Çerkes Soykırımı Ve Politik Özgürlük Devrimi

21 Mayıs 1864 tarihi, ağırlığını Çerkeslerin oluşturduğu direnişçi Kafkas halkları açısından, Rusya ile uzun on yıllara yayılan irili ufaklı savaşların direnişçiler aleyhine son bulduğu ve sayısı bir milyona varan Kafkasyalının Osmanlı’ya tehcir edildiği günü anlatır. Ermeniler için 24 Nisan 1915, Kürtler için Şeyh Said ve mücadele arkadaşlarının idam edildiği 29 Haziran 1925 hangi anlamı taşıyorsa, Çerkesler açısından 21 Mayıs 1864 o manadadır. Kafkas halklarının varlığına yönelen ve her dört Kafkasyalıdan birinin yolda ölümüyle trajediye dönüşen bu kanlı tehcir, hedefleri ve uygulanışıyla bir soykırım niteliğindedir. Kafkas halklarının onur ve özgürlük savaşları yenilgiyle sonuçlanmasına karşın, Rus imparatorluğuna boyun eğmemeleri varoluşlarına dönük tehcir ve imha katılığını daha bir sertleştirmiştir. Köyler yakılmış, kadınlara tecavüz edilmiş, yaşlı ve çocuk demeden Kafkas halkı katledilmiştir. İşgalci Yermolof'un şu sözü tipiktir: “Kafkasyalı bir dağlı çocuğun öldürülmesi yüz Rus askerinin sağ kalması demektir.

Onların resmi kayıtlarında bu örgütlü zulüm ve işgal hareketinin “Dağlıların Göçü” olarak nitelenmesi şaşırtıcı değil. Kendileri için konu sıradan bir nüfus transferidir ki, bu sömürgeci-işgalci yaklaşıma coğrafyamızdan da tanığız. Dönüp baktığımızda çarlık mezaliminden daha çok, özgürlük savaşlarında dövüşüp ölen direnişçileri hatırlıyor olmamız, gerçekte kimin kazanıp kimin kaybettiğini anlatmaya yeter. Direnişçiler topraklarını kaybetmek pahasına onurlarını korurken, işgalciler şereflerini yitirmişlerdir.

Diller ülkesi diye bilinen ve Çerkes, Abhaz, Çeçen, İnguş, Avar, Lezgi, Dargin, Gürcü gibi birçok kabilenin ikametgahı olan Kafkasya, kuzeyde Don nehri, Maniç çukurluğu ve Kuma, güneyde Aras ve Kars platosuna uzanan 1440 kilometreden uzun Kafkas sıradağlarının ikiye bölündüğü bölgenin genel adıdır. Coğrafyanın zorluğuna karşın bir yanıyla masal ülkesini andıran Kafkasya'ya dair etraflı araştırmaların bir ucu mitolojiye açılır. En bilineni Simurg-Anka masalıdır ve orada amaç Kaf(kas) Dağı'nı aşmaktır. Yunan mitolojisinde ise Olimpos'un hakimi Zeus'tan ateşi, yani bilgiyi ve özgürlüğü çalıp insanlara götüren Prometheus, düşmanı olduğu Zeus'un buyruğuyla Kafkas Dağı’nda zincire vurulur. Prometheus'u zincirlendiği dağlardan Herakles kurtarıncaya dek, bir kartal onun gün be gün kendini yenileyen ciğerini parçalamayı sürdürür.

Kafkas sözcüğüne ilişkin bilinen en eski yazılı kaynak Aiskhylos'un milattan önce 490'daki eseridir. Gaius ise Kafkasya isminin İskit dilinde “ak kar” anlamına gelen Gracaucasus'tan geldiği düşüncesindedir. Bölgeye Farsça’da Kuh-i Kaf denilirken, Romalılar Kavkasus ve Araplar “dillerin dağı” anlamına gelen “Cebel-ül Elsan” demişler. Kısacası, o heybetli coğrafyayla ilişkilenen hemen her kavim bölgeyi kendince adlandırmıştır.

Tarih boyunca birçok uzun savaşın yatağı olan Kafkasya'daki son uzun harp Marks ve Engels'in ilgisini çekmiştir. Yaşadıkları yıllara rastlayan o Kafkas direnişini “Halkın tümünün katıldığı haklı bir özgürlük savaşı” olarak nitelemişlerdir. Siyasal planda özellikle Rus çarlığını yıkacak halk direnişlerini destekleyen Marks ve Engels, Kafkasya'nın Rusya'ya ait olmadığının silahlı savaşçıların özgürlük mücadelesiyle kanıtlanacağını yazmışlardır. Bir başka yerde Marks, daha coşkulu bir ifadeyle Avrupa halklarına seslenmiştir: “Avrupa halkları! Bağımsızlık ve özgürlük için nasıl savaşılacağını, kahraman Kafkasya dağlılarından öğreniniz. Onlar bu ülkenin en belirgin, en saygıdeğer temsilcileridir.

Engels “Dağ Savaşının Geçmişi” yazısında, o sırada giderek daha yaygın dolaşıma giren “dağlı savaşı” deyimini ele alır; bunun Troll ayaklanmasında, Napoleon'a karşı İspanyolların savaşında, Bask Karlist ayaklanmasında ve Kafkaslar’da Ruslara karşı direnişte görüldüğünü belirterek, “Kafkasya dağlılarının savaşının diğerleri içinde en şanlı ve kahramanca savaş” olduğunu kaydeder. Kafkas direnişi denilince de akla gelen iki direniş dinamiğinden birini Çeçenistan-Dağıstan halkı, diğerini Çerkesler oluşturur ve ikisi de kendine has motivasyonlarla çalışır.

Tayin edici son savaşın ardından tehcire tabi tutulan Kafkas halkı, Soçi, Adler, Sohum, Batum gibi birçok limandan derme çatma teknelerle yola çıkarılır ve Trabzon, Ordu, Samsun, Sinop, Kefken, Varna, Burgaz, Köstence, İstanbul ve Ege limanlarına adeta dökülür. Ancak asıl trajik olan o yolculukta yaşananlardır. Binlerce yaşlı, hasta ve çocuk, teknelerden Karadeniz'e atılır. O kadar öyledir ki, bu yolculuktan sağ kurtulanların çoğu bir daha balık yemez, denize girmez, çünkü balıklara yem olan, cesetleri kıyılara vuran akrabalarını hatırlatmaktadır deniz onlara. Yolculuk boyunca uğranılan şehirlerdeki mezarlıklar dolup taşar ve ölüleri kabirden çıkarıp kefenlerini çalanlara dek akla hayale gelmeyecek bir dolu kötülüğe maruz kalır sürgünler. Trabzon ve Samsun'da köle pazarları kurulur ve padişaha gönderilen bir “arz tezkeresi”nde çoğu kadın 150 bin kölenin satıldığı kaydedilir. Bir süre önce Çerkes kadınların köle pazarlarında satışı yasaklanmışken, sürgün sırasında bu yasağın kaldırılmış olması Kafkasyalı köle tüccarlarının sürgün aracılığıyla servet kazanmasının da yolunu açmıştır. Benzer bir servet transferi Ermeni tehcirinde, tehcire tabi tutulanların mallarının haraç mezat el değiştirmesinde de görülür. Buna yurtlarından edilen Kürtlerin bağ bahçelerinin gaspını da ekleyebiliriz. Elbette mala mülke yok pahasına el konulması, vatanından edilmenin yanında sıradan bir detaydır.

Bütün sürgünler trajedi ortak paydasında buluşur. Çerkeslere bunlar yapılırken, neredeyse eşzamanlı olarak Amerika'da yerliler büyük zulme uğrar ve plantasyonlarda toplanır. İttihat Terakki yönetimindeki Osmanlı’da Ermenilere reva görülenler, Almanya'da Yahudilere yapılanlar, mecburi iskan ile birlikte cumhuriyet döneminde Kürtlerin başına getirilenler kadar, mağdurların hayatta kalma teknikleri de birbirine benzer. Marks'ın tarif ettiği yanlış bilinç bağlamındaki ideolojik şartlanmalarla iktidarlar tarafından manipüle edilmese, dünyanın bütün ezilenleri sadece yaralarına bakarak birbirini çabucak tanıyacak erdeme sahiptir.

Masal yurdu Kaf Dağı'nın adını aldığı söylenen ve Prometheus'un kayalıklara bağlandığı zirve noktası Elbruz ve Kazbek dağlarını barındıran yalçın Kafkas dağları, orada binlerce yıl yaşayan insanların karakterini de önemli oranda etkilemiştir. Marks bir değerlendirmesinde, üretici güçleri sayarken coğrafyayı da buna dahil eder. Büyük çoğunlukla diğerleriyle birlikte etkin faktör olduğu üretici güçlerin bileşeni ve yerleşik halkın karakterini şekillendiren coğrafya unsuru, sarp Kafkasya'da yer yer tayin edici niteliktedir. Avrupa merkezci modernist yaklaşımlar Avrupa dışı alanları “vahşi” birer cangıl saydıkları için, “dağlı” sözcüğü de olumsuz bir içerikle dolaşıma çıkarılmıştır. Oysa dağlı halkların asal karakteri ehlileşmemeleri, onuru ölümden üstün tutmak gibi temel değerleri kuşaktan kuşağa aktarmaları ve bunu bir davranış çizgisine dönüştürmeleridir. İnsan ilişkileri bakımından tarihin en yabancılaştırıcı ve tahrip edici sistemi olan, metayı/sömürüyü bütün ilişkilerin kaynağına yerleştirerek masumiyetini öldüren kapitalizme kıyasla diğer sistemlerdeki insan ilişkilerinin tamamı görece daha doğrudandır ve bu yanıyla daha az bozulmuştur. Rus çarlığının “mutedil” olma çağrılarına, zaten yenilecekleri bir muharebeye girmeme akıllarına, tam da bu nedenle, muhtemel sonucu bilerek direnmeleriyle de Kafkas halkları mitolojiye uzanan tarihlerine uygun davranmışlardır.

Sömürgecilerin yabanıllık diye kınadıkları durum, esasen sömürgeci tahakküme boyun eğmeyen doğallık ve doğrudanlık gibi özelliklerdir. Milliyetleri veya kavimleri farklı olsa bile dünyanın her yerindeki dağlı halkların böylesine ortak değer sistemleri vardır. Bunun örneklerini coğrafyamızdaki hakim paradigmada “Kürt” sözcüğüne yüklenen olumsuz içerikte de görebiliriz. Konu Kürtler olunca, tipik bir kolonyalizm daha ilk elde kendini dışa vurur. Ezilen toplulukların, tersinden bir çabayla, “aslında öyle olmadıklarını” anlatma gayreti de kolonyalist basıncın etkinliğini gösterir. Nesneleştirilip ötekileştirilen bir kesimin kendisini hakim söylem sahiplerine beğendirme, ne denli mutedil veya onun kadar şanlı geçmişi olduğunu ispatlama, hatta kabul ettirme görevi yoktur oysa.

Kafkasya özelinde de Rus çarlığının söylem ve eylemleri bu denli kaba ve yok sayıcıdır. Çar 2. Alexander, vahşi Kafkas dağlılarını “tedip ve tenkil” etmek için bizzat kardeşi Mikhail'i görevlendirir. Son cengin verildiği Soçi'de, 21 Mayıs 1864 günü, Kafkas halkına şu seçenekler sunulur: Rusya steplerine dağınık olarak yerleşmek, derhal Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına tehcir edilmek veya savaş esiri muamelesi görmek.

Şunu da kaydetmek gerek: Çarlık zulmünü önü sonu olmayan bir Rus düşmanlığına dönüştürmeye çalışanların manipülasyonunun aksine, Rus-Çerkes ilişkileri ezel ebed bir karşıtlıkla şekillenmemiştir. Hatta Rus knezliklerini Moskova egemenliği altında toplayarak merkezi bir imparatorluk kuran Korkunç İvan'ın 151'de Kabardeylerden Goşenay İdar ile evlenmesinin ardından Çerkes-Rus ilişkileri oldukça barışçıl seyretmiştir. Romanov ailesinin hanedan olmasının ardından adım adım gerildiği halde bu ilişkiler 1800'lere dek nispeten sakinliğini korumuştur. Kafkas halklarının çeşitli biçimlerdeki ulusal özgürlük hareketlerine girişmeleriyle imparatorluğun saldırganlığı eşzamanlıdır. Dolayısıyla burada düşmanlık, Ruslarla diğerleri arasındaki varoluş farkından değil siyasal mücadele eksenlerinden doğduğu için, halklar arasında değildir. Ancak kendi siyasal hedefleri doğrultusunda çeşitli aktörlerin meseleyi halkların düşmanlığı biçiminde yansıtmaları politik rant devşirme hedefinden kaynaklanır.

Osmanlı, kırıma uğramış Kafkas halkını imparatorluk sınırları içine almayı kabul eder. Kuşku yok ki, bu kabulün ardında yatan, bozgunlar yaşayan yarı-sömürgeleşme yolundaki Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybına karşı savaşçı gereksinimidir. Bilindiği gibi, ulusal uyanış ve kurtuluş mücadelelerinin Osmanlı'da da uç verdiği bir dönemdir on dokuzuncu yüzyıl. Kafkasya'dan gelenlerin bir kısmı Rum ve Ermeni köylerine yerleştirilirken, diğerleri imparatorluğa karşı başkaldırıların bulunduğu Arap coğrafyasıyla Balkan hattına dağıtılır. Kafkasyalıları kabul karşılığında o toplulukta minnet hissi yaratma ve onları gönüllü imparatorluk muhafızı olarak kullanma hedefi oldukça açıktır. Nitekim sonraki yıllarda, hatta Türk kurtuluş savaşı döneminde Çerkes Ethem'le ölümüne bir ihtilafa düşülünceye dek, bu siyaset devam ettirilirken, Kafkas kökenliler orduda ve istihbaratta aktif/yaygın olarak istihdam edilir.

Tam da bunu amaçlayan reel siyaset nedeniyle, Çeçenler de dahil edilerek Çerkesler olarak kodlanan Kafkasya kökenlilerin Türk olduğu söylemi hala dolaşımda tutulur. Bu arada 21 Mayıs 1864'teki tehcir unutturulur. Bunun bazı nedenleri var. Türklük adı verilen taşıyıcı kolonlardan birinin Balkanlar, diğerinin Kafkaslar’dan göçle Anadolu'ya gelenler üzerinden inşa edilmesi anlayışının bu türden “zararlı bilgilerle” yıkılması olasılığını bertaraf etmek sebeplerden biridir. Rusların yaptıklarının burada da İttihat Terakki eliyle Ermenilere karşı uygulanan soykırıma, hatta onlardan altı ay evvel Rumlara dönük yaygın saldırı sonucu 400 bin Rumun tehcirine, cumhuriyet döneminde bu defa Kürtlere karşı geliştirilen asimilasyon, inkar ve tenkile atıf yapma ve dolayısıyla zülfü yare dokunma ihtimaline karşı tedbir almak diğer nedendir. Böylesi bir hesaplaşma denemesinden bütünüyle zararlı çıkacak olan sömürgeci faşist rejimdir. Zira o tarihteki soykırım ve tenkil siyasetiyle ödeşmek ve yaptıklarıyla hesaplaşmak yerine durmaksızın inkara sığınmaktadır.

Bu yanıyla ele alındığında, sürgün, soykırım ve katliam tarihiyle hesaplaşma amaçlı özgürlük mücadelesinin tavizsiz sürdürülmesi çok daha önemlidir. Bununla birlikte, bu meselenin çözümünün giderek bir politik özgürlük devrimiyle mümkün olacağı görülüyor. Çünkü kuruluşundan bir süre sonraki bütünsel siyasal konumlanış sonucu reaksiyonerlikle karakterize olan rejimin bu kadarlık bir esnemeye dahi tahammülü olmadığı ortadadır. Sovyet devrimi çarlığın bütün zalimlikleriyle hesaplaşmış, Almanya ve Japonya geçmişlerindeki faşizm ve soykırımcılığın neden olduğu tahribatlarla yüzleşerek yeni bir toplumsal paydayla yollarına devam etmişlerken, bizde durum tam tersidir. Hala şanlı tarih böbürlenmeleri eşliğinde sahte/resmi bir tarih imalatı sürmekte, dahası sonuç vermeyeceği açık olan bölgesel emperyalist hayaller kurulmaktadır. Böylesi amaçlar için geçmişin, gülünç olup olmamasına, gerçeklere değip değmemesine bakılmadan, egemen kurgu doğrultusunda yeniden üretilmesi kaçınılmazdır.

Büyük Çerkes Sürgünü olarak adlandırılan 21 Mayıs 1864 tehcirinden önce de Kafkaslar’dan Osmanlı'ya sürgünler olmuştur. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı aleyhine bitince yapılan Küçük Kaynarca Anlaşması’yla Osmanlı'nın kaybettiği Kırım'dan Kırım Tatarları ve Nogaylar, ardından Kuban nehri civarından Adıgeler, Çeçenler, Kabardeyler ve Abhazlar, bir kısmı Anadolu'ya, diğerleri Suriye, Ürdün ve İsrail topraklarına genellikle çatışmasız biçimde yerleştirildiler. Küçük Kaynarca'nın önemi, Osmanlı'nın Kuzey Kafkasya kontrolünü de kaybetme ihtimalidir. 1829'daki Edirne Anlaşması ile Anadolu'ya göçler artarken, Sultan 2. Mahmut'un Rus yardımını kabul ettiği 1832 tarihli Hünkar İskelesi Anlaşması, Rusya'nın nüfuzunu artıran ve çarlığın mezalimi karşısında Osmanlı'nın elini bağlayan bir anlaşmaydı. Rahatlıkla söylenebilir; Osmanlı İmparatorluğu Kafkas halklarıyla kendi dar çıkarları ekseninde ilgilenmiş ve zulmü büyük oranda görmezden gelmiştir. En basitinden, çarlığın Kafkasya harekatında her yıl on binlerce asker kaybetmesini ve böylelikle Balkanlar'da güçsüz düşmesini isteyen Osmanlı, Kafkas sorununun kesin çözüme bağlanması için çabalamaz.

Tam burada devreye giren İngiliz sömürgecileri, ticaret yollarını ellerinde tutabilmek için Kafkasya'da Rus karşıtı isyanları, elbette Nakşibendilik ekolüne bağlı olanlarla da ilişkilenerek, kışkırtırlar. Rus karşıtı gayenin muzaffer olması için sahadaki güçlerin ideolojik-kültürel şekillenişine aldırmayan İngiliz emperyalizminin bir amacı da, Akdeniz'e inme hesabı olan Rus çarını böylelikle meşgul ederek, Hindistan'a dek uzanan siyasetini rahatça hayata geçirmektir. 1780'lerde Mansur'la alevlenen, Gazi Muhammed, Hamzat, Hacı Murat ve Şamil'le süren Çeçenistan-Dağıstan yoğunluklu ve İslam motivasyonlu direnişleri Osmanlı İmparatorluğu da aktif olarak desteklemiştir.

Kafkas halkları bakımından sonrasında bir muhasebe konusu olan bu kışkırtma, isyancılara her tür destek vaadiyle yaklaşma ve yenildiklerinde katledilmelerine sessiz kalma biçiminde özetlenebilir. Kendi özgüçlerine güvenerek savaşan Kafkas boyları, bazen böylesi vaatlerle, ulusal özgürleşme süreçleri anlamını da taşıyan isyanlara erkenden kalkışır, iç birlik oluşturmaya gereken önemi vermez ve neredeyse her defasında ağır yenilgiler alır. Bazı yerel direniş grupları, kimi zaman dini/mezhebi özgünlükleri öne çıkararak direnişi muhkem hale getirmeye çabalarken, kendi özgünlüklerini bütün kabilelere dayatarak ortak direniş dinamiğini parçalar. İngilizlerin sonraki yıllarda da Ortadoğu ve Kafkasya sahasında kendi çıkarları doğrultusunda sahne aldıkları bilinir. Arap kavminin yirmi iki devlete bölünmesinden tutalım, Kürtlerin bir ulus devletlerinin olmasının engellenmesine varan tavırları bugün de esaslı olarak değişime uğramış değildir. Bir BP petrol tekelinin çıkarı veya alınacak bir savunma sanayii ihalesi hala yüzbinlerin ölümünden önemli bulunmaktadır.

Kafkasya'dan gelenler, ağırlığını Çerkeslerin oluşturduğu ve sayısı bir milyona varan heterojen bir kitle olmuştur. Bugün de Kafkas sürgünü denildiğinde akla Çerkesler gelir. Türkiye'de Çerkes kimliğinin tarifindeki kapsam tartışmalı ve esnektir. Bütün karmaşıklığına karşın Çerkes/Adıge topluluklarını bizzat kendilerince ifade edildiği gibi açıklayabiliriz: “Her Adıge Çerkestir, her Çerkes Adıge değildir.” Dışarıdan bakıldığında Çerkesler olarak ifade edilen bu nüfus, aslında kendi orijinalitelerine sahip heterojen bir gruptur ve yerleşik oldukları Kafkasya'da kendilerini mensup oldukları kabile ve klan isimleriyle adlandırmayı yeğlemişlerdir.

Çerkeslerin genel olarak Meotlar olarak bilinen kabilelerden geldikleri kabul edilir ve sonraki dönemde MÖ sekizinci yüzyılda Kimmer imparatorluğuna ve MÖ beşinci asırda Bosfor krallığına komşuluk ettikleri bilinir. Çerkes sözcüğünün etimolojik kökenine ilişkin, kimileri tartışmalı olan çeşitli görüşler var. Bilindiği gibi topluluk ve kavim isimleri, genellikle kendilerince değil, onlarla ilişkilenen başka topluluklarca verilir. Örneğin “Kürt” kelimesinin Sümerlerin “Kurti” ifadesinden doğması gibi. Tatar dilinde toprak işleyen anlamına gelen “Jarkas”ın zamanla “Çerkes”e dönüştüğü mevcut görüşlerden biridir. Ne var ki, bütünüyle dağlık bir alan olan Kafkaslar’da tarımdan ziyade hayvancılıkla yaşamlarını sürdürmüş olmaları gerçeği, diğer birçok tanım gibi bunu da tartışmalı kılar. Araplar “Kerkes”, Cenevizliler “Kirkasi” derken, Adıgelerin Nart destanlarında “Çınt-Çıt” biçiminde geçer.

Genel bir eğilim olarak, etnologlar Kafkas halklarını “Türk asıllılar”, “Hint-Avrupa kökenliler” ve “Kafkasya yerlileri” biçiminde tasnif etmişlerdir. Ne var ki, bütün tasnif ve genellemeler gibi bunun da sadece bir periyodizasyon sağladığını, sahanın çok daha zengin olduğunu unutmamak gerekir. Alana ilgi duyan birçok antropoloğun çalışmalarını buna ekleyebiliriz, ancak antropoloji disiplininin asıl olarak sömürgeci tahakküm amaçları doğrultusunda ve Avrupa merkezli bir bakışla imal edildiği kaydını da düşmeliyiz. Labirenti andıran antropoloji sahasında yol bulmak ve kör noktaları ışıklandırmak, başka kimi alanlardaki gibi sağlam/esaslı bir devrimci marksist yönteme sahip olmakla mümkündür.

Evvel eski zamanlarda bütün Kafkasyalılara “Tatar”, bütün Dağıstanlılara “Lezgi” denilirdi. 14. yüzyıldan sonra Kuzey Kafkasya Çerkezistan diye bilindiği için, homojenleştirici bir isim olarak oradan gelenlere Çerkesler denildi. Türkiye'ye Kuzey Kafkasya'dan gelen Çerkesler dışında, Abhazlar, Osetler, Çeçenler, Dağıstanlılar (Avar, Lezgi, Kumuk dahil en az otuz etnik grup), Karaçay Balkarları ve Kürtler yaşıyor. Kürtler ve Türk kökenli topluluklar Çerkes tarifinin dışındadırlar. Yanı sıra Abhazların önemli bir kısmı kendilerini Çerkes olarak tanımlamazken, önceleri Çerkes kimliğine itiraz etmeyen Çeçenler, Dağıstanlılar, Karaçay ve Kumuklar kendilerini Çerkes olarak tarif etmezken, örneğin Çeçenler kendilerinden “Nohçi” diye bahsediyorlar. Adıgelerce “Kuşha” olarak adlandırılan Osetler ve Orta Anadolu'daki bazı Abhazlar kendilerini Çerkes sayarken (Abhazlar kendilerine “Apsuva” der, ama bir de Kuzey Kafkasya'dan gelenler vardır ki, onlar da “Aşharuva” ve “Tapanta/Bashağ” diye ikiye ayrılır. Genel plandaysa Abhazyalı olanlara “Abhaz”, Kuzey Kafkasyalılara “Abazin” denilmektedir.), Anadolu'ya yedi-sekiz bin kişilik bir kafileyle gelen ve İron ile Diron biçimindeki iki kola ayrılan Osetler de başka kimlik tanımına evrilmektedir.

Konuşulan dilleri esas alan bir tasnif de şöyledir: ABHAZ-ADIGE GRUBU: a) Abzah, Hatukay, Kemirguvey, Adamey, Bjedug, Mahuş, Şhapsıg, Natukhaç ve Jane. b) Kabardey ve Besleneyler. c) Ubıhlar. d) Abhazlar-Abazalar. NAKHO-DAĞISTAN GRUBU: Vaynahlar, Çeçenler, İnguşlar, Kistler, Avarlar (Andi-Dido), Lezgiler, Laklar, Darginler. HİNT-AVRUPA GRUBU: Osetler, Kürtler (Osetçe ve Kürtçe birbirine yakın iki dildir), Tatarlar (Padarlar). TURANİLER: Karaçay-Balkarlar (Hazar, Bulgar, Kıpçak), Kumuklar, Nogaylar. SLAVLAR: Don Kozakları (sıklıkla karıştırılır ancak Kozakların Kazaklarla herhangi bir bağı yoktur), Ruslar, Ukraynalılar.

Bir diğer tarif de şöyle: Çerkes/Adıge (bazı yerlerde “Adığe” veya “Adighe”) kimlik dairesinde yer alan boylar şunlar: Bjedug, Şapsığ, Abzah, Besleney, Hatukay, Kabardey ve Çemguy. Daha alt grupları da vardır: Mamheg, Jane, Mahuş gibi. Sayıları giderek azalan Ubıhları da Adıge boyu olarak tanımlamak mümkündür. İkinci grubu Azeri-Kumuk-Karapapak-Kundur-Karaçay-Balkar-Kalmuk-Nogaylardan oluşan Türk kökenliler meydana getirir. Üçüncü grubu da Hint-Avrupa kavimleri meydana getirir: Osetler, Ermeniler, Kürtler, Farslar, Tatlar, Talışlar, Svanlar, Ruslar, Alanlar.

İpekyolu boyunca dizilen kabilelere ev sahipliği yapan dağınık bir coğrafyaya yayılmış Çeçen ve Dağıstanlılar ile Çerkeslerin kültürleri de farklıdır. Sözgelimi Çerkesler 18. yüzyıla dek büyük oranda panteist inanca sahipken, Çeçenler ve Dağıstanlılar görece katı ritüellere yatkın olan İslam’ın Eşari ekolünü izleyen Şafii mezhebindendir. Ve Nakşibendilik o coğrafyada etkindir. Bu tür farklılıklar sıradan ayrıntılar değildir. Zira Çerkeslerde geleneğin gücü dini inanıştan öndedir ve örneğin İslamla kurdukları ilişki Arabi İslamı kopyalama değil, onu kendi görgüleri ve gelenekleriyle uyumlu kılma temelindedir.

Gelenek ve din çatışmasında Çerkesler, ikincisini ilkinin yararına revize ederler. Ataerkil kodlar taşımalarına karşın eş seçimi ritüeli olarak karşılıklı özgür rızaya dayanan “kaşenlik”i yaşatan Çerkeslerin, geleneksel topluluklara nazaran görece demokratik bir tutumları olduğunu kaydetmek gerekir. Yakın akraba evliliklerini reddetmek gibi, kadim dış evlilik eğilimleri de kendi gelenekleriyle uyumlu yaşama alışkanlıklarından kaynaklanır. Çerkesler tarihlerini örselemeden dinlerle ilişkilenen bir topluluk olmaları nedeniyle dinsel mutaassıplıktan uzaktırlar. “Khabze” denilen gelenek ve ritüelleri unutmamak neredeyse bir yemin niteliğindedir ve gerek işgale gerekse asimilasyona kendi aralarında ürettikleri bu tür yaklaşımlarla direnmişlerdir.

Çeçen bölgesinde bir tür müridizm ideolojisiyle isyana kalkan Nakşilik kültürüne bağlı Şamil önemli bir politikacı, örgütçü ve askeri lider olarak Rus egemenliğini sarsan başarılar elde etmiştir. Onun mücadelesi, tarikatların uzun yüzyıllar boyunca birer parti işlevi görerek kurtuluş fikrini yaydıkları gerçeğinin ifadelerinden biridir. Kafkas direnişinin kimi yerlerde gelenek ve kültüre, kimi yerlerde dine yaslanması olağandır. Şamil'in asıl hatası kendi inanç ve değerlerini yegane sayması, başka direniş dinamikleri olabileceğini hesap etmemesidir. Oysa kendisi için merkezi önemde olan İslam aidiyeti, dine katı mensubiyeti reddeden Adıgeler için sıradan bir detaydır. Bu darlık Şamil'in gerek Hacı Murat gerek diğer direniş önderleriyle ilişkisinde çeşitli biçimlerde kendini gösterir.

Nitekim Çerkesler, bu orijinaliteye dikkat etmeyen Şamil'in İslamı direniş odağı saymasına sempati duymadıkları gibi, görüşmeye gönderdiği iki görevliyi öldürmekten de sakınmamıştır. Şamil'in taraftarlarına ve halka dayattığı katı disiplin, oldukça sınırlı bir alan dışında Kafkasya'da taraftar toplayamamıştır. İslam uğruna değil vatan uğruna dövüştüklerini açıkça ortaya koyan Çerkesler, dağınıklıkları ölçüsünde çabuk bastırılan direnişleri birleştirici olması nedeniyle İslamı bir bayrak/şemsiye olarak görmüşlerdir. Şamil'in teslim olduğu (veya direnişin merkezi heyetinin teslim olması yönünde karar vermesinin ardından teslim olduğu; bu ihtilaflı bir konudur) 1859 tarihinden sonraki beş-altı yıl boyunca da Çerkes ve Abhazlar ölümüne bir savaşı sürdürmüş, bu arada kimi Çerkes liderler bir araya gelerek Avrupa devletlerini uyaran bir mektup yazmalarına karşın yanıt alamamış ve 21 Mayıs 1864'te Kabaada yaylasındaki son çarpışmaya dek direnmişlerdir. Bu zaman zarfında, kimi teslim olmalar ve bazı beylerin erkenden Kafkasya'dan ayrılmasıyla, direnişi büyük oranda yoksul Kafkas halkı sürdürmüş ve bu da gerçek manada ölüme meydan okuyan bir onur cengi halini almıştır.

Din Adıgelerde kavmin, boyların ve geleneksel ritüellerin daha önünde değildir. Coğrafyanın da etkisiyle Kafkas halkları uzun zaman pagan inancına sahip olmuşlardır. Hristiyanlık altıncı yüzyılda bu bölgeye girince, esnek bir biçimde, dağlıların hayatlarına göre revize edilerek uygulanmıştır. Hem konargöçer topluluklarda hem dağ kabile ve aşiretlerinde, dinlerin kendi günlük hayatlarına, mesela animist ve büyü orijinli gündelik ritüellere adapte edilerek, epey esnek ve haliyle yer yer pragmatist biçimleriyle kabulü tipik bir davranış çizgisidir. Suya, ormana, yıldırıma kutsallık atfeden bir topluluğun insanlarının yağmur duasına çıktıklarında sihirli olduğuna inandıkları sözleri söylemeleri, sihirle kötülükleri önlemeye çalışmaları gayet anlaşılırdır. Abhaz dininin pagan, Hristiyan ve İslam motiflerini bir arada taşıması şaşırtıcı değildir. Örneğin, Arabi İslam etkisinden uzun bir süre uzak kalan Çerkeslerin İslamı kabulleri on yedinci yüzyıl dolaylarındadır. Bununla birlikte, genel örgütsüzlük şartlarında ve Vahabi ideolojisiyle, Sovyet ve sol düşmanlığının ısrarla işlendiği Kafkas bölgesinden de savaşçı devşirilebilmektedir.

Kolayca akılda tutulamayacak kadar karmaşıklık ve özel ilgilileri dışında kimselerin detaylarına vakıf olamayacağı bu çeşitlilik, olağan şartlarda birer zenginlik kaynağıdır. Ne var ki, tekçileştirilen Kafkas halklarının ortak toplumsal-siyasal-kültürel refleksler geliştirmeleri bilinçli bölme siyasetleriyle engellenmiştir. Türkiye'deki tam sayılarının ne olduğu dahi saklanmaktadır, ki bu rakamlar üç ile altı milyon arasında değişmektedir. Ermeni soykırımının görünür kılınması ve toplumsal planda onunla yüzleşme çabasında Türkiyeli sosyalistlerin azımsanmayacak payı vardır. Tehcirle başlayan, asıl olarak varoluşlarına yöneldiği için bir soykırım olarak kabul edilebilecek olan, daha tam ifadesiyle Çerkes toplulukların öyle adlandırdığı 21 Mayıs 1864 tehcirinin yıldönümlerini görünür kılmak, bu acıyı ve direnişi bütün ezilenlere mal etmek için de sosyalistlerin üzerine önemli sorumluluklar düşüyor.

Halihazırda her 21 Mayıs'ta Çerkes toplulukları, gemilerle kıyıya yanaştıkları Karadeniz sahillerinde anma düzenlemeyi sürdürüyor. Ancak bunlar kesimsel ve dar katılımlı çabalar ve yıldan yıla sürgün bilinci zayıflıyor. Bunda, tehcire/tenkile tabi tutulan başka bazı halklarda olduğu gibi, Kafkas kökenliler arasında tehcirle hesaplaşmak yerine unutmayı seçme eğiliminin ağır basmasının payı vardır. Oysa, gerek kişisel gerek toplumsal travmalarla yüzleşmek yerine tipik bir kaçınma tavrıyla onları yok saymak, sorunu çözmediği gibi travmanın örtük biçimlerde sürmesini koşullar. Yanı sıra, kendilerini bir sığıntı ve Osmanlı'yı inayet sahibi iyiliksever devlet olarak kodlamanın getirdiği bir duyguyla siyasal gericiliği birleştiren kimi kesimlerin devlete sadakat adı altında iktidarlarla geliştirdiği ilişkiler de Çerkes ulusal sorununun nesnel olarak ele alınmasını önlemektedir.

Böylesi faktörler emekçi solun konuya ilgisini soğuruyor. Bu da başka bir kaçınma tavrıdır ve sorunludur. Muhataplarının politik konumlanışından bağımsız olarak, konuyla hem ilkesel hem de politik özgürlük mücadelesi düzeyinde ilgilenmek, etkileşim yolları aramak asıl olandır. Kimi kesimlerin egemenlerin ideolojik hegemonyası altında olduğu Kafkas ulusal topluluklarının devrimci-demokratik dönüşümü, onlarla doğrudan iletişim kanalları açıldığında gayet mümkün. Unutmamak gerekir ki, gadre uğrayan, büyük zulümler gören her kesim benzer refleksler göstermiştir.

Bütün sosyalistlerin konuya dair öncelikle görevi, devrimci-demokratik bir sorumluluk olması hasebiyle, demokratik Kafkas/Çerkes dernekleri ve kitle örgütleriyle birlikte davranarak, düşüncelerimizi paylaşacağımız paneller düzenlemekten yazılı materyal oluşturmaya dek bu kapsamda neler yapabileceğimizi öğrenerek harekete geçmektir.

Bu arada etnisite temelli sorunlara, konu özelinde Kafkas halklarına, ağırlıklı olarak oryantalist bir akıl ve “tarihin sonu” söylemi çerçevesinde ve otantik bir nesneye yaklaşılır gibi yaklaşıldığını da gözlemliyoruz. Dolaşımda tutulan ve bunu tetikleyen “tarihin sonu” türündeki ifadelerin ikili bir yanı bulunmaktadır. Amerikalı sosyolog Daniel Bell'in 1965'te dolaşıma soktuğu “postendüstriyel toplum” söyleminden postmodernizmin teorisyeni Lyotard'a, oradan F. Fukuyama'ya dek geniş bir “soncular” ekibi sınıf mücadelelerinin, belli bir ütopyayı öngören toplumsal kurtuluş hedeflerinin sona erdiğini söylerken, bundan böyle kültürel ve etnik konuların öne çıkacağını yazmışlardır. Bunun üzerine, alerji doğuran “tarihin sonu” tezlerine karşı konvansiyonel sol/sosyalist tepkinin merkezi vurgusu, somut birer olgu olan kültürel-etnik mücadeleleri görmezden gelmeye ve “tarihin sonu”nun gelmediğini anlatmaya yönelmiştir. Oysa bu da esasen bir defans tutumudur, emperyalist ideolojik hegemonyayı ve yenilgiyi zımnen kabul anlamı taşımıştır. Bu dar perspektifin kendisini marksizme, sınıf mücadelesi tezine dayandırma girişimleri eksik olmamıştır. Geçmişte aynı darlığın kadın ve ekoloji gibi başlıklar altında verilen mücadelelere de dışlayıcılık biçiminde yansıdığını hatırlayacak olursak, alerjinin bir tür kabuğuna çekilme anlamı taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Elbette tarihin sonu gelmedi. Ancak bu eksik bir ifadedir. Çünkü kültürel, inançsal, kesimsel, etnik ve yaşam tarzı eksenli/görünümlü mücadeleler de sınıf mücadelesinin zengin birer örneğidir. Zaman zaman bazı akımlar bunu söylediler. Ne var ki, bunu o mücadelelerin özgünlüklerini yok sayarak, tümünü kuru bir sınıfçılığa indirgemek pahasına yaptılar. Tam da bu nedenle, söz konusu mücadelelerle anlamlı, kalıcı ilişkiler kuramadılar. Geleneksel reflekslerle davrananlar önemli bir nüansı kaçırıyordu. Bu mücadeleler elbette en genel manada sınıf mücadelesine bağlıydı, ancak ondan da ibaret değildi ve dar anlamda başarılı olmaları sınıf mücadelesini ileri fırlatmaya yetmeyebilirdi. Çözülmeleri için yeter şartın bir sosyalist toplum olduğu biçimindeki düz bakış açısı da yanlıştı. Sosyalistlerin devrimcilik kadar bir de “demokratik” yanlarının ilkesel olarak sınandığı bu gibi mücadelelerin içinde olmayı, bunları açık sol/sosyalist talepler taşımalarına bakmaksızın prensip olarak desteklemeleri gerektiği atlandığında, pratikte kendini eylemsiz bırakmaktan öte anlamı olmayan bu türden sinik sekterliklerin uç vermesi kaçınılmazdır.

Sekterlikle malul bakış açısındaki odak kayması, emekçi solun birçok bileşenini uzun yıllar boyunca çevre hareketlerine, feminist akımlara ve vegan/vejetaryenlerin mücadelelerine -tıpkı halklar, inançlar, yaşam tarzları eksenli özgürlük arayışlarında olduğu gibi- uzak tuttu. Bunun Kürt özgürlük mücadelesi ile ilişkilere nasıl yansıdığıysa görece iyi biliniyor. Devrimci-demokratik kapsayıcılık imkanları nesnel olarak hızla artarken, geleneksel akımların gittikçe daralmalarında, karşıdevrim cephesinin saldırılarının yanı sıra, bu tür yanlış konumlanışların da payı az değildir.

Gerek belli bir dönemden itibaren halklar hapishanesine dönen Osmanlı İmparatorluğu ve gerekse onun bazı açılardan katı/keskin reddi üzerine inşa edildiği halde politik özgürlüğü zapturapt altına alan cumhuriyet dönemi boyunca, bir avuç yönetici elit ile varlığını onlara bağlayan dar bir zümre haricinde kimse için özgürlük olmamıştır. Susanlar veya devlet ideolojisini terennüm edenler haricindeki herkes, en iyi ihtimalle tariz, genellikle taciz ve tekfir edilmiştir. Devrimimizin politik özgürlük sorununu öncelikli konu olarak derhal çözmesi bu nedenle kaçınılmazdır. Halklar, inançlar ve yaşam tarzları eksenli özgürlük mücadeleleri, hem özgün birer alan hem de sınıf mücadelesinin ve giderek devlet-halk çelişkisinin birer görünümü olarak daha fazla öne çıkarken, menzili çeşitli devletlere yayılacak bir bölge devrimine uzayan devrimimizin toplumsal ve siyasal görevleri de düne kıyasla daha fazla iç içedir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi