes almaya fırsat kalmadan Hitler ordularına karşı amansız bir savaşa girişildi. Proletarya, sınıf düşmanlarına karşı diktatörlüğü uygulamasaydı birkaç saat bile iktidarını koruyamazdı. “Moskova Duruşmalarını eleştiri yağmuruna tutanlar, her nedense basına ve kamuoyuna açık yapılan bu duruşmalarda Buharin ve Zinovyev’in söylediklerine kulak tıkarlar? Troçki’ye haksızlık edildiğini ileri sürenler, aynı Troçki’nin Alman faşistleriyle Sovyet anayurduna karşı giriştiği yıkıcı hainane işbirliğini görmezlikten gelirler.

Bunlar reddedilmesi olanaksız gerçekler. Bütün bunların gerçekleşmesine neden olan proletarya diktatörlüğü olduğu bir an bile gözden kaçırılırsa, sosyalizm yalnızca tatlı bir hayalden ibaret kalır.

Oysa 1848’de Marks ve Engels, Komünist Manifesto’yu yazdıklarında Avrupa semalarında oluşan bir hayaletten, komünizm hayaletinden bahsettiklerinde sosyalizm burjuvalar için bir hayalet olsa da proletarya için de bir hayal, bir ütopyaydı henüz. Ne 1848’deki Avrupa çapındaki işçi ayaklanmaları ne de 1871’de kurulan ve ancak 72 gün yaşayabilen Paris Komünü bu hayalin, sosyalizmin ete kemiğe bürünüp görünür bir gerçeklik halini almasını sağlayamamıştı. 1917’den sonra dün hayal olan, ütopyalarda yaşayan, gözle görülür, elle tutulur bir hale geliyordu. Dün teoride ifade edilenler, pratikte sınanmış ve artık teorik önermeler kanıtlanmış teorik ifadelere dönüşüyordu. Proletarya, 1871’deki kısa deneyimin ardından tarihte ilk kez burjuvaziyi alt ederek, azınlığın iktidarını yıkarak çoğunluğun diktatörlüğünü ilan ediyordu. Sınıfların ortaya çıkışından bu yana ilk kez ezilen sınıflardan biri ezenleri alt ederek, ezenlerin devletini parçalayarak yeni bir devlet kuruyordu.

Sosyalist devletin nasıl bir devlet olması gerektiğini Lenin daha devrimden önce Devlet ve Devrim adlı broşüründe bütün temel yönleriyle dile getirmişti. Bütün bürokratların halk tarafından seçilip, gerektiğinde halk tarafından geri çağrıldığı, polis kuvveti yerine silahlı halk milislerinin güvenliği sağladığı, burjuvaziye ait bütün kurumsal yapının darmadağın edildiği, karşıdevrimci sınıfın yok edilmesi ve nihai zafere yaklaşıldığı oranda devletin sönebileceği bir sistemdi bu. Yani devlet, üretim araçlarını toplumsallaştıracak, yukarıdan aşağıya sosyalist toplumu iktisadi, siyasi olarak inşa edecek bir devlet olacaktı. Böyle bir devlet, işçilerin ve köylülerin yaratıcı inisiyatifi ile ortaya çıkardığı, tarih boyunca görülmüş en demokratik iktidar organı sovyetler aracılığıyla inşa edilebilirdi. Burjuva parlamenter cumhuriyetten bin kez daha demokratik olan sovyet sistemi, burjuvaziye karşı da çoğunluğun amansız diktatörlüğünü uygulayacaktı. 1917 Ekim Devrimi, bu diktatörlüğün kuruluşunu ilan ediyordu.

1917 Ekim Devrimi’nin oluşum koşulları anlaşılmadan sosyalizm ve devrimin ilişkisi kurulamaz.

Koşulların hazır olması tek başına bir şey ifade etmez. O koşulları kullanarak bir sonraki sürece götürecek irade gerekir. Nesnel koşullar aynı olmasına karşın farklı mevzilerde, farklı önerilerde bulunulur, çok farklı politik tutumlar alınabilir.

1917 Ekim Devrimi, her şeyden önce bu yönüyle incelenmeli ve sonuçlar çıkarılmalıdır. Çünkü o iradenin, bilimsel sosyalizmin yön verdiği iradenin, ne muazzam sonuçlar doğurabileceğine kanıttır. Bu bakımdan 1917 Ekim ayaklanması yalnızca bir sonuçtur. Ondan önce Ekim’i hazırlayan bir süreç vardır. 1917 Ekim’i anlamak için onu oluşturan, hazırlayan dönemi anlamak gerekir.

Daha 1917 Şubat’ında, çarlığın yıkılışı dünyada büyük bir deprem etkisi yaratmıştı. Yalnızca burjuvalar değil, en yakın devrimi Avrupa’da bekleyen birçok sol çevre de şaşkınlığa kapılmıştı. Birçok kimse için yaşananlar “bir mucize” idi. Lenin böyle düşünenleri “dar kafalı” olarak niteliyordu. “Doğada ve tarihte mucize yoktur” diyordu Lenin. “Fakat her devrim, tarihin her ani dönemeci gibi öyle zengin bir içeriğe sahiptir, mücadele biçimlerinin ve mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkisinin kendine ilişkin bileşimlerini o kadar beklenmedik biçimde ortaya çıkarır ki, birçok şey dar kafalı beyinlerde mucize olarak görünmek zorundadır.”

1 Mart (bugünün tarihi ile 15 Mart) 1917’de Çar II. Nikola kendisinin ve veliaht oğlunun tahttan feragat ettiğini duyurdu. 9 Ocak 1917’de Moskova’da patlayan grev dalgası Petrograd, Bakü, Nijni Novgrad gibi kentlerde yayılarak büyümüştü. Ama en önemlisi ve ayırt edici olanı, bir grup askerin de Petrograd’da grevlere iştirak etmesiydi. 18 Şubat’ta bu kez Petrograd’da Putilov fabrikalarında başlayan grev, birkaç gün içinde bütün fabrikalara yayıldı. 23 Şubat’ta (8 Mart) Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde Petrograd’daki grevci işçi sayısı 90 bine ulaşmıştı, bir gün sonra sayı 240 bine çıktı. Bu sırada 28 polis göstericiler tarafından linç edildi. Buna rağmen çarın polisi müdahale etmekten çekinmiştir. 24 Şubat’ta grev gösterileri giderek önü alınmaz bir yangın halini aldı, göstericilerin sayısı durmadan artıyor, militanlık ve kararlılık ve istikrar giderek hareketin belirleyici yapısını oluşturuyordu, sloganlar nitelik değişimine uğruyor, “Ekmek istiyoruz” talebi yerine “Kahrolsun Çar, kahrolsun otokrasi” sloganı öne çıkıyor. 25 Şubat’ta Çar olaylara müdahale kararı alır. Polis göstericilere ateş açar, işçiler arasından da polise karşılık verenler olur. Aynı gece büyük bir gözaltı furyası yaşanır. Özellikle grev ve gösterilerin örgütlenmesinde başını çeken bolşeviklere yönelir polis. İşçilerin cevabı sert olur. İşçiler, asker ve polislerin silahlarına el koyarak çatışmalara girmeye başlar. 27 Şubat’ta askerlerin önemli bir bölümü işçilere ateş açmayı reddeder, binlercesi saf değiştirir. Aynı gün göstericilerden yana geçen asker sayısı 60 bini bulur. O gün polis merkezleri, cezaevleri basılarak tutsaklar özgürleştirilerek mücadeleye katılmaları sağlanır.

Şubat Devrimi’nden çok önce, daha 1902’de Nereden Başlamalı adlı broşüründe Lenin “Otokrasinin devrilişinin sadece nizami bir kuşatmayla veya örgütlenmiş bir saldırıyla mümkün olabileceğini” ileri sürmenin “doktriner bir saçmalık olacağını” belirtiyor ve devamla, “otokrasinin kendiliğinden bir patlamanın şokuyla, yahut her gün her yönden kendisini tehdit eden ve önceden kestirilemeyecek siyasi karışıklıklardan biri nedeniyle devrilmesi tarihsel planda çok mümkün, hatta kuvvetle muhtemeldir” diye açıklıyordu.

Lenin ve onun şahsında bolşevikleri diğerlerinden ayrı kılan, devrime ve sınıflar mücadelesine marksist yaklaşımlarıydı. Bunun içindir ki, ne Şubat Devrimi’nin patlayan grev dalgalarının ertesinde siyasi genel grev ve direnişe dönüşmesinin ürünü olması bolşevikleri şaşkınlığa uğrattı; ne de çarlığın yıkılışının ardından sosyalist devrime yürüme konusunda bir tereddüte yol açtı. Lenin “Gerçeklerden korkmayan, devrimde toplumsal güçler dengesini serinkanlılıkla tartan, her politik durumun yalnızca onun o anki tüm verili özellikleri bakış açısıyla değil, aksine daha derindeki itici güçleri, Rusya’da ve bütün dünyada proletaryanın ve burjuvazinin çıkarlarının daha derin, karşılıklı ilişkisi bakış açısıyla” olaylara yaklaşıyordu. Şubat Devrimi’nin bu denli hızlı gelişmesi ve başlangıç aşamasını birkaç gün içinde tamamlaması “Rus proletaryasının 1905’ten 1907’ye üç yıl içinde çok büyük sınıf çatışmalarını” yaşamış ve “en büyük devrimci enerjiyi” sergilemiş olması nedeniyledir. “İlk devrim (1905), toprağı derinden eşeledi, yüzyılların ön yargılarını kökünden kazıdı ve milyonlarca işçiyle düzinelerce milyon köylüyü politik yaşama ve politik mücadeleye uyandırdı. Rus toplumunun tüm sınıflarını (ve tüm önemli partilerini) birbirlerine- ve dünyaya- gerçek karakterleriyle, çıkarlarının, güçlerinin, eylem yöntemlerinin, yakın ve uzak hedeflerini gerçek karşılıklı ilişkisi içinde gösterdi. İlk devrim ve onun ardından gelen karşıdevrim dönemi (1907-1914) çarlık monarşisinin özünü açığa çıkardı, karakterini sonuna kadar belli etti ve tüm çürümüşlüğünü, alçaklığını” açığa çıkardı. “1905-1907 devrimi olmadan, 1907-1914 karşıdevrimi olmadan, Rus halkının tüm sınıflarının ve Rusya’nın geri kalan bölümünde oturan halkların böylesine tam bir kendi kaderini tayini imkânsız olurdu.” (C. 6, s. 18, Lenin, Seçme Eserler)

Devrimci krizin başka yerlerden daha önce çarlık Rusya’sında patlak vermesinin doğal olduğunu ileri sürüyordu Lenin. Savaş süresince alınan bir dizi ağır yenilgi “bu krizin patlak vermesini” hızlandırıyordu. “Yenilgiler, tüm eski hükümet aygıtını ve bütün eski düzeni sarstı, halkın tüm sınıflarını onlara karşı çıkardı ve orduyu öfkelendirdi.” (age, s. 21)

Şubat Devrimi’ne doğru, devrimi etkileyen bir başka etmeni de göz ardı etmemek gerekir. Emperyalistler arası çelişki, Rusya’da rejim üzerinde sarsıcı etkiler yapıyordu. Çar Almanlarla anlaşma yanlısı iken, burjuvazi İngiliz-Fransız emperyalizmi ile bağlarını güçlendiriyordu. Savaşın sürmesinden yana olan İngiliz-Fransız emperyalistleri, Çar Nikola Romanov’u devirmek için uğraşıyorlardı.

Rus halkının büyük devrimci direnişi karşısında çekilmek zorunda kalan çarın hemen ardından doğan siyasi boşluğu burjuvazi hızla doldurdu. Daha örgütlü olan ve İngiliz-Fransız emperyalistlerinin desteğini alan kapitalist toprak sahipleri ve burjuva sınıfın temsilcileri “çarlığa karşı ilk darbelerden sonra iktidarı ele geçirdi”. (age, s. 22)

Çarlığın yıkılması ve burjuvazinin iktidarı gasp etmesinin ardından Rusya yeni bir evreye giriyordu. Bu evreyi doğru tanımlamak çok önemliydi. 1917 Şubat Devrimi’nden 1917 Ekim Devrimi’ne kadar geçen süreçte sosyalist devrim adım adım örgütlenmişti. Bolşevik Parti’yi başta Sovyetler içinde bir azınlık, köylülük içinde etkisizken, hem sovyetlerde çoğunluk haline getiren hem de köylüleri işçi sınıfı ile bolşevik bayrak altında iktidara yönelten bolşeviklerin, proletarya diktatörlüğü hedefli ve proletaryanın sınıf çıkarlarına endeksli politikalarıydı. Tarihsel süreçleri belirli dönemlere keskin sınırlarla bölmek her zaman doğru olmasa bile Şubat’tan Ekim’e evrilen süreçte belli başlı dönemlerde bolşeviklerin aldıkları politik tutum, işçilerin ve köylülerin, burjuvazi ve küçük burjuvazinin siyasal etkisinden özgürleşip proletaryanın kızıl bayrağı etrafında kümelenmelerinin yolunu açmıştır. Bu üç dönemi, kabaca, geçici hükümete ve savaşa karşı tutum, 3-4 Temmuz olayları ve ayaklanmanın hazırlanması olarak ele alabiliriz. Burada ayrıntılı bir tarihsel analiz ve buna bağlı olarak bir tartışma yürütmek yerine asıl amaç, geçiş sürecinde iradenin, önderliğin, marksist ilkelere bağlılığın belirleyici etkisini göstermektir.

Geçici hükümete karşı tutum; çarın devrilmesinin hemen akabinde Rusya’da çar artıkları ve burjuva Kadet Partisi önderliğinde geçici bir hükümet kuruldu. Menşevikler ve sosyalist-devrimciler (SR) bu hükümeti desteklediler. Onların sovyetler içinde çoğunluğu ellerinde bulundurmaları bu desteği çok önemli kılıyordu. Burjuva hükümetin ayakta kalmasının yegane nedeniydi bu. Diğer yanda Bolşevik Parti geçici bir tereddüt içindeydi. Örneğin Bolşevik Parti ileri gelenlerinden Kamenev, “Eski rejimin kalıntılarına karşı gerçekten mücadele ettiği ölçüde devrimci proletaryanın ona desteği o ölçüde garantidir” biçiminde fikirler öne sürüp dolaylı biçimde hükümeti destekliyordu. Kamenev, bu desteği “güçlü bir biçimde denetleme” biçiminde açıklıyordu. Bolşevik Parti, bu tür tereddütlü fikirler arasında bocalıyordu.

Bu tereddütün asıl kaynağı, oluşan yeni siyasal durumun yeterince doğru biçimde tahlil edilememesiydi. “Marksist taktik” diyordu Lenin. “Üzerinde inşa edilmesi gereken biricik sağlam temel üzerinde, olgular temeli üzerinde inşa” edilebilir. Bunun için “her şeyden önce mümkün en büyük objektif kesinlikle” gerçek politik durum saptanmalıdır. (C. 6, s. 23)

Bolşeviklerin büyük bir bölümü “eski”de kalmıştı. Hükümet, kapitalist toprak sahipleri ve burjuva sınıfın temsilcilerinden oluşmasına karşın, ona karşı alınması gereken tutum küçük burjuva siyasal partilerde hükümete doğrudan destek biçimde olurken, Bolşevik Parti’de başlangıçta belirsiz, ikircimli yaklaşımlara yol açmıştı. Bu “eski bolşevikler,” proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü kurulmadan burjuva-demokratik devrimin tamamlanmış olamayacağını ileri sürüyorlardı. Yanı başlarındaki çoktan gerçekleşmiş proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü görmüyorlardı. İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti ile birlikte proletarya ve köylülüğün devrimci ve demokratik diktatörlüğün Rus devriminde belli biçimde ve belli bir dereceye kadar gerçekleşmiş” olduğunu kavramıyorlardı.

Olguyu dikkate almayan, onu unutan, “yani canlı gerçekliğin özelliklerini tahlil etmek yerine ezbere öğrenilmiş, formülleri düşüncesizce tekrarlayanlar” (C. 6, s. 46) günün gerçeklerine değil de eskimiş formüllere takılırlar, yaşamın gerisinde kalırlar.

Lenin, bir marksistin “canlı yaşamı, gerçekliğin eksiksiz olgularını hesaba katması gerektiği ve her teori gibi, en iyi durumda yalnızca temel olanı, geneli gösteren, yaşamın tüm karmaşıklığını yalnızca yaklaşık olarak kapsayabilen, dünün teorilerine sarılmaması gerektiği tartışma götürmez gerçeğini benimse”mesi gerektiğini öne sürüyordu. (C. 6, s. 47) Eski tarza göre “burjuvazinin egemenliğinin ardından proletarya ve köylülüğün egemenliği, onların diktatörlüğü gelebilir ve gelmelidir.” “Gerçek yaşamda ise artık başka bir şey ortaya çıkmıştır. Birinin diğeriyle son derece orijinal, yeni ve daha önce hiç görülmemiş bir iç içe geçişi yan yana, birlikte, aynı anda -hem burjuvazinin egemenliği (Lvov ve Guçkov -PD), hem de iktidarı gönüllü olarak burjuvaziye bırakan, gönüllü olarak onun uzantısı haline gelen proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü varlığını sürdürüyor.” (C. 6, s. 47).

“Eski bolşevikler”in göremedikleri bu tip olgulardı. Onlar, işçi-köylü devrimi demokratik iktidarı hedefi ile stratejiler çizerken, yanı başlarında var olan böylesi bir iktidar organını göremiyorlardı. Lenin, geçici hükümetin kesinlikle desteklenmesi gerektiğini ileri sürdüğünde ve “Tüm iktidar sovyetlere” sloganı ile ortaya çıkması ile birlikte Bolşevik Parti kısa bir gecikmenin ardından bu yeni politikanın etrafında kenetlendi.

“Devrimimiz bir burjuva devrimidir, bu yüzden işçiler burjuvaziyi desteklemelidirler” tasfiyecilerin politikası budur.

“Bizim devrimimiz bir burjuva devrimidir” diyor Lenin. “Bu yüzden işçiler, burjuvazinin politik sahtekarlıklarının aldatmacası hakkında halkı aydınlatmak ve onlara sözlere inanmamayı ve yalnızca kendi güçlerine, kendi örgütüne, kendi birlikteliğine, kendi silahlarına güvenmeyi öğrenmelidir.” (C. 6, s. 24)

Geçici hükümete karşı olmak, onun izlediği bütün karşıdevrimci politikalara karşı olmak anlamına geliyordu. Bunlardan en önemlisi ve bütün siyasal partiler bakımından turnusol kağıdı işlevi gören, emperyalist savaşa karşı tutumdur.

Devrimden önce II. Enternasyonal partilerin ihanetine karşın Bolşevik Parti, “Emperyalist savaşa hayır” şiarıyla ortaya çıktı. Asker kıyafeti içindeki Rus işçi ve askerlerine silahlarını başka ulustan askerlere değil, savaş yanlısı hükümetlere yöneltme çağrısı yaptı.

Her şeye rağmen Bolşevik Parti içinde aynı fikirde olmayanlar da vardı. Örneğin Kamenev halkı, “Sağlam biçimde nöbette olmaya, her mermiyi mermiyle, her gülleyi güllelerle yanıtlamaya” çağırıyordu. Ona göre “herkes savaştaki görevini yerine getirmek” zorundaydı.

Geçici hükümet, İngiliz-Fransız emperyalistlerinin çıkarları doğrultusunda savaşı sürdürüyordu. Rus halkı savaştan usanmıştı. Savaş kıtlık, açlık demekti, savaş yıllardır bitmeyen kıyım demekti. Rus halkı savaş değil, barış istiyordu. Menşevikler ve SR’ler savaş konusunda hükümeti destekliyorlardı. Savaş yorgunu Rus işçi ve köylülerini ikna etmek için de “Devrim Rusyası’nı savunmak” demagojisinin ardına sığınıyorlardı. Mayıs ayında hükümete doğrudan katılan menşevikler ve diğer hükümet üyeleri, Haziran’da (18) bütün cephelerde bu sahte sloganla büyük bir saldırı hareketi başlattılar. Bu saldırı büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Savaş yanlılarının halk nezdinde güvenirliliği iyice zayıfladı. Barış özlemi, bütün Rus halkında neredeyse önü alınmaz bir isteğe dönüştü.

Diğer önemli bir ayıraç, halkın toprak ağalarına karşı başlattığı el koyma hareketi karşısında alınan tutumdur. Geçici hükümet bu durumdan hoşnutsuzdu ve böyle hareketleri yasadışı ilan ediyordu. Zira toprak sahipleri hükümetin içinde temsil ediliyordu. Kaderini burjuvaziye bağlanmış menşevikler ve SK’lar halkın bu yönlü taleplerine de sırt çevirdiler. Bolşevikler ise etkili oldukları her yerde toprak ağalarının topraklarına el koyan köylülere desteklemekle kalmıyor, doğrudan bu hareketin öncüsü oluyordu. Toprak, ekmek talebinin bir yanını oluşturuyordu.

Ekmek, açlık içinde kıvranan Rus yoksullarının en önemli taleplerindendi. Uzun yıllar süren savaş yeni zenginler yaratırken, halkın yoksullaşması hız kazanmıştı. Cephedeki askerler dahi ekmeksizdi. Halk ekmek istiyordu. Ekmek, büyük tahıl silolarında büyük tüccarların elindeydi. Geçici hükümet bu kesimlere dokunamazdı. Çünkü onlar da geçici hükümetin hem destekçisi hem bileşenleriydi. Bolşevikler, bu konuda da net tutum aldılar. Bir yandan halka büyük silahlara el koyma çağrısı yaptılar, diğer yanda üretimin işçilerce denetlenmesi gerektiğini öne sürdüler.

Şubat-Mart Devrimi ardından iktidarı ele geçiren kadetlerin ve oktobristlerin burjuva hükümeti, halk üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek için “halkı en yüksek derecede özgürlükler” vadetmek zorundaydı. İngiliz-Fransız mali firmalarının katipliğini üstlenen, emperyalist savaşı “sonuna kadar” yürütmek isteyen burjuva hükümet için bu, amaçları gerçekleştiği ölçüde bu tip vaatlerin bir sakıncası da yoktu.

Bolşevikler bu “özgürlük” ortamını, proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyini geliştirmek ve onu sosyalist devrime en kısa sürede hazırlamak için değerlendirme taktiği güttüler. Ama bolşevikler her defasında burjuvazinin iktidarı garantiye alması ve ikili iktidara son vermesiyle özgürlüğün de son bulacağını propaganda ediyorlardı. Var olan özgürlüğün nedeni burjuvazi değil, işçi, asker temsilcileri sovyetinin etkinliğiydi. Bunun içindir ki, Lenin’in de belirttiği gibi “Çarlığın kesin olarak yok edilmesini ve özgürlüğün biricik garantisi, proletaryanın silahlanması ve işçi asker temsilcileri sovyetinin öneminin ve iktidarın güçlendirilmesidir.” (C. 6, s. 24)

Lenin’in Nisan Tezleri’nde tam bir bütünlükle dile getirdiği düşünceleri karşısında menşevikler, “Lenin bize, gericiliğe hizmet etmek için geldi... Lenin’in her önemli başarısı, gericiliğin başarısı olacaktır” biçiminde tepkiler gösterdiler. Ve şöyle sesleniyorlardı: “Devrim kuşkusuz tehlike tehditi altındadır. Henüz daha geç olmadan Lenin’in ve onun yandaşlarına kesin reddiye çıkarılmalıdır.” Hızlarını alamayan menşevikler, mutlaka bolşeviklerin “şiddetli bir direnişle zararsız hale getirilmesi gerekmektedir” biçiminde sözler ediyorlardı. Plehanov ise leninist düşünceleri “humma fantezileri” olarak niteliyordu. Plehanov geçici hükümeti destekliyor, kadetlerle koalisyonu savunuyor, bolşeviklere karşı ajitasyonu en önemli siyasal görev olarak görüyordu.

Bolşevik Parti yöneticilerinden Kamenev ise “Lenin yoldaşın genellemesi kabul edilemez” biçiminde açıklamalarla leninist politikalara muhalefet ediyordu.

3-4 Temmuz Gösterileri

3 (16) Haziran 1917’de 1. Tüm Rusya Sovyet Kongresi toplandığında bolşevikler hala azınlıktaydı. Bolşeviklerin delege sayısı 100 civarındaydı. Buna karşı menşevikler ve SR’lerin delegeleri 700-800 kadardı. (Stalin, Eserler, C. 15, s. 221)

18 Haziran’da İngiliz-Fransız emperyalizminin istemleri doğrultusunda bütün cephelerde başlayan büyük taarruzun fiyaskoyla sonuçlanması, işçi ve askerlerin öfke patlamalarına yol açtı. 3 Temmuz’da Petrograd’da gösteriler başladı. Parça parça başlayan gösteriler birleşerek dev bir silahlı gösteriye dönüştü. Gösteri silahlı olarak yürütülüyordu ve en temel talebi, iktidarın derhal sovyetlere devredilmesi idi. Bolşevikler böyle bir hareketi erken buluyorlardı. Zira devrimci krizin henüz yeterince olgunlaşmadığını düşünüyorlardı. İyi örgütlenmemiş erken bir ayaklanmanın karşıdevrimin karşı saldırısı altında direnemeyeceği ve devrimin daha doğmadan boğulacağı görüşünü ileri sürüyorlardı. Bu düşünceler nedeniyledir ki bolşevikler gösteriye, silahlı gösteriyi iktidara yöneltmek için değil, barışçı bir gösteriye döndürmek için katıldılar. Ertesi günkü gösteri tam da bu biçimde gerçekleşti. Bolşevikler, daha 2 Temmuz’da gösteriye karşı kampanya yürütmüş, ancak buna rağmen 3 Temmuz’da sabırsızlanan yığınları tutma olanağı olmadığı için gösteriler kontrolden çıkmış, ancak 4 Temmuz’da bolşevik hakimiyet sağlanmış, gösteri barışçı ve örgütlenmiş bir gösteri haline dönüştürülmüş ve aynı gece bolşeviklerin çağrısıyla gösterilere son verilmiştir. (Nisan Tezleri, s. 83)

Ne var ki hükümet, aynı gece karşıdevrimci bir saldırı başlattı. En vahşi anti-komünist birlikler Petrograd’a getirtildi. Bolşevik gazeteler kapatıldı. İşçi semtlerinde büyük bir tutuklanma kampanyası başlatıldı. Ölüm cezası yeniden yürürlüğe girdi. İşçilerin ve devrimci birliklerin silahsızlandırılmasına karar verildi. Temmuz gösterilerinden 5 gün sonra Lenin şöyle diyordu. “Karşıdevrim örgütlendi, pekiştirildi ve devlette fiili olarak iktidarı ele geçirdi. Gerçekte Rusya’da asıl devlet iktidarı şimdi askeri diktatörlüktür.” (C. 6, s. 591)

O güne kadar bolşeviklerin temel taktiği, burjuva hükümete karşı işçi-asker temsilcileri sovyetinin iktidarını gerçekleştirmekti. Yani, iktidarı, burjuva hükümetten, var olan işçi-asker-köylü sovyetlerinin alması ve sovyetlerde de bolşeviklerin-komünist proletaryanın çoğunluk sağlaması taktiğiyle sosyalist devrim stratejisi yürütmek, bolşeviklerin tutumuydu. Bunun için burjuva hükümetin en geniş biçimde teşhirine, en geniş yığınların bu temelde ikna edilmesi, işçilerin bilinç ve örgütlülük konularında düzeylerinin yükseltilmesi, sovyetlerde küçük burjuva partilerini tecrit ederek çoğunluğun sağlanması ve tüm bunların barışçıl bir siyasal çizgi izlenerek gerçekleştirilmesi hedefleniyordu. 3-4 Temmuz olaylarından sonra durum değişti. İkili iktidar sona erdi. Askeri diktatörlük kuruldu. “Bütün iktidar sovyetlere” sloganı nisan, mayıs, haziran aylarında ve 5-9 Temmuz’a kadar, yani gerçek iktidarın askeri diktatörlüğe geçtiği ana kadar mümkün olmuş olan devrimin barışçıl gelişmesinin sloganı oldu. (Nisan Tezleri, s. 89)

Bolşevik Parti ve proletarya için yeni bir süreç başlamıştı. Bolşevik Parti, Lenin’in taktiğiyle “Barışçı yollar hakkında hayale kapılmak yok, değişik eylemler yok, şu anda kara yüzlerin ve kazakların kışkırtmalarına yanıt vermek yok, güçlerin bir araya toplanması ve yeniden örgütlenişi, sıkı bir şekilde hazırlanma” taktiğiyle yeni süreci karşılıyordu.

26 Temmuz-3 Ağustos 1917 tarihleri arasında Petrograd’da toplanan VI. Parti Kongresi’nin yayınladığı manifestoda belirtilenler Bolşevik Parti’nin yönelimini ortaya koyuyordu. Şöyle diyordu Manifesto’nun son sözleri, “Öyleyse yeni savaşlara hazırlanın, silah arkadaşları. Azimle, cesaretle ve sükûnetle, provokasyona kapılmaksızın güç toplayın ve savaş kollarınızı kurun. Proleterler ve askerler, parti bayrağı altında toplanın. Köyün ezilenleri bayrağımız altında toplanın.” (Stalin, C. 15, s. 228)

Bu arada General Kornilov, hükümeti askeri vesayet altına alıyor ve parça parça askeri diktatörlüğü ilan etmek için hazırlıklarını yürütüyordu. 21 ağustosta Kornilov birlikleri Petrograd’a doğru saldırıya geçti. Sovyetleri bütünüyle ortadan kaldırmayı hedefliyorlardı. Devrimi “devirmek ve kanla” bastırmak için Kornilov’la kol kola, bolşeviklere saldırıyı örgütleyen sosyalist-devrimci Kerenski, bu kez Kornilov ayaklanması karşısında bolşeviklerden yardım istedi.

Lenin, Kornilov ayaklanmasını beklenmedik bir gelişme olarak niteledi ve “Beklenmedik her dönüm noktası gibi, bu da, taktik bir gözden geçirme ve bir değişiklik gerektiriyor ve her gözden geçirmede olduğu gibi ilkelerden ayrılmamak için aşırı derecede sakınımlı olmak gerektiğini ortaya koydu.” (Nisan Tezleri, s. 115)

Kornilov ayaklanması karşısında gerici hükümeti desteklemek gerektiğini savunanlara karşı Lenin ve Bolşevik Parti’nin tutumu açık ve netti. “Geçici hükümeti desteklemek yanlıştır ve ilkelerden ayrılmayı gerektirir.” Lenin, hükümeti destekleme eğilimi gösteren bolşevikleri olayların dalgalarına kapılıp sürüklenmekle eleştiriyordu.

“Kornilov’la savaşacağız” diyordu leninistler, “ama ‘Kerenski’yi desteklemeyeceğiz.”

Lenin, 30 Ağustos’ta (12 Eylül) şöyle yazıyordu: “Anın özelliğini hesaba katmak gerekir. Onu (hükümeti -PD) hemen devirmeye çalışmayacağız, biz şimdi bir başka biçimde ve daha açıkçası (Kornilov ile savaşın) halkın gözünde Kerenski’nin güçsüzlük ve duraksamalarını göstererek savaşacağız. Bunun daha önce de yapıyorduk. Ama şimdi başlıca iş oldu.” (Nisan Tezleri, s. 116)

Ayaklanma Kararı

Eylül ayından itibaren bolşevikler, sovyetlerde giderek etkinliklerini artırdılar. Lenin, 23 Eylül’de iki başkentte, işçi ve asker vekilleri sovyetlerinde bolşeviklerin çoğunluğu elde ettiklerini söylüyordu ve devam ediyordu, “Bolşevikler iktidarı ele alabilirler ve almalıdırlar.” (age, s. 130) 3-4 Temmuz günlerine göre değişen neydi. O gün iktidarı almaya yeltenmeyen bolşevikler, aradan kısa bir süre geçtikten sonra ayaklanmanın vakit geçirilmeksizin örgütlenmesinden söz ediyorlardı. Bunun başlıca nedenleri şunlardır:

3-4 Temmuz’da;

-Devrimin öncüsü olan proletarya, henüz çoğunlukla bolşeviklerin arkasında değildi.

-Devrimci coşku, henüz büyük halk yığınını kazanmamıştı.

-Düşmanlar arasında ve kararsız küçük burjuvazi arasında, o zaman ciddi bir siyasal genişlikteki duraksamalar yoktu.

Bu koşullarda ayaklanma için o günlerde “Bir yanlışlık olurdu, iktidarı ne maddeten ne de siyasi olarak koruyabilirdik” diyordu Lenin (Nisan Tezleri, s. 130).

Fakat durum artık değişiyordu. Sovyetler canlanıyor, yenileniyor ve en önemlisi bolşevikleşiyordu. “Tüm iktidar sovyetlere” sloganı tekrar gündeme geliyordu. Ama eskisinde olduğu gibi, iktidarın barışçıl yollardan devri şiarı olarak değil, bir ayaklanma şiarı olarak. Bu sırada Sosyalist-Devrimci Parti’de sol bir grup ortaya çıkıyor, menşeviklerde de bolşeviklere sıcak bakan “Enternasyonalistler” adlı gruplaşmalar meydana geliyordu. Karşı saflarda çözülme başlamıştı. İşte tam da bu sırada devrimin vahametini fark eden menşevikler ve sosyalist-devrimciler, devrim dalgasını zayıflatabilmek için yeni bir hamle yaptılar. 12 Eylül 1917’de sosyalist partilerin, uzlaşmacı sovyetlerin, sendikaların, zemstvoların, ticaret ve sanayi çevrelerinin ve askeri birliklerin katıldığı bir Tüm Rusya Demokratik Konferansı topladılar. Konferans, ön parlamento olarak bilinen bir geçici cumhuriyet şurası kurdu. (Stalin, Eserler, C. 15, s. 232) Lenin, ön parlamentonun kesinlikle boykot edilmesi gerektiğini savunuyordu. Çünkü “Ön parlamentonun amacı bonapartist bir sahtekarlıktır”, ön parlamentonun “biricik amacı kitleleri yanıltmak, işçi ve köylüleri dolandırmak, onları yaklaşmakta olan yeni devrimden uzaklaştırmak” tır. (Seçme Eserler, Lenin, C. 6, s. 245) Kamenev, ön parlamentoyu savundu ve onu terk etmek istemedi. Ama sonuçta bolşevikler ön parlamentoyu boykot ettiler ve ayaklanma için hummalı bir çalışmaya giriştiler. 23 Eylül’de (10 Ekim) RSDİP MK durum değerlendirmesi yaparak ayaklanma kararı alıyordu.

MK Kararına göre;

-Rus devriminin uluslararası çapta yaptığı etki nedeniyle (Alman donanmasında patlak veren ayaklanma bir örnektir) emperyalist dünya devrimini boğmak için hazırlık yapmaktadır.

-Rus burjuvazisi, yürüttüğü emperyalist savaşta tam bir bozguna uğramış ve Petrograd Almanlar’a teslim etme hazırlığındadır.

-Proletarya partisi sovyetlerde çoğunluğu ele geçirmiştir.

Bunun dışında köylülerin ayaklanmaları ve partiye girmeleri hızla artmaktadır.

Bu koşullarda yeni bir Kornilov ayaklanması ile devrimi boğma hazırlıkları sürerken, tüm bu koşullarda silahlı ayaklanma gündeme girmiştir. Daha da ötesi, silahlı ayaklanma kaçınılmaz hale gelmiş ve tamamen olgunlaşmıştır. Böyle bir anda ayaklanmayı gerçekleştirmemek devrime, proletaryaya ihanet anlamına gelir. (Seçme Eserler, Lenin, C. 6, s. 313)

Lenin, 6 Kasım’da (24 Ekim) MK üyelerine yazdığı mektupta “Durum son derece kritik, şimdi ayaklanmayı herhangi bir biçimde geciktirmenin gerçekten ölüm anlamına geleceğini” belirtiyordu.

Ertesi gün 7 Kasım’da (25 Ekim) kızıl muhafızlar ve devrimci birlikler garları, postaneyi, telgrafhaneyi, bakanlıkları ve devlet bankasını işgal ettiler, ön parlamentoyu dağıttılar, aynı gece, 25 Ekim’i 26 Ekim’e bağlayan gece, kışlık sarayı ele geçirdiler ve geçici hükümeti tutukladılar.

“Böylelikle yeni bir çağın, büyük sosyalist devrim çağının başladığını müjdelediler.” (Stalin, C. 15, s. 237)

Bugün, proletaryanın yeni Ekimler yaratması için uygun koşullar Ekim öncesi günlere göre hiç de az değildir. Dahası, nesnel olarak bugün koşullar sosyalizm için çok daha fazla olgunlaşmıştır. Ve proletarya, düne göre bu bakımdan çok daha şanslı sayılır. Bu, hem tarihsel tecrübe nedeniyle böyledir, hem de kapitalizm nesnel olarak 1917’den çok daha fazla sosyalizm koşullarını bağrında büyütmüş ve olgunlaştırmıştır.

Proletarya, Ekim’den bu yana burjuvaziye karşı zaferin olanaklı olduğunu ve bunun yalnızca Rusya ile sınırlı kalmayıp, Asya ve Avrupa’nın birçok ülkesinde gerçekleştiğini görmüştür. Keza peş peşe kurulan bir dizi halk cumhuriyeti, Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua devrimleri, emekçi sınıfların en kanlı diktatörlüklere karşı emperyalizmin bu diktatörlükleri bütün olanaklarıyla desteklemelerine rağmen galip gelebileceklerini göstermiştir.

Ve tersi olarak proletarya, ne denli muazzam kazanımlara yol açarsa açsın, kapitalist kuşatma altında revizyonizme ve her türden oportünizme karşı uyanıklığım yitiren bir proletaryanın ve sosyalist devletin yenilgiye mahkûm olduğunu da görmüştür. Yine Çin, Vietnam, Nikaragua vb. devrimlerde olduğu gibi, proletarya demokratik devrimin başına geçip onu sosyalist devrime dönüştürmedikçe, küçük burjuvazi ile devrimci ittifaktan sonra önderliği ele geçirip sosyalizme yönelmedikçe, kapitalizmin devrimi yenilgiye uğratıp bir kez daha zaferini ilan edeceğini görmüştür.

Proletarya, sosyalizme dünya çapında nesnel olarak 1917’den çok daha yakındır. O günün çözümlemesi gereken birçok sorunu, genel anlamıyla farklılaşmış ve proletarya için daha az zahmetle ve daha kısa zamanda çözümlenebilecek sorunlara dönüşmüştür.

Kapitalist emperyalist sistem, yarattığı sonuçlar ile kendi sonunu hazırlayan koşulları daha hızlı üretmektedir. Sermaye çok daha fazla merkezileşmiş, üretim çok daha büyük oranda toplumsallaşmış, küçük burjuva sınıflar giderek etkinliğini daha fazla yitirmiş, buna karşın işçi sınıfı daha çok büyümüş, işsizlik artmış, açlık, sefalet, evsizlik, eğitimsizlik vs. sorunlar çok daha yakıcı sonuçlar doğurmuştur. İşçiler ve tüm yoksul katmanlar ile burjuvalar arasındaki gelir uçurumu derinleşmiştir.

Teknikteki her yeni gelişme sosyalizmi değil kapitalizmi, yani onun üzerinde yükseldiği, üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyet sistemini daha çok fazla gereksiz hale getirmiştir. Teknikteki muazzam gelişme, bir dizi kapitalistin yok olmasıyla sonuçlanır. Kapitalistler bir yandan rekabet içinde ayakta kalmak için tekniği geliştirmek zorunda kalırlarken, diğer yandan teknikteki her yeni gelişmenin kendilerini yok etmeye götürdüğünü gördüklerinden, olabildiği oranda tekelleşerek bu yönlü gelişmeyi engellemeye çalışırlar. Bugün bütün muazzam görüntüsüne rağmen gerçekte kapitalist, özel mülkiyet nedeniyle, gerçekte teknik ilerleme olması gereken düzeyine göre, yalnızca bir cücedir. Burjuvalar, aşırı karlarla oluşturdukları sermaye birikimlerini yeniden üretime yatırmak yerine çok az bir bölümü yeniden üretime dönüyor. Onu asalak sermaye, para sermaye olarak kullanmayı yeğliyorlar. Borsanın bu denli şişmesinin nedeni budur.

Sermaye, 20. yy başlarında olduğundan milyonlarca kez daha fazla ve daha hızlı dolaşıma girmektedir. Uluslararası ticaret devasa boyutlarda artmıştır. Uluslararası tekellerin etkinliği çok daha hızlı büyümüştür. Yeni sömürgeler, emperyalizme iktisadi, mali, siyasi bağımlılıkları azalmak bir yana daha da artmıştır. Sermaye, bir yandan dolaşımı için ulusal çitleri paramparça edip dağıtma eğilimi taşırken, diğer yandan girdiği yerlerde kendini koruyacak, güçlü ulusal devletlerin varlığını varlığının güvencesi olarak görmektedir.

Belirtilerden ulaşılacak sonuç bellidir. Tek tek ülkelerde devrim, emperyalist kapitalist sistem üzerinde 20. yy başına göre çok daha etkileyici darbeler indirecektir. Emperyalist sistemden kopartılmış her ülke, emperyalizmin bağrına saplanmış bir hançer olarak eskisine göre çok daha öldürücü olacaktır.

Ekim, bugün çok daha günceldir. Ama bizi suçlayanlar yanılıyorlar. Kimileri bizi Ekim’i tekrar etmeyi savunmakla eleştirmektedirler. Bırakalım onlar öyle düşünsün. Biz biliyoruz ki, Ekim’i aynı biçimde tekrar etmek olanaksızdır. Ne bugünün koşulları 1917 Rusya’sının koşullarıyla birdir, ne de bugünkü proletaryanın bilinç düzeyi o günkü proletarya ile aynıdır. Evet, biz Ekim’i savunuyoruz. Onun evrensel ilkelerini savunuyoruz. Çünkü Ekim’in önerdiği çözümler, temel ilkeler bugün için de geçerlidir. Proletarya diktatörlüğü, sovyet tipi devlet, tek ülkede sosyalizm vb. bunların her birinin hangi yollardan, hangi biçimlerden gerçekleşeceğini devrimin gelişim yolu ve yaratacağı kurumlar tarafından belirlenecektir. Ama her koşulda özü aynı olacaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi