Çok Bileşenli Hegemonya Mücadelesi

Marks’ı, artı değer analizleri yapan çağdaşlarından ayıran asıl detay analizlerini kapitalizmin işleyiş yasalarına dayandırarak, sistemin önünde sonunda tıkanıp krize girerek çökeceğini ortaya koymasıydı. Bir bilim olarak ekonomi-politik belli yasalara tabidir. Marks, kapitalizmde bunu keşfetti ve büyük bir güvenle, komünizme geçişi ve kapitalizmin yıkımını haber veren teorisini geliştirdi.

Onu genel olarak ‘iktisatçılardan’, özel olarak da ütopik sosyalistlerden ayıran bu bütünsel bakış açısıydı. İktisatçıların da keşfettiği işleyiş yasalarını, diyalektik yöntemi kullanarak, kendi doğal ve mantıksal sonucuna vardırarak onların sistem içiliğinin eylemli eleştirisini gerçekleştirdi. Sosyalizm-komünizm idealini gelişigüzel, kişisel niyet, istek ve çabanın dışına çıkararak ütopyacı sosyalistlerden ayrıldı.

Marks, mevcut olan sistemin aşılması için yıkımı haber verdi. Üstelik bunu ‘serbest rekabetçi’ dönemde, kapitalizmin krizlerinin geçici-devrevi olduğu, sistemin henüz kendi sınırlarına varmadığı bir zamanda öngördü. Aradan geçen yıllar onu doğruladı. Krizler süreğen hale geldi. Emperyalizm döneminde krizler dünyasal karakter kazandı. Sermaye düzeni kendi sınırlarına dayandı. Emperyalist küreselleşme döneminde, kapitalizmdeki yapısal-bütünsel kriz varoluş krizine döndü. Bugün kapitalizm bütünüyle gereksizdir. Dünya ölçeğinde aşılabilir bir durumdadır. Marks ve Lenin’de bir ideal olarak ortaya konan dünya devrimi arayışı somut bir imkana dönüşmüştür. Üretici güçleri geliştirebilecek bir kapitalizmden söz etmek mümkün değildir.

Öngörülen kriz ve yıkımı hayat doğruladı. Ancak Marks, yeni bir toplumu, komünizmi inşa etmenin bilinçle bağını da kurdu. Yıkım için bilinç zorunlu değildir. Daha tam ifadesiyle yıkmak, yeni bir toplum idealini zorunlu kılmaz. En genel anlamda antikapitalist tutum ve artık varoluş krizi halini alan krizlerin her biri bazen bölgesel bazen küresel yıkımlara yol açmıştır ve söz gelimi savaşları kapsayan dönemleri böyle tarif etmek mümkündür.

Kapitalizme karşı pek çok ‘tepki hareketi’ ortaya çıkmıştır. Komünizm ideali ve kapitalizmi bu perspektifle aşma tutumu ise tepki hareketlerinden ayrılır. Marks’ın sadece ekonomik çözümleme düzleminde kalmaması toplum-tarih eksenli teorinin içeriği ve materyalist diyalektik yöntemi bunun çekirdeğini oluşturur. Dolayısıyla tepki hareketleri, türev siyasal biçimleriyle birlikte kapitalizmi krize sokabilir, hatta yıkımına yol açabilir. Ancak yeni olanı kuramaz. Çünkü kapitalizm sonrası yalnızca komünizm olabilir. Tepki hareketleri ise hangi ideolojik söylemi taşırlarsa taşısınlar dönüp dolaşıp kapitalizm sınırlarında kalacaktır. Kapitalizm dünyasal karakterlidir ve onu aşmayan, sosyalizme/komünizme ulaşmayı amaçlamayan her yeniden kuruluş arayışı kapitalizmle yeniden buluşmaktan kaçınamaz.

Bilinç faktörü çok bileşenlidir. Sosyalizmi/komünizmi kuracak/inşa edecek güç olan işçi sınıfı ve ezilenlerin bu bilinç düzeyine varmaları hayati önem taşır. Zira bu gerçekleşmedikçe yeni bir toplumun ve üretim tarzının inşası imkansızdır. Marks’ın toplum ve tarih araştırmaları bunun olanaklarını yakalamak, yoklamak, açığa çıkarmak eksenlidir. Halk hikayelerine, özdeyişlere, mitolojik referanslara bu nedenle uzanır, öğrenir, kullanır. Bütün amacı, devrimlerin üreticisi ve kaldıracı olan ancak sermaye düzeninin ideolojik, politik etki alanında tutulan kitleye bu bilinci kazandırmaktır. Lenin’in daha ziyade pratik-politik düzlemde olmak üzere zorladığı hedef de budur.

Sömürülmek ile sömürülmenin bilincine varmak arasındaki ayrımı Marks gözetir. Üretim tarzına bağlı ilişkinin, üretim ilişkileri çerçevesindeki işçi-kapitalist konumlanışın iki ayrı bilinci kendiliğinden sağlanamadığını bilir ve vurgular. Üstelik henüz 1845 gibi erken bir tarihteki “Alman İdeolojisi” çalışmasında bunu egemen düşüncelerle egemenlik ilişkilerinin bağını kurarak yapar. Marks’ı herhangi bir bilimciden ayıran, geleceği haber veren ve sonra köşesine çekilen bir analizciden ayıran detaylardan biri de budur.

Lenin’de bunun parti aygıtıyla gerçekleştirildiğini görürüz. Narodnikler bilinç ile şiddet eylemlerini birbirine eşitler ve eylemlerle bilinci kazandırmayı önceleler. 20. yüzyıl devrimlerinin tamamında egemenlik ilişkilerinin doğrusal devamı olan ve sistem içinde kalan sıradan bilincin aşılması asıl hedeftir. Silahlı mücadele stratejileri, bunun Mao, Marighella, Che ve diğer isimler eliyle çeşitli çerçevelere kavuşturulan formları da asıl olarak bunu amaçlar. Yoksa, hiçbir strateji, düşman kuvvetlerden birinin diğerine daha fazla zayiat verdirerek zafere ulaşmak biçimindeki çok eski meydan savaşı mantığına dayanmaz. Söz konusu askeri stratejiler, doğru olup olmamalarından bağımsız olarak Marksizm’den hareket ettikleri iddiasını taşır. Franz Fanon’un şiddete kutsallaştırıcı, “arındırıcı” görevler yükleyen yaklaşımı da buna dahildir. Tümünün bileşkesi var olan-hâkim olan kendiliğinden bilincin değiştirilmesi hedefidir.

İster reformist ister devrimci olsun, Marksizm’in ana başlığını temel beslenme kaynağı sayan bütün akımlar ‘bilinç’ konusunda ortaklaşır. Gayet sıradan bir reformist parti bütün yapıp ettiklerinin bu çerçevede olduğunu söyler. Tıpkı tepeden tırnağa silahlı mücadele vermek için mücadele ettiğini söyleyen ve bu tür eylemlere girişen grup ve partiler gibi.

Kapitalizm, üretim tarzı ve buna bağlı üretim ilişkileri ile hem maddi olarak kendisini üretir hem de bu maddi üretimin sürekliliğini garanti eden toplumsal bilinci üretir. Bu gayet doğaldır. Kendi “mezar kazıcısı” sınıfa muhtaçtır, çünkü onlar olmazsa kendisi olmayacaktır. Ancak onların bilincine müdahale eder, sistem içinde tutmayı başarırsa varlığını güvenceleyeceğine inanır. Bunu dün çalışma saatlerini uzun tutarak işçiye ‘düşünecek zaman’ bırakmayarak yapıyordu. Bugün gittikçe kısalan çalışma saatlerine karşın, yedek sanayi ordusunu işçilere karşı tehdit olarak kullanma gibi dönemsel tehditler bir yana, kapitalizmden sonrasının imkânsız olduğunu vaaz eden ideologlar aracılığıyla gerçekleştiriyor.

İdeologlar ifadesi soyut ve genel olabilir, somut biçimi, onların çerçevesini çizdiği koca/devasa bir kültür endüstrisinin bireyin bilincini, özgünlüğünü öğüten çarklarıdır. Marks’ın “yabancılaşma” ve “meta fetişizmi” kavramları bu çarkın kökünü anlatır. Sömürülenin hayatın doğal akışında sömürü bilincine ve kapitalizmi aşma hedefine varmasını engelleyen mekanizmayı ifade eder bu iki kavram, kapitalizm, zihinlerdeki hegemonyasını bunlar aracılığıyla tesis eder.

Yürürlükteki bir düzenin asıl savunma ve saldırı mekanizması onun hegemonyasıdır. Bunu tesis etmeyen, edemeyen bir rejimin veya sistemin ayakta kalması mümkün değil. Kapitalizmi kabul eden, değişmez veri sayan her eylem ve yorum, her edebi ve siyasi üretim bu hegemonya mücadelesinin birer aracıdır. Bazen kaba, doğrudan biçimlerle bazen incelikli yollarla ve fakat her seferinde bu paydada buluşurlar.

Komünizm, yaygın olarak adlandırdığımız ifadesiyle, sosyalizm daha popüler ve anlaşılır ifadesiyle devrim mücadelesi, kendisini var olan, süren, toplumu etkisi altına alan hegemonyaya karşı bir tür karşı hegemonya mücadelesi vermekle mükellef kılar. İster teori ister pratik ağırlıklı olsun, asıl hedef hegemonya sağlamaktır. Bu da türlü biçimlerdeki teşhirden, öncü çıkıştan, kapitalizmden sonrasının keyfi tahayyül değil, amaçlı insan faaliyetinin doğal, gerçekleştirilebilir biçimi olduğunu ortaya koymaktan geçer. Teoriyi ve pratiği iki farklı-karşıt kutup olarak saymamak, birini diğerine tercih etmek biçimindeki darlıktan kurtulmak, hegemonya tesisi ortak amacına bağlı iki özerk yordam olarak birbirinin tamamlayıcısı saymak bunun doğal devamıdır.

Hegemonya ifadesi otoriter bir havaya sahiptir. Askeri çağrışımı da var. Karşıdevrim cephesiyle tutuşulan mücadele bağlamında bu hava ve çağrışım gayet olağandır. Çünkü ikisinin amacı karşı tarafın iradesini kırmak, kendisini kabullendirmek, moral yıkım yaşatmaktır. Teoride ve pratikte kapitalizmi ve onun türevi siyasal akımların iradesine boyun eğen, yola çıktığı bireysel ve kolektif amaçlarında meydana gelen kırılmalardan dolayı amaçsızlaşan veya pratik ve entelektüel alanda kapitalizmi aşma mücadelesini üretmeyen her birey, grup ve akım ideolojik hegemonyayı kabul etmiş demektir. Bunun politik ifadesi kapitalist hegemonyaya teslim olmaktır. Yenilgiden bahsetmiyoruz. Hegemonyanın hedefi yenmek değil teslim almaktır. Yenmenin türlü yolları vardır. Teslimiyetse hegemonyanın tesisi ile mümkündür. Hegemonya mücadelesinin merkezi ve stratejik önemi buradan kaynaklanır. Şiddet araçlarının bilindik biçimleri vasatken hegemonya tesisi pek çok zaman güya çok daha yumuşak geçişlerle gerçekleştirilir.

Marks’ta bilinç vurgusuna rastlarız. Hegemonya ifadesiyle ilkin Lenin’de karşılaşırız. Gramsci’den önce bunu dile getiren Lenin’dir. Bu vurgu şu nedenle önemli: Sosyalizm mücadelesini bir tür ekonomizm sınırlarında tutan, eskinin yıkılmasını yeninin kurulmasıyla bir tutan ve Marksizm’in etki alanında bulunan kimi akımlar Gramsci’yi yok saymak ve onun kimi kavramlarını içeriksizleştiren Avrupa’daki kimi partilerle bir tutmak için ‘hegemonya’ tartışmasını ona mal etmeye çalışırlar. Oysa henüz 1901’de Axelrod “hegemonya”dan bahsetmiştir.

“Hegemonya fikrini reddettiği veya değerini anlamadığı sürece sınıf değildir yahut yine sınıftır ancak bir lonca ya da loncalar toplamıdır” diyen Lenin’dir. Burada kendiliğinden bilinç ile ‘kendisi için’lik arasındaki dolayıma dikkat çekilir. O kadar ki, ‘hegemonya’ düşüncesi bir katalizördür ve loncadan sınıfa geçiş onunla mümkündür.

Marks ve Lenin’de ilk anda paradoks gibi görülebilecek, öyle zannedilebilecek, başka pek çok örneği de bulunan şöyle “farklılıklar” vardır. Mesela Marks “Eleştiri silahı silahlı eleştirinin yerini tutamaz. Maddi güç maddi güç tarafından yıkılmalıdır” der. Bunu bütünleyecek biçimde şunu da söyler: “Tarihsel materyalizm pratiği düşünceden hareketle açıklamaz, fakat düşüncenin oluşumunu maddi pratikten hareketle açıklar ve buna uygun olarak bilincin bütün formlarına ve ürünlerine zihinsel eleştiriyle son verilemeyeceği sonucuna ulaşır.” Marks’ın “Kitleler kavradıktan sonra teori de maddi güç haline gelir” dediğini de hatırlayabiliriz.

Lenin’deki vurgular ‘öncü’ye, onun öncü aydın nitelikli bileşenine, devrimci teoriyi devrimci pratiğin önüne koyan dikkat çekmelere doğrudur. Marks çoğunlukla felsefi, toplumsal, tarihsel ön çalışmalardan sonra yukarıda değindiğimiz vurguları yaparken Lenin çok daha somut, günlük meselelerden yola koyulmuştu. Oysa ikisinin vurgularındaki bağlam ayırt edici önemdedir ve bu onları bütünler.

Marks, Hegelcilerden koparken, o bağlamı kullanarak ‘ideoloji’ kavramıyla ilişkisini düzenler, kitlelere somut -kurucu rol atfetmeyenlere karşı kitle-eylem vurgusunu öne çıkarır. Lenin de sözgelimi, Narodnik akımın yüzeysel fikir ve şiddetli eylemleri arasındaki çelişkilerine ve yetersizliklerine, teoriye önem vermeyen, sendikalizm sınırlarında kalarak veya salt eylemcilikle benzer bir biçimdeki kendiliğindenciliği üreten akımlara karşı, mücadele içinde şekillendi.

Vurguları, çubuğu, çeşitli zamanlarda birbirinden farklı yönlere bükmesi bu çerçeveye oturur.

Marks'ın pek çok sözünün, altına Lenin imzasını atarak dolaşıma sürmek mümkündür. Tıpkı Lenin'in pek çok cümlesine Marks imzasını atmanın mümkün olması gibi. Önemli olan bağlamı kaçırmamaktır. Hegemonya konusunda da Marks'ın bilinçle, egemenlik ilişkisini yansıtan ortalama/hâkim düşünceye karşı mücadeleyle vurguladığı konu Lenin'de, benzer ifadelerin yanı sıra hegemonya mücadelesi biçimini alır. Lenin'in avantajı, sonradan gelenin avantajı olarak formüle edilebilecek biçimde, kendinden önceki deneyimin ve Marks'ın kimi eserlerinin bilgisine sahip olması ve o elverişli düşünsel zemini değerlendirmesiydi. Ayrıca Lenin bir imparatorluk sınırlarında mücadele ediyordu ve bu somut durumun kendi devrim mücadelesine etkilerinin farkındaydı. Proletarya ile kıyaslandığında, burjuva ideolojisinin kökeninin sosyalizminkinden çok daha eski olduğunu, onun hizmetinde çok fazla sayıda yayılma aracı bulunduğunu yazması bundan bağımsız değildir.

Bu 'eşitsizlik' olağandır. Zira, tarih boyunca ezilenlerin mücadelesi parçalı kalmıştır. Ya hafıza oluşturulmamış ya da bir dönemin hafızası sonraki kuşaklara aktarılamamıştır. Burjuvazi bu açıdan şanslıdır. Çünkü onun her tavrında, kendinden önceki egemenlerin bilinci, deneyimi ve yönetme kabiliyeti vardır. Proletarya bundan yoksundur. Ezilenlerin bu yoksunluğu müstakil, bağımsız bir tarih bilinci oluşturmalarını engellemiştir. Tarihe kendi bulundukları saftan, 'ezilenlerin tarihi'nden bakmalarını engelleyen, dolayısıyla onlara anlatılan ve tamamı, hâkim egemenlik ilişkilerinin daimi olduğu propagandasına yaslanan, bütünüyle iradesizleştirici, felç edici söyleme karşı koymalarına imkan tanımayan güçsüzlük böyle bir eşitsizliğin sonucudur. Devrim mücadelesi bu eşitsizliğin etkilerini ortadan kaldırarak, zihinlerdeki prangaları parçalayarak işe başlayacaktır. Lenin, bunu proletaryanın kendisine ait, egemenlerin basıncından azade politik bilince kavuşması olarak ifade ediyordu.

Her tarihsel evrede karşıdevrimin öznesi, devrimin öznesini yalnızlaştırır. Bunu tarih bilincinden yoksun bırakarak, örgütlenmesini olanaksızlaştırarak, devlet cihazını kullanarak, 'kendisi' için olma vasfını engelleyecek ideolojik-kültürel tahakkümle sağlar. Her devrim iktidarında geçmiş iktidarların tamamının yönetme deneyimi vardır. Devrim güçleri ise bundan yoksun oldukça birikim sağlayamaz ve anlamlı bir güce dönüşse bile bunu sürdüremez. Devrimin kuvveti-gücü ezilenlerdir. Fakat teorisini, strateji-taktik bütününü meydana getirenler, genellikle 'sınıf intiharı' yapmış öteki sınıflardan gelen devrimcilerdir. Lenin'in örneğinde bu meydana geliş 'parti' idi.

Hegemonya mücadelesini kazanmak merkezi önemdedir. Onu parti aracı ve aracılığıyla yapmak da bir o kadar stratejiktir. Burada kastedilen dar anlamda propaganda ajitasyon değil, tarihteki bütün ezilenlerin hafızasını çağıran, deneyimlerini sahiplenen ve kapitalizme karşı mücadeleyi bu çok geniş tarihsel bileşenlerle oluşturan düşünce ve eylem bütünüdür. Parti programı bir mevziiyi işaret ederken onun yaslandığı birikim bütün tarihsel tecrübe olması nedeniyle bir cephedir; hegemonya mücadelesi bazen tek tek mevzilerde verilse dahi amacı cepheyi tutmak ve karşıdevrime taarruzu o cephenin tamamından yapmaktır. Buradan bakılınca burjuvazinin zafer takları gördüğü yerde biz kölelerin, serflerin, işçilerin, fakirlerin ve ezilenlerin tarih boyunca dökülen kanını görürüz.

Bu perspektif bize işçilerin mücadelesinin tarihteki bütün ezilenlerin hakkını alma, adaleti tesis etme mücadelesi olduğunu anlatır. İnsanlığın tarihsel konakları olmuştur. Yukarı barbarlık döneminin tutsakları köleci dönemin köleleridir. Feodalizmi kuran o köleler değildir. Ve köleler, feodalizmde serflere dönmüştür. Kapitalizmi işletenler de serfler değildir ve adı köle olan, serf olan ezilenlerin kapitalizmdeki ismi işçidir. Marks, bize, bu işçi sınıfı kategorisinin sosyalizmi kuracak maddi güç olduğunu anlatır. Aradan geçen 150 yılda maddi güç azalmadığı gibi bütün ezilenlere doğru genişlemiştir. Kapitalizmi kutsayan, sonsuz ilan edenler, hegemonya mücadelesini işte bu sade gerçeği saklayarak, imkansızlığını vaaz ederek, 20. yüzyılda sosyalist inşa süreçlerinin akamete uğramasını örnek göstererek sürdürürler.

Hegemonya mücadelesi, sosyalist perspektiften bakılınca öncelikle bu tartışma zeminini reddetmeyi gerekli kılar. Denklemi kendini ebedileştirme arayışına bağlı olarak kuran kapitalizmi, hakikati temel alarak sorgulamak ve sonunu haber vermek, haber verilen sonu gerçekleştirmeye girişmek isabetli olandır. Hegemonya mücadelesinin kaldıracı somut maddi güç ve etki yaratmaktır. Tıpkı maddi güç ve etkiyi anlık olmaktan kurtarmanın teorik-felsefi-kültürel hegemonya mücadelesinin sürekliliği olması gibi.

Kapitalizme ebediyet kazandırmaya yönelik hegemonyayı kesintiye uğratmak onun rıza üretme kapasitesine darbe vurmaktır. Rıza üretemeyen hiçbir sistem uzun süre ayakta kalamaz. Hegemonya, sistemin zorunu, rıza kisvesi altında saklama faaliyetidir aynı zamanda. Bizzat o durumun şiddet ürettiği bu bahaneyle kabul edilmez. Ancak toplumsal rızayı aşındırma ve tahrip etmeyi hedefleyen kapitalist tahakküme karşı hegemonya stratejisinin toplam başarısından önce irili ufaklı görünümler bize somut durum anlatır.

Rızanın aşındırılması ve tahribi kapitalizmin tahammül sınırlarının giderek daralmasına yol açar. Kendine güvenli, olağan zamanlarda demokrasi diskurunu eksik etmeyen iktidarların ezilenlere gözdağı vermesi, kahredici güçlerine atıf yapmaları ve “toplumun hizmetindeki devlet” ajitasyonundan topluma tahakküm eden devlet formatına geçivermeleri hegemonya kaybının ilk işaretlerindendir.

Hegemonya tesisi, kendi gündemini toplumun gündemi haline getirme becerisiyle doğru orantılıdır. Karşı hegemonya mücadelesi bu çemberi kırmayı amaçlar. Yerleşik iktidarlar gündem belirleyemiyorsa, dolaşımda tuttukları ve piyasaya sürdükleri kavramlarla tartışmalar alıcı bulmuyorsa, ezilenlerin hafızasını belirleyemiyorlardır. Sadece bu dahi alarma geçmeye yeterlidir. Alıcısı en çok olan milliyetçilik, dinsellik, kendinden olmayana nefret/düşmanlık politikası kaybedilmekte olanı tekrar kazanma stratejisinin bileşenlerindendir. Toplumsal rıza üreten, gelecek kaygısı gütmeyen herhangi bir iktidarın buna müracaatı gereksizdir. Tarihin şimdiki zamanında, neredeyse bütün sınıflı iktidarlar bu bölme-ayırma-galeyana getirme stratejisine sarılarak gelecek korkusunun şiddetini dışa vurmuş oluyorlar. Kışkırtılan güdülere seslenmekten farksız olan bu yönelim yeni faşizmin bileşenlerindendir.

Görüleceği gibi hegemonya mücadelesi dikkati diri tutmayı, bütünsel bakmayı, teori ve pratiği birbirine tercih etmeden aynı şiddet/etkiyle kullanmayı gerekli kılar. Daha açık ifadesiyle, bu kapsamdaki bir mücadele hayatı bitmiş-tamamlanmış sayan, günün sorunlarına geçmişteki soru cevap demetinden seçilen cevaplarla yaklaşan, teoriyi propaganda ajitasyona, pratiği dar sınırlı eylemlere indirgeyen bakış açısının eylemli eleştirisidir. Sınırlı bile olsa eylem ve propaganda-ajitasyon gereksiz değildir, olmalıdır, ancak eylemler cephesini oluşturmaya girişen hegemonya mücadelesi çok daha donanımlı, ezilenlerin bütün birikimini açığa çıkarma hedefli olmak durumundadır.

Gerek düşünsel teorik mücadele gerek eylemsel mücadele ikisini gerçekleştiren insanların etki üretirken etkiye açık olması, değiştirmeye çalışırken günbegün edindikleri deneyimle kendilerini de değiştirmeleri gibi sebeplerle akışkan bir süreçtir, dinamiktir, geometrik hızla büyüyebilecek imkanlar bulmaya açıktır. Bunun yolu bazen oldukça yetkin bir edebi veya politik yayın faaliyetinden bazen amacına yönelmiş devrimci adalet arayışından, tesisinden, bazen bir semtin özgün sorunlarının topluma mal edilmesinden, bazen akla gelmeyen bambaşka bir konudan geçebilir. Karşıdevrimin hegemonya arayışının temeli toplumu kontrolken, devrim mücadelesinin hedefi düşünce ve davranışta özgürleştirmektir. Çünkü 'hegemonya', sınıflar mücadelesinin devrim cephesinde aynı zamanda yöneltme-kanalize etme yönlendirme biçimlerini alır.

Hegemonya mücadelelerinde düşünce ile pratiği sıkı sıkıya birbirine bağlamamız, bu konuda Avrupa ülkelerinde düşence-pratik ilişkisinde uzaklığın aksine bütünleşikliğe vurgu yapılması boşuna değil. Konuyla bilhassa ilgilenen Gramsci, hegemonya mücadelesinin 'sivil toplum'a sahip “Batı”da daha etkili olacağını söyler. Genel olarak Doğu toplumlarında “birey” yok sayılır, “Cemaatler” egemendir; devlet ve egemenler rıza ve iknayı değil tahakküm ve zoru temel alır. Halihazırda dünyanın bütün sınıflı iktidarları birbirlerine benzemeye başlasa bile pek çok ülkedeki tarihsel kazanımlar ve toplumun tartışmaya açmadığı hatlar nedeniyle Doğu toplumlarıyla özdeşleşme yok, tarihsel bakımdan farklılıklar da varlığını sürdürüyor.

Bu nedenle Batı'daki sadece bir yayın faaliyeti dahi kendi başına, hegemonya mücadelesinin merkezi olabilecekken 'Doğu'da o faaliyeti güvenceleyecek stratejik kurumların oluşturulması mecburidir. Çeşitli alan ve cephelerle tahkim edilmiş hegemonya mücadelesi o alan ve cepheleri mücadelenin bileşeni haline getirdikçe etki sahasını genişletip derinleştirebilecektir. Doğudaki düşünce ve eylemin Batı'daki olduğu kadar birbirine uzak-mesafeli olmamasının başlıca nedenlerinden biri bu toplumların “maddesi”dir. Spinoza'nın benzetmesini kullanarak söylemek gerekirse “insanların bazen kölelik için de savaştıkları, bir tiranın kişisel gururu uğruna kanlarını ve canlarını hiçe saymayı utanç değil büyük onur saydıkları” zamanların olduğu ve bunun büyük ölçüde devletin kahredici gücüyle sağlandığı, otonom alanların bulunmadığı coğrafyalarda, 'bir şey' ile 'her şey' iç içedir ve 'hiçbir şey' sadece kendisi değildir.

Hegemonyanın karşıdevrimi etkisizleştirecek biçimde 'otoriter' bir merkezilikle tesis edilme süreci bir özneyi, partiyi önemli hale getirir, demek; aynı zamanda bütün bu 'sınıf mücadelesi' döneminin evrimci-belirlenmiş-tedrici-sonucu belli şablonlara hapsedilemeyeceğini söylemektir. Siyasal, toplumsal, estetik, edebi, teorik çaba bu hedefe odaklandığında ezilenlerin yaratıcı üretim kapasitesi bütün limitleri zorlayarak yenilenir. Keyfe keder olmayan bu limit artırımı koşulları değiştirme, müdahale etme, yeni yollar arama iradesinin pek çok getirisinden biridir.

Egemenlerin türlü nedenlerle daha avantajlı başladıkları, bin yılların yönetim deneyimlerini arkaladıkları bu harp halinde ezilenler bu tür “getiriler” aracılığıyla aradaki mesafeyi kapatır, güç-birikimini sağlayarak manipülasyonları önler, harp oyununun kurallarını tayin etmeye başlar.

Devrim ile karşı devrim mücadelesindeki öne çıkış, birbirini bütünleyen teori-pratik diyalektiği derinleştikçe ezilenler, ezilenlerin öncüleri ve onların arasındaki parti öne çıkar, odak oluşturur bir adres yaratır. Hegemonya mücadelesinin ikinci cephesi de budur.

İlk cephede karşıdevrime karşı hem eleştiri silahı hem silahlı eleştiriyle ilerleyen, onu yer yer durduran, yer yer gerileten, salvolarını boşa çıkaran, sözünü anlamsızlaştıran devrimci hegemonya sınıfsal uzlaşmanın reddine dayandığı için gayet otoriterdir.

İkinci cephe ezilenlerin kendi dünyasındaki yatay düzlemde sıralanan irili ufaklı onlarca sosyalist ve devrimci, odak, adacık, çevre ve yapı arasındaki düşünsel düzeyde sürecek olan bir başka hegemonya mücadelesidir. Burada otoriter bir yan yoktur, ikna ve karşılıklı değişimi kapsayan, birbirinden yalıtık, bazı durumlarda birbirine ilgisiz, kimi durumlarda kendiliğindenliğin tekdüzeliğine maruz kalmış bütün bu güçlerin derlenmesini sağlayacak bütünsel-kapsayıcı düşünceler ve stratejiler geliştirme arayışı vardır.

Buradan bakıldığında 20. yüzyıldaki sosyalist inşa deneyimlerinin yıkılması, hayatın sorduğu soruların yanıtlanamaması, toplumsal düzeyde maddi güç olma ve gücü muhafaza ederek büyütme pratiklerinin gösterilememesini, daha tanımlayıcı bir ifadeyle sosyalist ve devrimci adreslerdeki eş zamanlı kriz, bütünsel bakma kabiliyetini daraltmıştır. Liberal savrulma ve doktriner sekterlik biçimindeki iki tepkinin gelişmesi bu kabiliyeti iyice zayıflatmıştır. Her iki savrulma biçimi birden nihayet hegemonya mücadelesinin stratejik planda kaybedilmesi anlamını taşır. Liberal savrulma düzeniçileşme-iradesizleşmeyken, doktriner sekterlik toplumun dışına düşme, anlamlı direniş merkezleri dahi oluşturamama biçimindeki felç halidir. İkisi de bütün tazyiklerden ve “ölü kuşakların hayaleti”nden uzakta bütüncül, kapsayıcı, cepheleştirici teorik-pratik varoluşları engellemiştir.

Hegemonya mücadelesi bağımsız, özerk alan inşasıdır. Liberal savrulmaya uğrayanlar düzenin içindeki gelgitlere taraf olarak oraya eklemlenerek bu imkânı kaybederler. Doktriner sekterlikle malul oluş ise bir tür “kronik muhalefet” odağı haline gelir. Bütün şiddetli sözleri, giderek ağırlığını kaybeder ve hafifsenmeye başlar. Muhalefet hareketine dönmek hegemonya mücadelesini kaybetmektir. Her iki durumda belirleyen değil belirlenen, tabi olan, sürüklenen, karşı tarafın türlü strateji-taktik manevralarına karşı otomatik konumlarına ve dolayısıyla üretilebileceği bütün söz ve eylemin içeriğini ve kapsamını önceden açık etme vardır. Artık amaç hegemonyayı sağlamak, zafere ulaşmak değil varoluşunu sürdürmektir.

Dikkat edilirse gerek yerelde gerek dünyanın pek çok ülkesinde, devletlerin şiddet tekelini en kuvvetli biçimlerde kullanmayı asla ihmal etmeden, karşıdevrim, devrim cephesinin ümidini kırıp bırakmayı, amaçsızlaştırıp kendi kaderine terk etmeyi toplu imhaya yeğlemektedir. Umudunu koruyarak imha olanların yıkıcı etkisi varken umudu kırılarak hayatlarına devam eden, kendi deneyimini genele mal edenlerin devrim cephesinde yıkıcı etkileri vardır.

İçeriklerinden, yorumlarının derinliğinden veya isabetsizliğinden bağımsız olarak Marksizm’in kurucu isimlerinin salt siyasal alanda kalmayan, bilime, tarihe, estetiğe, felsefeye, edebiyata genişleyen ilgileri ve okuma-düşünce üretme çabaları bütün cephelerde hegemonya savaşı verdiklerini anlatmaktadır. Aradan geçen zaman pek çok alandan geriye çekildiğimiz, bazılarıyla teması kestiğimizi gösterirken, adlı adınca girişilecek hegemonya savaşının topografyasını göstermektedir.

Bu geniş satıhlı, çok boyutlu varoluş biçimi karşıdevrim cephesinin 'devrim' mücadelesini polisiye-güvenlik-adliye terörüne hapsedilmesini engellemekle kalmayacak, ezilenler cephesinin kendi içindeki düşünsel mücadele, etkileşim sürecini olumlu etkileyecek, yolda kalmışların, umudu kırılanların, kafası karışanların, hatta siyasal amaçsızlığın kıyılarına vuranların yardımına koşacak, her başlık bir can yeleğine dönüşecektir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi