Deprem, Neoliberal Irkçı Devlet ve Halk

6 Şubat’ta gerçekleşen Maraş merkezli iki büyük depremin Türkiye ve Suriye’de yarattığı yıkım korkunç boyutlarda oldu. Türkiye sınırları içinde kalan 11 kentte 13,5 milyon insanı etkileyen depremde, hiçbir inandırıcılığı olmayan resmi açıklamalara göre hayatını kaybedenlerin sayısı 50 binin, yaralananların sayısı ise 107 binin üzerinde. Toplu mezarlardaki sayısı belirsiz mültecilerin payına yine kayıtsızlık düştü. Enkaz kaldırma çalışmalarında molozların içinden cesetlerin veya ceset parçalarının çıktığı basına yansıdı. İlk üç gün gelmeyen arama-kurtarma ekipleri daha sonra cenazeleri çıkarmakla uğraşmadı. Henüz enkazı kaldırılmayan evlerin duvarlarına “Altında yakınım var, enkaz kaldırırken haber verin” yazıldı. Enkazdan kurtarılıp hastanelerde ya da çadırlarda yaşamını devam ettirirken ölenlerin sayısını da yine öğrenemeyeceğiz.

Bu tablonun ekonomik, toplumsal ve siyasal birçok sonucu olacağı kesin. Yıkımın ve kaybın bu kadar büyük olmasının elbette birçok nedeni var. Öncelikle en temel nedenin doğrudan devletin temel nitelikleri ile alakalı olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Bu devletin temel  iki niteliği, toplumun (‘kamu yararı’) sorunlarını -en azından sömürü düzeninin “istikrarını” sağlayacak şekilde- çözmek yerine, sermayeye doğrudan yeni yatırım alanları yaratmak ve bunun gerektirdiği güvenliği tesis etmekle kendini gösteren neoliberal kapitalist niteliği ve depremde bile Alevi, Kürt ve Arap halkını ölüme terk edecek, göçertecek soğukkanlılığı göstermesini sağlayan ırkçı faşist niteliğidir. Genel geçer “kapitalizm öldürür” ya da “hantal devlet” gibi söylemler, devletin bu iki karakterini maniple eden ideolojik tül işlevi görmektedir.

Depremler gezegenimizin oluşum biçiminin doğal sonuçlarıdır. Yer kabuğu soğusa da kabuğu oluşturan levhalar yer değiştiriyor, magmadan başlamak üzere bütün jeolojik katmanlardaki hareketler biteviye devam ediyor. Tıpkı diğerleri gibi bu doğa olayının dinamiklerine ve sonuçlarına da zaman içinde giderek daha fazla hakim olduk. Artık nerede deprem olacağı önceden bilinebiliyor. Ne zaman olacağına dair giderek daralan zaman aralıkları verilebiliyor. Depremin gerçekleşme anını kısa bir süre önce haber veren erken uyarı sistemleri geliştiriliyor. Bu teknolojiler geliştirilmemiş olduğunda dahi deprem bölgelerinde tarihsel bilgi birikimi, toplumsal hafıza insanlarda belirli bir duyarlılığın olmasını ve siyasi bir güç olma oranında da gereken önlemlerle taleplerin dile getirilmesini sağlıyor. Bu nedenle deprem, sel, kasırga, aşırı sıcaklıklar gibi doğal olayların birer felakete dönüşmesi tamamen toplumsal bir sorundur.

Depremlerin yaşanacağı fay hatları da oldukça detaylı jeofizik araştırmalar sonucu ortaya çıkarılmıştır. Türkiye’nin ilk resmi deprem bölgeleri haritası 1945 yılında “Yer Sarsıntısı Bölgeleri Haritası” adı altında hazırlanmıştır. 1985, 2003, 2013 yıllarında yapılan yeni çalışmalarla bu haritalar geliştirilerek güncellenmiştir. Nitekim bilim insanları yıllardır bu araştırmalara dayanarak imar ve kentleşme planlarının nasıl depreme dayanıklı yapılabileceğini açıklamışlar ve aykırı işlerin bariz bir şekilde sistematik olarak uygulanması karşısında toplumu uyarmışlardır. Depremin olacağı bilindiği halde kamu eliyle tedbir alınmıyorsa yaşanan “asrın felaketi” değil, asrın ihmali, hatta asrın cinayeti olur. Deprem gibi yıkıcı doğa olaylarının tam olarak ne zaman olacağının henüz bilinemiyor oluşu önemsiz bir durumdur. Olacağı kesin olan bir duruma karşı devlet tedbir almak, kentleri bu gerçeğe göre planlanmak, binaların depreme dayanıklı olarak yapılmasını sağlamak zorundadır. Ya da tarihsel niteliklerinden arınmış bir devlet için böyle bir zorunluluktan soyut olarak bahsedilebilir. Siyaset tam da bu soyutluğu somut hale getirmek için yürütülen mücadeledir bu durumda.

Kentler Kalabalıklaşırken

Kent ve kentleşme olgusu modern dönem boyunca kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir konudur. Fabrikalar ve onların etrafındaki işçi barınakları ile soyluların, “yeni soylu sınıf” burjuvaların sarayları ya da bugünkü özel güvenlikli siteleri arasında bölünmüş kent olgusu daha ilk andan itibaren belirgindir. Kent, üretim araçlarının, sermayenin ve onun gereksinimlerinin toplandığı yerleşim yeridir. Bu yerleşim yeri aynı zamanda sermayenin, emek gücünü yönetmesine uygun olarak tasarlanmıştır. İşçiler sadece üretim alanında iken değil “yeniden üretim alanı”nda iken de denetlenmeli ve bu alandaki her şey de yeni bir yatırım alanı olarak da metalaştırılmalıdır. Kapitalizmin gelişim seyri içinde mâli sermayenin hakimiyetine ve üretimin küresel olarak örgütlenişinin geçirdiği değişikliklere paralel olarak kentler bu genel eğilimler aynı kalacak şekilde evrim geçirmiş, kır boşaltılırken bir yandan da giderek kente benzemiş, kent olgusu yeni katmanlarla tanımlanır hale gelmiştir.

Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”nda oldukça çarpıcı şekilde betimlediği kapitalist kent gerçekliğinin işçi sınıfına reva gördüğü “insanlık dışı” yaşam koşullarının, burjuvazinin ilgisine mahzar kalması, ancak, tam da “yeniden üretim süreci”nin denetlenmesi yoluyla iş gücü ihtiyacının garanti altına alınması ihtiyacının sonucudur. Kapitalist kent planlamasının iki temel düsturu, işçi sınıfının sınıf olma duygusunu ve bilincini geliştirerek devrimci potansiyelini ortaya çıkaracağı koşulları kıracak düzenlemeler yapmak ve işçileri kentin banliyölerinde, çeperlerinde, sınırlarında tutmak olmuştur. İşçi ancak mekanın bu şekilde düzenlenmesine uyum sağlayarak hayatta kalabilir. Mekanın planlanması da bu şekilde özel mülkiyet rejimine tabidir. Sermaye ve sefaletin eş zamanlı birikimi için bu mekansal düzenleme şarttır. Engels de, Emekçi Sınıfların Durumu kitabında, burjuvazinin kentler için burjuvazinin bulduğu tek yöntemin "Büyüyen, Güzelleşen ve Temizlenen Paris" kampanya sloganıyla Georges Eugène Haussmann’ın geliştirdiği yöntem olduğuna dikkat çekerek, bununla işçi sınıfının kötü yaşam koşullarını iyileştirmek yerine onları kentin çeperine doğru göçerttiğini belirtmiştir.

Tarımda makineleşme gelişirken kentlere göç ettirilen nüfusun artması kent planlarını da etkilemiştir. Nüfusun gündelik yaşamının üretim, lojistik, pazarlama, dağıtım ağlarına uygun bir şekilde planlanmasına çalışılmıştır. Sovyetler Birliği’nin kapitalist dünya için yarattığı tehdit ve 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın restorasyonu için devlet gücünün kullanılması zorunluluğu ile devreye sokulan Keynesçi politikalarla işçilerin konut edinme koşulları oluşmuştur. Böylece kentin dış çeperleri toplu konut inşaatlarının mekânı haline gelmiş ve ABD gibi bazı ülkelerde iyi yaşam rüyası olarak gösterilen, her bir evde bir ailenin yaşayabileceği müstakil evlerden oluşan “suburb” yaygınlaşmaya başlamıştır.

Burjuvazi esas olarak işçi sınıfının konut sorununu çözmeyi dert edinmemiştir. İşçilerin konut sahipliği kentte sermayenin kârını en fazla artırması için ne gerekiyorsa ona göre belirlenen siyasi kararına göre değişir. Türkiye’de de tarımda şirketleşme ile tarımsal nüfusun çözündürülerek kentlere göç ettirilmeye başlandığı 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan gecekondu olgusu bu yaklaşımın olağan sonucudur. Sermaye birikim modellerine uygun olarak nüfusun dalgalar halinde köyden/çevreden İstanbul, Bursa, İzmir gibi sanayi bölgelerine göç ettirilmesiyle başlayan gecekondulaşmayla “çarpık kentleşme” süreci hız kazanmıştır. Devlet, topraktan koparıp şehre sürdüğü yurttaşların konut ihtiyacını, sosyal konut projeleri ile karşılamak yerine şehir merkezlerinin çeperlerinde her türlü kuralsızlıkla gecekondulaşmaya izin vererek maliyetsiz bir şekilde çözmeyi yeğlemiştir. Fakat gecekondulaşma altyapısız, sağlıksız, elektrik, su, ulaşım gibi hizmetlerden mahrum bir kitlenin doğmasına da neden olmuştur. “Gecekondu bölgelerinde kırsal hayatı kısmen de olsa yeniden üretebilen; köyle kuvvetli ekonomik bağları süren; ailenin çeşitli bireyleri farklı zamanlarda dolmuş kâhyalığından işportacılığa; hizmetçilikten pazarcılığa; bekçilikten pavyon fedailiğine kadar çok farklı biçimler içinde hayatlarını sürdürebilen insanlara dayalı bir kentleşme süreci, sanayi devriminin her an patlamaya hazır barut fıçılarını andıran ve proletarya-burjuvazi çelişkisi üzerine kurulu Batı Avrupa kentleşmesine göre egemen sınıflar açısından önemli istikrar unsurları taşımaktadır.1

Kırdan kente göç ile başlayan gecekondulaşma, ‘80 öncesinde toplumsal adaletsizlik mekanı olarak öne çıkmış, gecekondularda bir taraftan altyapı, temizlik, ulaşım gibi birçok hizmete erişim için mücadele etmek durumunda kalan halk aynı zamanda arazi mafyalarına karşı da mücadele etmek zorunda kalmıştır. 12 Eylül rejimi, gecekonduların bu yapısından dolayı, onları sisteme içerecek düzenlemeler geliştirmiştir. Gecekondulara dönük tapu tahsis belgeleri, imar afları ve kent planlaması perspektifinden yoksun imar izinleri hızlı kentleşmenin oluşturduğu kentsel rantların yoksul katmanlara da paylaştırılması yoluyla içerme siyasetini hayata geçirirken aynı zamanda önü alınamaz yapılaşmanın artışını getirmiştir.

Yıkımdan birikime

1980’lerden itibaren geliştirilen “küresel kent”, “marka kent”, “mega kent” modelleri istihdamın imalat sektöründe azalarak hizmet sektörüne kaydığı bir kent öngörür. Pazarlama, muhasebe ve yönetim, telekomünikasyon, banka ve finans, ulaştırma, sigortacılık, bilgisayar ve veri işlem, hukuk hizmetleri, auditing, danışmanlık, reklam, tasarım ve mühendislik alanlarında canlı ve gelişen bir hizmet sektörü ile “dünya çapında, sermayenin kontrol işlevlerini ve üretici hizmetlerini sağlayan iş gücünü barındıran kentler” yaratılması hedeflendi. Küresel sermayenin kontrol hiyerarşisine bağlı olarak emperyalist merkezlerdeki “küresel kentler” ile bölgesel düzeyde önem taşıyan kentler şeklinde bir piramit yaratıldı. Bu piramit, ülkeler ve hatta kentler ölçeğinde de klonlandı. Böylece, kontrol hizmetlerinin yoğunlaştığı merkez kentler ve kent merkezleri inşa edilirken diğer sektörler ve oralarda çalışan işçi nüfus da kentlerin hinterlandına doğru kaydırıldı.

IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gibi küresel sermaye örgütleri tarafından geliştirilen ilkeler temelinde bir norm haline getirilen bu modele bağlı olarak, inşaat ve enerji üzerinden sermaye birikim modelini hayata geçirmeye başlayan AKP iktidarı için deprem gerçeği, kentlerin birer inşaat şantiyesine ve kırsalın da bu şantiyeye ham madde ve enerji üreten maden, taş ocağı, HES, termik santral, kömür ocağı alanlarına dönüştürülmesinin fırsatı oldu.

Cumhuriyet tarihi boyunca birçok deprem yaşandı. Ama dünya 60 yıl öncekinden oldukça farklıydı. “Felaket kapitalizmi” adıyla anılan tartışmalara konu olan ya da “yaratıcı yıkım”ın bir biçimi olarak görülen deprem felaketi emperyalist bütünleşik dünya pazarına entegrasyonun imar ayağının zemini oldu.

1999 depreminin ardından 2001 yılında yürürlüğe giren Yapı Denetim Kanunu, 2004’teki 5273 sayılı TOKİ’yi adım adım bir konut imparatorluğuna dönüştüren kanun, 2012 yılında ise 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü Hakkında Kanun ve yine aynı yıl çıkan “Büyükşehir Kanunu” gibi çok sayıda yasa yürürlüğe girdi. Yerel yönetimlere afet konusunda sorumluluk veren yerel yönetim yasaları hazırlandı. İstanbul için 1000 sayfalık bir Deprem Master Plan çalışması yapıldı. Bütün bu yasal mevzuat çalışmalarının berisinde deprem gerekçe gösterilerek başlanan “kentsel dönüşüm” ile inşaat sektörünün taşıyıcısı olacağı bir birikim modelinin hayata geçirilmesi olgusu vardı.

Türkiye’de 2000’lere kadar yapılan binaların yaklaşık yüzde 70’i mühendislik hizmeti almadan, ruhsatsız ve denetimsiz yapılmıştır. Bu tarihten sonra ise depremle alakalı çıkarılan yasa ve yönetmeliklere rağmen, kuralsızlık ve denetimli denetimsizlik norm haline getirilmiştir. Bu norm ilk olarak kent ve çevre politikaları alanında hayata geçirildi. AKP’nin yasa tanımama normu çevre, doğa, orman, toprak, kıyı vb. ile ilgili yasa ve yönetmeliklerdeki her türlü “koruma” yanlısı maddelerin ayıklanması, şirketlerin projelerine karşı halkın dava açmasının engellenmesi, bakanlıklara “acil kamulaştırma” yetkisi verilmesi ve yerel mahkemelerin, Danıştay hatta Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımaması biçiminde hayata geçirildi.

Deprem gerekçesiyle başlattıklarını söyledikleri “kentsel dönüşüm projeleri” kent merkezlerinden yoksulları kent çeperlerine gönderip, bu alanları sermayeye devretmenin yoluydu. İstanbul açısından AVM’ler, çok katlı siteler, “finans merkezi”, “Taksim Yayalaştırma Projesi”, Galataport, gibi yüzlerce “kentsel dönüşüm projesi” sermayeye yeni rant alanları yaratma imkanı sağladı. Depremden en fazla etkilenecek Avcılar, Küçükçekmece, Bakırköy, Beylikdüzü, Güngören, Zeytinburnu, Bahçelievler ve Fatih, Anadolu yakasında ise Kadıköy, Üsküdar, Ataşehir, Ümraniye, Maltepe, Kartal, Pendik, Sultanbeyli, Sancaktepe, Tuzla ve Adalar gibi yerlerde mevcut konutları depreme dayanıklı hale getirmek yerine buraları birer rant sahasına çevirdiler. Anadolu ve Kürdistan coğrafyasında muadil projelerle tektipleşen kentler, Türkiye burjuvazisinin iki ana blokunun da çıkarlarına uygun biçimde dönüştürülmüş oluyordu. Coğrafya dünya fabrikasına bağlanırken sermaye birikim düzeyine denk düşen bir birikim modeli ve buna uygun bir mekan şekilleniyordu. Mekan dönüşürken konutun başlı başına bir finansal araç olma özelliği belirginleşiyordu.

Yaşamın devamlılığı açısından esas olan bütün “hizmetler”in üretilmesini şirketler eliyle piyasa kurallarına tabi kılan neoliberal ekonomik ilkelerin şekillendirdiği modelde kentler birikim üreten, girişimcilik alanları haline getirildi. Bu ilkeler barınma hakkı, sağlıklı bir çevrede yaşama ve çalışma hakkı temelinde bir planlama ve buna uygun hizmetlerin kamusal olarak yerine getirilmesi yerine kenti rantı arttırarak şirketler için cazip kılacak “mega projeler”in uygulama sahası, şantiyesi haline getirmeyi esas alır. Türkiye’de “Kamu-Özel İşbirliği” modeliyle geliştirilen “kentsel dönüşüm projeleri” ve 3. Köprü, 3. Havaalanı, hızlı tren sistemleri, AVM’ler, kültür merkezleri, spor tesisleri, “yüksek güvenlikli siteler”, “duble yollar” gibi yatırımların tümü bu anlayışa göre hayata geçirildi.

Bu modelle TOKİ güdümünde yaratılan “kentsel dönüşüm” miti ne kentleri depreme dayanıklı hale getirdi -ki zaten böyle bir hedefi yoktu; bütün kentleri birer şantiyeye çevirdiği halde- ne de konut sorununu çözdü. Bilakis, bu model, kent yoksullarını, emekçileri yaşam alanlarından ve mahallelerinden tasfiyeyi gerçekleştirdi. Kent büyüyerek gecekonduları merkeze yaklaştırdıkça, sanayi üretimi kentin farklı noktalarına taşınıp OSB tarzında yeniden örgütlendikçe, kent bir tüketim çukuru haline getirilerek hizmet sektörü genişledikçe bu tasfiyeyle kent bir yaşam alanı olmaktan çıkarak iş-ev-yollardan ibaret bir toplumsal atomizasyon mekanına dönüştü. Bu kesimler, bir taraftan kentlerin çeperlerine sürülürken bir taraftan da bu emekçi mahallelerdeki tapu sahibi olanların bir kısmı ucuz krediler, istimlak bedelleri gibi mekanizmalarla borçlandırılarak “ev sahibi” yapıldı. Bu yolla “kentsel dönüşüme” toplumsal rıza da üretildi. Fakat deprem açısından riski bölgeler olduğu gibi kaldı.

“İmar Affı” ile yıkıma toplumun ortak edilmesi

Sermaye birikim modeline uygun olarak şirketlerin lehine her türlü kuralsızlaştırmanın getirilmesinin bir örneği de “imar affı” uygulamalarıdır. İmar planları, bir kentin anayasası olarak kabul edilir. Dolayısıyla “imar affı” da kent anayasasının delinmesi demektir. Kuşkusuz bu imar planlarının ne kadar demokratik biçimde hazırlandığı ve uygulamaya sokulduğu ayrı bir sorun. AKP’ye kadar bu planların en azından denetlenmesinde TMMOB ve ona bağlı odaların, demokratik kitle örgütlerinin mahkeme yoluyla kısmen etkin olmasının imkanı vardı. AKP’nin yasa tanımazlık normu ile birlikte zaten TMMOB gibi kurumlar da saldırının hedefi haline getirildi, işlevsizleştirilmesi için her şey yapıldı. 1980’li yıllardan 1990’lara kadar 20’den fazla imar affı çıkarıldı, fakat bunların etkisinin sınırlı olduğunu söylenebilir.

Son imar affı 24 Haziran 2018 genel seçimleri öncesinde 6 Haziran 2018’de “İmar Barışı” adı altında Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yasayla imara aykırı, ruhsatsız veya ruhsat eklerine aykırı olan yapılara “af” çıkarıldı. Bu “af”la, Ekim 2022 itibariyle, Türkiye genelinde toplamda 7 milyon 85 bin 969 adet Yapı Kayıt Belgesi verildi, bunların 5 milyon 848 bin 927’sini konutlar oluşturdu. Kaçak ve riskli yapıların affedilmesi sonucu en az 3 milyon kişinin riskte olduğu tahmin ediliyor. Olası bir depremin şiddetine göre risk altındaki insan sayısının on milyonları bulacağı tahmin ediliyor. Olası İstanbul Depremi 7,4 veya üstünde gerçekleştiği takdirde depremden etkilenecek 8 komşu il ile birlikte tehdit altındaki toplam hane sayısı 7 milyon 870 bin 806’ya, toplam nüfus 25 milyon 590 bin 594 kişi ile ülke nüfusunun yüzde 30’una ulaşıyor.

Bütün bu veriler, deprem gerçeği bilinmesine rağmen iktidarın önlem almak yerine mülk sahibi küçük ve orta burjuva kesimlerin çıkarlarını arkalamak istediğinin, halkın yaşam hakkını hiçe saydığının göstergesidir. “Affedilen” yapılar, imar planlarının yok sayılması, yapılar inşa edilirken emek sömürüsünün yanı sıra ham madde maliyetinin düşürülmesi, bütün bunların özel denetim şirketleri eliyle kasıtlı bir şekilde görmezden gelinmesi biçiminde işlenen zincirleme suçların var ettiği tabutluklardır. İktidar kaynak planlamasından karar alma süreçlerine kadar bir bütün olarak bütün gücünü başta Beşli Çete olmak üzere inşaat ve enerji şirketlerinin kârlarını garanti altına almak için kullanmaktadır. İnşaatın doğası gereği madencilikten ev eşyalarına, altyapıdan enerjiye pek çok sektörü ve krediler yoluyla bankaları harekete geçirmesiyle farklı sermaye kesimlerinin çıkarlarını uzlaştırmak da mümkün olmuştur. İnşaat ve enerji sektörleri üzerinden küresel fon şirketlerinden sağlanan kredilerle finanse edilen sermaye birikim modelinin 2008 krizinin sonucu olarak özellikle 2013’ten itibaren çatırdamaya başlamasıyla birlikte faşist rejim her çatlağı kapatmak için daha fazla baskı, daha fazla kuralsızlık, daha fazla merkeziyetçilik yoluna başvurmuştur.

Bu açıdan bakıldığında, depremde karşımıza çıkan devlet gerçekliği, neoliberal dönüşüme uğramış, ekonomik ve siyasi alanda politik imkanları azaldıkça faşist yönetimi berkitmiş bir devlet gerçekliğidir. Bu, “devletin çöküşünün” değil, tam da artık toplumsal/kamusal görevlerinden kurtulmuş, şirketleşmiş devletin alametifarikasıdır. Deprem, yangın, sel gibi doğal olayların büyük bir felakete dönüşmesinin bir nedeni de budur.

Irkçı Faşist Devlet

Depremin büyük bir felakete dönüşmesinin nedenini sadece neoliberal dönüşüme bağlamak soyut ve eksik bir açıklama olacaktır. Türkiye’nin Japonya ya da Şili’dekinden neden daha büyük bir yıkım yaşadığını anlamak için onun emperyalist hiyerarşideki yeri ve ülke içindeki sınıfsal güç ilişkileri dahil özgün karakteri ve koşullarına bakmak gerekir. Eğer tek suçlu sadece “kapitalizm” olsaydı, Japonya gibi deprem ülkelerinin yerle yeksan olup haritadan silinmiş olması gerekirdi. Elbette kapitalist üretim tarzının yarattığı toplumsal ilişkiler, toplumsal ihtiyaç/yarar yerine bireysel üreticilerin yararına, rekabete dayalı bir toplum yarattığı için bütün ülkelerde felaketlere zemin hazırlayan bir sistem yaratmışlardır.

Deprem konusunda örnek gösterilen Japonya’da da Fukuşima nükleer felaketi bu genel ilkenin bir tezahürüdür. Okyanus kıyısındaki nükleer santralin olası bir tsunami tehlikesine karşı 15 metre yükseklikte olması gereken beton duvarları maliyetten kaçınmak için 7 metre yükseklikte inşa edilmişti. 11 Mart 2011 tarihinde 9 şiddetindeki Tōhoku depremi sonrası oluşan tsunami nükleer tesisin elektrik şebekesine zarar verdi ve santralde kısmi erime ve patlamalara neden oldu. Çernobil’den sonraki en büyük nükleer felaket yaşandı.

Bununla birlikte depremde yaşanan felaketin boyutlarının Türk burjuva devletinin ırkçı ve faşist karakteri ile yakın alakasını görmemek soyut ve genel “kapitalizm” lanetlemesiyle yetinen, bu nedenle güncel politik görevleri de ıskalayan bir sonuç yaratır. Ama dahası politik mücadeledeki güncel zayıflık bahanesiyle politika alanını kabaca eski Keynesçi “sosyal devlet”i göreve çağıran bir sınıra hapsetme sonucunu da doğurur.

Deprem sürecinde en çok sorulan soru hiç kuşkusuz “Devlet nerede?” oldu. Bu soru ilk başlarda bir beklentiyi ifade etse de hızla devletin varlık hakkını (ideolojik haklılığını) sorgulamanın biçimine dönüştü. Depremin vurduğu kentlerin etnik, dinsel ve kültürel kimliği yıllardır devletin niteliğini deneyimlemiş tarihi hafızaya sahipti. Maraş katliamı, THKO’lu Sinan Cemgillerin pusuya düşürülüp katledildiği Nurhak gerçeği, “Hatay sorunu”, “Reyhanlı katliamı” gibi, Alevi, Arap veya Kürt kimliği nedeniyle asimilasyona, ayrımcılığa ve katliamlara maruz kalmış bu kentlerdeki halk açısından “devlet” olgusu büyük oranda zaten netameli bir sorundu. Bu kentlerde hâlâ Garbis Altınoğlu’nun, Teslim Töre’nin, Ali Aktaş’ın, Sinan Cemgil’in, Mehmet Latifeci’nin ve birçok yurtsever Kürt özgürlük savaşçısının etkisi politik zemini oluşturur.

Fakat devletin depremdeki performansı, halihazırda siyasi ve ideolojik kriz olarak cereyan eden “devlet krizi”nin daha geniş ve daha derin bir hal almasına neden oldu. Felaket anında devlete sığınılamayacağı gerçeğini sadece Alevi, Arap veya Kürtler gibi zaten devletin her zaman ayrımcılığına maruz kalan kesimler değil, halkın bütün kesimleri açık ve en acı şekilde deneyimledi. Kürdistan’da faili meçhullerden, günübirlik OHAL’in yaşandığı askerileştirilmiş kentlerden, en son özyönetim direnişlerinde bodrumlarda diri diri yakılan, günlerce sokakta bırakılan, ölü bedeni buzlukta bekletilen canlardan ve yerle bir edilen kentlerden bilinen sahnelerin üstüne eklenen, faşist şefin iş isteyen vatandaşa “Ananı da al git” diye kovulduğu sahneden Soma’da katledilen madencinin akrabasını tekmeleyen sahneye, iki yıl önce Akdeniz kentlerinde yaşanan ve iki haftadan fazla süren yangınlarda “Yangın söndürme uçağımız yok” diyen bakan sahnesinden deprem bölgesine ne arama kurtarma ekibi ne de çadır ve yiyecek götüremeyen ama halktan halka dayanışma TIR’larını, kurtarma ekiplerini engelleme sahnelerine biriken bir deneyim yaratmıştır.

Bu açıdan örneğin devletin Hatay’da Defne, Samandağ ve Antakya’daki aldığı pozisyonu “Hatay sorunu”ndan ayrı ele almak mümkün değildir. Bölgenin demografik yapısını değiştirmek, Arap Alevi halkını asimile etmek temel politikası oldu. Rojava halklarının özgürlüğünü kazanmalarını baltalamak için gerçekleştirdiği işgalleri haklı göstermek için planlanan Reyhanlı katliamı da onun sömürgeci karakterinin katliamcı boyutuydu. Ayrıca Selefi cihatçı grupları Hatay’a yerleştirerek ilin demografisinin değiştirilmeye çalışılması da bu politikanın devamıdır.

Devletin faşist ve ırkçı karakteri aynı zamanda bütün yetkilerin merkezileştirilmiş olmasında, bütün kurumların devletin ve onun başını tutan faşist çetenin kirli işlerinin paravanları haline getirilmiş olmasında, başlarına ilgili kurumun faaliyet alanı hakkında bilgi ve deneyim sahibi kişiler yerine çete üyelerinin getirilmiş olmasında, bütün bunların da kendi aralarında köşe kapmak ve terfi etmek için hizipleşmeler, tarikatlaşmalar şeklindeki rekabeti gibi çürümenin, yozlaşmanın, ahlaksızlığın, ilkesizliğin her türlüsünün ayyuka çıkmış olmasında da görülür. Faşizm Türkiye’deki kapitalizmin gelişimine içkinleşmiştir ve depremin öncesinde, esnasında ve sonrasında on binlerce insanın ve hayvanın canını kaybetmesi tam da sömürü ve talanın faşist devlet terörü altında yürütülmesiyle sindirilmiş toplumsal güçlerin örgütsüzlüğü ve zayıflığı koşullarında gerçekleşmiştir.

126. Kararname: Depremi sermaye için fırsata çevirme

Milyonların acısı, travması, sefaletinin neden olduğu toplumsal duygunun basıncını devlet soğukkanlı bir OHAL süreciyle karşıladı. Devletin yardım ulaştırmak için kılını kıpırdatmaması ama depremin üçüncü gününde “olağanüstü hâl” ilan etmesi ve 126. Kararname ile buraların hızla “kentsel dönüşüme” tabi tutulmasına karar vermesiyle yukarıda bahsedilen nitelikler bir kez daha belirginleşmiştir.

126. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi 24 Şubat 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Kararname ile yıkılan kentlerdeki molozların hızla kaldırılarak boş arazi haline getirilmesi ve yeni kent inşaatlarının başlatılması, bu süreçte mevcut anayasa ve yasalardaki her türlü doğa koruma hükümleri ile birlikte süreçte zarar gören, hak kaybına uğrayan halkın her türlü itiraz hakkını ilga eden bir OHAL yönetimi tesis edildi. Deprem sonrası sefalet görünümü ve günlük yaşamın idamesindeki kaos bu OHAL’in askeri biçimlerle uygulanmasını ve nasıl olursa olsun yeniden inşanın hızlandırılmasını kolaylaştıran bir etken oluyor.

Nitekim 126. Kararname’nin yayınlanmasından önce iktidar yandaşı birçok şirketin, deprem bölgesine ekipmanlarını taşıdığı görüldü. İktidar açısından depremin yerle yeksan etmesi bu açıdan bir kez daha “Allah’ın bir lütfu” idi. Deprem yapmasaydı -iktidarını sürdürmeye devam ettiği koşullarda- kendisi bu kentleri zaten yerle yeksan edecekti. Henüz enkaz altındaki ölü ve yaralıların çıkarılması çalışmaları sürerken iktidar moloz kaldırma çalışmaları için start verdi, zira hem bu koşullarda kuralsızlık askeri biçimlerle daha kolay uygulanabiliyordu hem de seçimler öncesi “devlet baba” rolüne uygun bir inşaya girişme görüntüsü bu şirketlerin çıkarları ve seçim propagandası için elverişli bir zemindi. “Şok doktrini” gibi muğlak kavramlarla açıklanmaya çalışılan bu yönetme biçimi ya da gaddarlıktaki bu soğukkanlılık bölge halkının öfkesi ve tepki gösterecek iradesi yerinde olsa da hesap soracak politik bir gücün ortada olmaması sayesindeydi.

Örneğin Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, “Hatay ve Antakya için kültür yolu rotası oluşturacağız” açıklaması yaptı. “Kültür Yolu Projesi” Gaziantep Ticaret Odası ev sahipliğinde Adıyaman, Antakya, Maraş, Kilis, Osmaniye, Urfa’da ticaret ve sanayi odalarının 21-22 Mart 2014 tarihlerinde bir araya gelerek oluşturduğu "Bölgesel Kalkınmada Güçbirliği Platformu"nun talep ettiği bölge turizmi için Hatay'dan Adıyaman'a uzanan "Kültür Yolu" projesinin bir etabıdır. Antep’te odaklanan sermayenin çıkarlarının iktidarın politikalarının belirlenmesinde de etkili olması, 241 bin çalışanı ile Türkiye’de en yüksek istihdama sahip organize sanayi bölgesinin (OSB) Antep’te olması ile doğrudan bağlantılıdır. Keza Hatay’da bulunan Hassa OSB, sahip olduğu rezerv alanın sağladığı genişleme olanağıyla, yakın zamanda Türkiye’nin en büyük OSB’lerinden biri olmaya aday görülüyor. Ayrıca deprem bölgesinde 2 serbest bölge, 43 organize sanayi bölgesi daha var ve 12 OSB projesinin, 2023 yılı içerisinde tamamlanması öngörülüyor.

126. Kararname ile hızlıca planlar yapılarak ihaleler dağıtılırken eş zamanlı olarak yandaş medyada “kentsel dönüşüme” karşı çıkan kişilerin ve kurumların depremdeki can kayıplarının sorumlusu olarak gösterilmesi kampanyası başlatıldı. İktidar açısından zaten daha önce öngörülen “kentsel dönüşüm”, organize sanayi bölgeleri ve serbest bölgeler gibi planların hayata geçmesinin önündeki en temel engellerden biri gerekli finansal kaynaklarının yaratılamamış olması kadar hiç kuşkusuz halkın bu projelere karşı direnişi olmuştur. Depremin yarattığı “fırsat”, iktidarın yapacağı “kentsel dönüşüme” karşı çıkışın siyaseten gayri-meşru ilan edilmesidir. Evsiz barksız kalan milyonlarca kişinin acil geçici ve kalıcı barınma ihtiyacının giderilmesi, iktidarın propaganda makinesinde “kentsel dönüşüme” eşitlenmektedir. İktidarın bu girişimine hiçbir muhalefet partisi hatta TMMOB bile “depremzedelerle karşı karşıya gelmemek” gerekçesiyle karşı çıkma cesareti gösteremedi. Güncel politik içeriğinden soyutlanmış akademik-teorik bir “kentsel dönüşüm”ün olmayacağının yüksek sesle dile getirilmesi acil politik görevlerin çokluğu arasında kayboldu.

126. Kararname ile yeniden inşada kentlerimizi yaşanmaz kılan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tek yetkili kılındı. Böylece kentlerin planlama ve imar aşamalarında Şehir Plancıları Odası başta olmak üzere TMMOB, yerel yönetimler ve halk devre dışı bırakıldı. Bu yetki hiç kuşkusuz TOKİ ve onun taşeronu olan şirketlere devredildi. Kararname ile ilgili Şehir Plancıları Odası ve Polen Ekoloji Kolektifi’nin aralarında olduğu ekoloji örgütleri tarafından yapılan açıklamada şunların altı çizildi:

“1- Kentlerin inşası ile ilgili yetkiler tek bir elde merkezileştirilerek Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na veriliyor.

2- Yürütülen işlemlere itiraz edilemeyecek, sürece halk katılımı hiçbir şekilde sağlanmayacak, yargısal denetim engellenecek, yargı devre dışı bırakılacak.

3- Kurum görüşleri, detaylı analizler gibi planlama çalışmasına altlık olacak veriler olmaksızın yapılan yer seçimleriyle yeni afetlere, felaketlere zemin hazırlanacak.

4- Kararnamede, geçici veya kesin iskân alanlarının fay hattına mesafesi, zemin elverişliliği ve yerleşim merkezine yakınlığı gibi kriterler gözetilerek belirleneceği belirtiliyor. Bu tek başına yeterli değildir. Kentleşmeyi ve kentsel yaşamı sadece yer bilimsel verilere bağlı kurgulamamak; kentsel aidiyet, kent kimliği, kültürel olguları da yok saymadan, ele alınacak kriterlerin içinde değerlendirmek gerektir. Bu anlamda kararnamede belirtilen kriterlere ek olarak orman, sulak alan, mera, tarihi ve kültürel alanların korunması gibi ekolojik kriterlerin ve kır-kent ilişkisi, sosyal yaşam, kent kültürü, kent ekonomisi, yöre halkının tüm gereksinimleri gibi sosyolojik kriterleri de önemseyecek bütüncül bir planlama süreci ele alınması gerek ve şarttır.

5- Deprem bölgesindeki tüm illerde orman ve mera alanları herhangi bir engelle karşılaşılmadan yapılaşmaya açılabilecek. Çoğunlukla tarım faaliyetiyle geçinen yurttaşların geçim kaynağı olan doğal alanlar da betona boğulacak. Su havzalarında, korunan alanlarda, tarım alanlarında iskân olmayacağı gibi kriterleri ve taşlık, kayalık, verimsiz ormanlar gibi biyolojik çeşitlilik için son derece önemli habitatları topyekûn yok sayıyor.

6- Halkın dahil olmadığı, üstten, merkezi bir karar alma süreciyle üretilen tip proje bina yığınları üretilip bir kez daha yıkıma uğrayacak.

7- Planlamayı devre dışı bırakan, mülkiyet hakkına sınırlamalar getiren, alelacele kararlarla yaşam alanları, doğal ve kültürel varlıklar telafisi mümkün olamayacak derecede tahribata uğratacak.”

126. Kararname ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı OHAL Valiliği olarak belirlenmiş, TOKİ de icracı kurum olarak tespit edilmiş ve kentlerin hem insansızlaştırılması hem de “boş arazi” haline getirilme çalışmalarına hızlıca girişilmiştir.

Deprem ve halk güçleri

Deprem devletin meşruluk krizini derinleştirirken ortaya çıkan başka bir gerçeklik ise halklarımızın ne kadar örgütsüzleştirildiği, özerklik yeteneğinin ne kadar darbelendiğidir. Güçlü sendikaların, meslek örgütlerinin, partilerin, dayanışma kooperatiflerinin vb. olmayışı, var olan örgütlerin hiçbir afet planına sahip olmaması yaşanan felaketi katmerlendiren bir etken oldu.

Depremin ilk anından itibaren, gerek belediyeler gerekse demokratik kitle örgütleri ve emekçi sol partilerin sayesinde örgütlenen dayanışma hareketi bütün yetersizliklerine rağmen yine de cankurtaran rol oynadı. Irkçı faşist devletin depremden günler sonra bile hiçbir yardım faaliyetini organize etmediği Defne, Samandağ, Nurhak gibi ilçelerde “devlet görevlileri”nin bile emekçi sol güçlerin dayanışma çadırlarında yemek kuyruğuna girdiğini gösteren kareler, bu durumu net olarak yansıtır.

Enkaz altında kalan halka ilk uzanan el gerçekten de devrimcilerin eli oldu ve bu elbette en doğal olandır. Kuşkusuz bu halkın en diğerkam üyeleri devrimcilerdir. Özellikle 2015’ten beri emekçi sol hareketi ezmek için geliştirilen bütün baskılara rağmen cürmünden daha fazla bir enerji ortaya koyarak depremzedelerin yardımına koşmuştur. Onların sinerjisi etrafa yayıldı, örgütçü yetenekleri sayesinde gittikleri her yerde dayanışma faaliyetlerinin tertip edilmesini sağladılar. Depremden etkilenen illerden biri olan Amed’de kurulan kriz koordinasyonu ile HDP bütün bölgede örgütlü gücünü harekete geçirdi. Bu durum, Amed Büyükşehir Belediyesi’nin başında kayyum olmasaydı, İstanbul’dan İBB’nin yardımları gelene kadar, bütün illerde arama kurtarma, yemek, çadır, enkaz kaldırma işlerini ne kadar hızla ve canla başla yapabileceğini de göstermesi bakımından altı çizilmelidir. Depremde bu kadar can kaybı olmasının bir sorumlusunun da kayyum belediyeler ve kayyum siyaseti olduğu özellikle vurgulanmalıdır.

Fakat bu tablo halkın örgütsüzlüğünün yarattığı vahameti ortadan kaldırmaya yetmedi, yetmez de. Depremde ilk yardıma koşanlar maden işçileri ve inşaat işçileri oldu. Az sayıdaki işçi birlikleri birçok insanı enkaz altından kurtarmayı başardı. Kuşkusuz bu sektörlerde güçlü sendikalarımız olsaydı, önlerine gelen her türlü engellemeyi yıkarak deprem bölgesine hızlıca müdahale ederlerdi. Keza güçlü bir TMMOB örgütlenmesi olsaydı, deprem öncesinde, esnasında ve sonrasında birçok süreç farklı yaşanabilirdi. Toplumsal mücadelenin her alanı için örnekler çoğaltılabilir. Faşizm, toplumsal sorunlar karşısında her türlü halk örgütlenmesinin engellenmesini hedefler. Amaçları arasındaki en temel olanı budur. Öncesi bir tarafa, AKP iktidarlarının temel icraatı sendikaların güçsüzleştirilmesi ve yandaş sendikacılığın geliştirilerek işçi ve emekçilerin pasifize edilmesi olmuştur. Bütün bu dönem boyunca iktidarın örgütsüzleştirme saldırıları püskürtülemedi, bütün örgütlenmeler geriledi, güçsüzleşti. Gezi’de, Kobane direnişlerinde, özyönetim direnişlerinde ve HDP’de kendini siyasallaştıran halkın özyönetim girişimleri, örgütlenmeleri faşist devlet tarafından bastırıldı. Sistemin bütün gadrine uğrayan işçi ve emekçi kitlelerin kurtuluş umudu, burjuva muhalefeti tarafından hegemonya altına alınarak 2023 seçimlerine ve ertesine ötelendi. İşte bu tablo da depremin tetiklediği felaketi ağırlaştıran faktörlerden biri oldu.

Öyle ki, depremin üzerinden yaklaşık iki ay geçmesine rağmen, resmi rakamlara göre bile 50 binden fazla insan öl(dürül)müş olmasına, hâlâ enkaz altında cesetlerin olmasına, milyonlarca insan derme çatma çadırlarda barınma sorunu yaşarken iktidarın 126. Kararname’yi yayınlayarak depremin vurduğu kentleri bir de TOKİ eliyle tarumar etmeye girişmesine, depremzedelerin arazi ve mülklerine hızla el konulmasına, enkazların asbest gibi kimyasallara karşı hiçbir koruyucu tedbir alınmadan taşınarak sulak alanlara, tarım arazilerine, çadır yerleşimlerinin yanına yığılmasına vb. rağmen, dayanışma faaliyetleri dışında halkın sorunlarını ve taleplerini toplumsallaştırarak politikleştiren bir irade örülememiş olması deprem kadar büyük bir felakettir; emekçi sol-sosyalist hareketin felaketidir. Ne HDP ne Emek ve Özgürlük İttifakı ne bunların herhangi bir bileşeni ne de herhangi bir sendika konfederasyonu, TMMOB vb.’nin bu görevi üstlenememiş olması hiçbir bahane ile açıklanamaz. Hemen herkes “deprem raporu” yayınlayarak bazı önerilerde bulundu ancak bunun sistemli çalışmasının birleşik tarzda örülmesi için geride kalan süreçte çabalar yetersiz kaldı. İktidarın seçim tarihi olarak 14 Mayıs’ı belirlemiş olması da elbette emekçi sol partiler açısından bir gerekçe olabilir ama sorunun ağırlığını ortadan kaldırmaya yetmez.

Dayanışma faaliyetlerinde bir adım öne çıkan emekçi sol hareket, 126. Kararname’ye karşı mücadeleyi gündemine dahi almadı. Bu konuda hiçbir açıklama yapılmadı. 126. Kararname ile ilgili ilk açıklamalar ekoloji örgütlerinden ve Şehir Plancıları Odası’ndan geldi. Enkaz kaldırma ve moloz yerlerinin seçimi vb. sorunları karşısında halkın bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi sağlanamadı. Bu durumun oluşmasında hiç kuşkusuz emekçi sol güçler arasındaki ortak çalışma kültürünün oldukça zayıf olmasının da büyük etkisi vardı. Dayanışma faaliyetlerini bile herkesin kendi çapında ve tekil olarak örgütlemeye kalkışması, iller, ilçeler bazında ortak kriz koordinasyonlarının oluşturulmasının neredeyse bir ay sonra gerçekleştirilmesi ve bunun da her yerde yapılamamış olması, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bile ittifak gibi hareket etmemiş, edememiş olması üzerine düşünülmesi, ders çıkarılması gereken konuların başında geliyor.

Bu tek tek sorunlardan bir ders çıkarılması için, pandemi döneminde de benzer sorunların yaşandığını anımsayarak, emekçi sol güçlerin, pandemi, deprem, yangın, kuraklık, iklim krizi gibi bizzat canlı yaşamı tehdit eden durumlar karşısında iktidarın sorunu “doğallaştırıcı” egemen söylem ve eylemleri karşısında ne yapması ve nasıl yapması gerektiği soruları üzerine etraflıca düşünmesi gerekmektedir. Pandemi karşısında iktidarın “evde kal”, “sosyal mesafe” gibi, deprem karşısında ise “asrın felaketi”, “dayanışma” gibi söylem ve pratiklerini otomatik olarak kabul edişin, politik faaliyetin bunlara indirgenmesinin sakıncalı olduğunu kabul etmek gerekir. Dayanışma faaliyetimizi neoliberal bir telafi mekanizması olmaktan kurtaracak başka eylem ve örgütlenmelerin bir ve aynı anda hayata geçirilmesi gerekir. Bu açıdan siyasetin sürekli bölme, uzlaşmazlık ve çatışma yaratan bir faaliyet olduğunu unutmamak gerekir. Emekçi sol güçlerin, depremin ilk günlerinden itibaren geliştirdikleri “dayanışma faaliyetleri”nin, örneğin büyükşehir belediyelerinin yaptığı “yardım faaliyetleri”nden hangi niteliksel yönlerden ayrıldığını kendimize sormamız gerekir.

Sorun dönüp dolaşıp demokrasi, halkın örgütlülüğü sorununa gelmektedir. “Örgütlü halk yenilmez” sloganını burada “Örgütlü halk depremde enkazın altında kalmaz” olarak revize edebiliriz. Depreme karşı hazırlık yapmak, mahallelerden başlayarak binaların depreme dayanıklı hale getirilmesini sağlamak, yıkılması gereken binalar yerine kamu eliyle sosyal konutların yapılması, dönüşümün finansı için sermayeye vergilerin getirilmesi, enerji gibi kilit sektörlerin kamulaştırılması, kentlerin ekolojik kapasitesine uygun bir sanayi planlaması yapılması, bütün halkın afet gönüllüsü eğitimi alması, bütün bu süreçlerde karar ve uygulama aşamalarında halkın, TMMOB gibi demokratik kitle örgütlerinin aktif katılımının sağlanması gibi adımların atılması, hepsi halkın örgütlü gücüne bağlıdır. Bu güç elbette ne dünden bugüne sağlanabilir ne de uzun yıllar gerektiren lineer bir süreç olarak görülmelidir.

Depremde yaşadığımız felaketin benzerlerinin bundan sonra da yaşanacağı gün gibi açık. Devletin binaları hızlı bir şekilde depreme dayanıklı hale getirmesini ve depremden sonra hızlı bir müdahale gerçekleştirmesini beklemek naiflik olacaktır. Hâlihazırda öncelikle fay hattı kuşağındaki kentlerin -başta da İstanbul’un- depreme göre dönüştürülmesi mümkündür. Burada sorun, bu dönüşümün halkın yararına ve bilimsel-ekolojik ilkeler çerçevesinde gerçekleşmesinin maliyetinin kimin tarafından üstlenileceğidir. Burası mücadele alanıdır. Dönüşümün şirketler eliyle, piyasa mekanizmalarıyla sağlanamadığı bu depremde yıkılan hepsi değilse de çoğu “yasalara uygun” binalarla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu dönüşümün kamu eliyle, merkezi planlama ile gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Fakat şirketleşmiş faşist devlet gerçekliğini değiştirmeden, yani “kamuyu kamulaştırmadan” bu dönüşümün gerçekleşmeyeceği de açıktır. Dolayısıyla devleti mevcut gerçeklikten soyundurarak bir kamulaştırma tartışması yapılamaz. Yaşanan her sorunu, olayı, felaketi halkın örgütlülük gücünü arttırmanın, özerkliğini geliştirmenin bir aşaması olarak politik bakış açısıyla hareket etmek zorundayız.

 

1 Boratav Korkut, Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, Gerçek Yayınları, 1993, s.106-107.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi