Musul Sadece Musul Değildir

IŞİD, 10 Haziran taarruzunda kendisinin de beklemediği kolaylıkla, Musul’u ele geçirdi. Irak-Maliki ordusunun Musul birlikleri savaşmadı, Sünni bölümü bilinçli olarak dağıldı, Şii bölümü kaçtı. IŞİD, sonraki süreçte Musul’un en büyük kentini oluşturduğu Ninova (Neynova) bölgesinin kent ve kasabalarını ele geçirdi.

Bağdat’a yürüyeceği varsayılır ve örgüt tarafından ilan edilirken, tersi oldu. IŞİD, Musul’un doğusu ve güneyindeki kent ve kasabaların bir bölümünü ele geçirirken, zamandaş olarak Rojava’ya yeni ve Irak Ordusu’ndan ele geçirdiği ağır silahlarla saldırılara yöneldi. Şengal’de soykırımcı katliama girişirken, Mahmur kampına da saldırdı, Federe Kürdistan’ın başkenti Hewler’i tehdit altına aldı.

Deyr El Zor’da Nusra Cephesi’yle, Halep’in kuzeydoğusunda İslam Cephesi, diğer bazı islamcı gruplar ve ÖSO (Özgür Suriye Ordusu -emperyalistlerin işbirlikçisi Ulusal Koalisyon’un askeri gücü) kuvvetleriyle çatıştı. Musul’u merkez alarak Rakka, Deyr El Zor, kuzey Suriye’de sınır kapısı kenti olan Cerablus’u kapsayan uzunluktaki alanda İslam Devleti’ni ve halifeliği ilan ederek İslam Devleti (İD) adını aldı. Irak’ta yalnızca korku yaratmakla kalmadı, güçler ilişkisinde önemli değişikliklere yol açtı.

Ortadoğu Burjuva Gerici “Sünni Eksen”in Vurucu Gücü

IŞİD-İD, Musul’u fetheden Irak’ta-ki ilerleyişini yalnız başına gerçekleştirmedi. Doğrudan kendisine biat eden islamcı örgütlerin yanı sıra, Sünni aşiret milisleri ve eski Baasçıların devamı örgütlerin desteğini aldı. Bunlarla sıkı ittifak içinde, ittifakın vurucu ve savaşın yönetici gücü oldu. Musul’un fethinden 1 gün sonra Sünni aşiret ve partilerin Irak hükümetindeki eski temsilcisi ve eski cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi’nin “Musul’un düşüşünü kutluyorum. Bu ezilenlerin devrimidir”(1) demecini vermesi bu gerçeği başka biçimde ifade ediyordu. Hatta bu durum, Haşimi’yi himaye eden AKP iktidarının Musul fethine yol açan ittifakı kotaranlar içinde olduğuna da kanıttı.

“Sünni Eksen”, bölge gerici devletlerinin Suudi Arabistan, Türkiye, Katar, Ürdün ve Körfez Emirlikleri işbirliğine dayanan ve Irak ile Suriye’de faaliyetlerini yoğunlaştıran cephedir.

Bu cephenin her bir aktörü biraz değişik amaçlarla fakat benzer ya da yakın ideolojik söylemde birleşerek hareket ediyor. Ortadoğu’nun Sünni mezheplerden halklarını kendi gerici ve işbirlikçi amaçları için toplumsal taban yapmaya çalışıyor.

Örneğin, Suudi otokrasisi, İran mollalarının bölgede ve özellikle Irak’ta nüfuz kazanmasına karşı çıkar dalaşında bunu kullanıyor, Şiilerin iktidarını yıkmak istiyor. Benzeri amaçları Katar otokrasisi de güdüyor. AKP iktidarı, Neo Osmanlıcı bölgesel nüfuz kazanma amacının aracı olarak Sünni mezhepçiliği yükseltiyor. Bu gerici güçler, Suriye’de Esad’ı düşürmede muhalif silahlı güçleri yönetmede, Irak’ta Maliki’yi düşürmede birleşirlerken, Mısır’da farklı politika izleyebiliyorlar. Suudiler cuntayı desteklerken, AKP Müslüman Kardeşleri destekliyor.

“Sünni Eksen”, işe Suriye gerici iç savaşını örgütlemekle başladı. El Nusra, İslami Cephe ve ÖSO içinde yer alan güçler içinde olmak üzere, onlarca İslami ve diğer silahlı örgütün, silah ve militan akışını, finansmanını, eğitimini, lojistiğini sağladı ve örgütledi. Bu devletlerin tv kanalları ve hükümet yöneticileri gerici savaşın ajitasyonunu üstlendiler. ABD ve Avrupa emperyalistleri tarafından aktif destek gördüler. Libyavari bir savaşı öngörüp uluslararası güç dengesinin buna izin vermemesi koşullarında başvurdukları yıpratıcı savaş Esad-Baas iktidarını düşürme stratejisiydi. Hatta yıpratıcı savaştaki AKP-ABD işbirliğini, Türkiye ziyaretinde ABD Genelkurmay Başkanı ‘Suriye konusunda Türkiye ile çok güzel şeyler yapıyoruz’ sözleriyle basına da söylemişti.

Yıpratıcı savaşta, Nusra ve IŞİD’in vurucu kabiliyetini kullanan “Sünni Eksen” ve emperyalistler, asıl işbirlikçileri olan ÖSO’nun (içinde sonradan İslami Cephe’yi oluşturacak İslami örgütler de yer alıyordu) hegemonyayı elinde tutacaklarını varsayıyorlardı. Erken savaş/kolay zafer bakış açısına sahip oldukları için kısa sürede IŞİD ve Nusra gibi El Kaide yanlısı örgütlerin muhalif savaş cephesinin egemen güçleri haline gelemeyeceklerini düşünüyorlardı. Bu nedenle, militan ve silah akışının nereye yöneleceğine bakmadan -veya savaşçı El Kaide örgütlerine akışını bilerek- savaş için her türden yardımı yoğunlaştırdılar.

Bunu yaparlarken, ABD, Irak’ta savaştığı El Kaide’yi Suriye’de savaştırma ikiyüzlülüğünden rahatsızlık duymuyordu. Ya da Suudi otokrasisi, Arabistan’da kendisine karşı savaşan El Kaide’yi Suriye’de savaştırmayı çıkarlarına uygun görüyordu. Katar Emiri, ABD’nin Ortadoğu savaş ordusunun merkezi üssüne yataklık yaptığı halde, ABD’yle savaş içinde olan El Kaide yanlısı örgütleri desteklemekte sorun görmüyordu. AKP iktidarının başı Erdoğan, meydanlarda “Suriye bizim iç sorunumuzdur” nutuklarını atarak, Libyavari savaş açabilmek için provokatif oyunlar bile düzenlemekten geri durmadı. El Kaide yanlısı örgütlere ev sahipliği, askeri eğitim, militan geçiş, ÖSO’ya merkezi üslenme imkanı, askeri eğitim olanakları sundu.

Uzayan İç Savaşta İdeoloji Şart

Suriye gerici iç savaşında El Kaide yanlısı Nusra Cephesi ve IŞİD başlangıçta güçlü değillerdi. Ancak savaş uzadıkça, ideolojik yapısı zayıf olan ve Esad sonrası Suriye’de kariyer ve sömürü ikbali için bir araya gelen emperyalist batı yanlısı pragmatist ÖSO geriledi. Suudilere yakın İslami örgütler bile geriledi, Nusra Cephesi ve IŞİD hızla gelişmeye başladı.

Suudi Prensi ve istihbarat şefi El Bender, çok sayıda İslami savaşçı örgütü yeniden İslami Cephe içinde bir araya getirerek, Suudi otokrasisinin büyük mali/silah desteğinde İslami Cephe’yi kurdu ve muhalif savaş cephesinde hegemonyayı bu yolla sağlamaya çalıştı. Bu çaba başlangıçta İslami Cephe’de çok sayıda İslami savaş örgütünün toplanmasına yol açtı ise de sonrasında İslami Cephe’nin gelişmesine yetmedi. Yeniden Nusra Cephesi ve IŞİD geliştiler.

Uzayan iç savaşta yalnızca “bütünlüklü” ideolojisi olanlar, bunlara dayanan örgütler savaşı sürdürebilirler. Oysa ÖSO’da, adanmış savaşçılık yapılacak amaç ve ideoloji yoktu. Suudi’lerin yeniden kotarmaya çalıştığı İslami Cephe de “Batı’nın suçlarına batmış” Suudi gölgesi nedeniyle daha az çekiciydi. İslami savaş örgütleri, gerek bu nedenle, ama aynı zamanda Suriye rejim güçleri karşısında yenilgilerin başlattığı umutsuzluk nedeniyle de, ÖSO’dan İslami Cephe’ye, sonra Nusra Cephesi ve IŞİD’e geçtiler. Müslüman halklardan katılan İslami militanların büyük çoğunluğu da bu iki örgütte toplandı. El Kaide içi anlaşmazlıkta ve kim kime “biat” edecek çatışmasında, El Kaide liderliğine “biat”ı reddeden IŞİD, Nusra Cephesi’den ayrılmakla kalmadı, Nusra ve diğerlerinin ellerinde tuttukları alanları kanlı çatışmalarla ele geçirmeye çalıştı, ele geçirdi.

Suriye gerici iç savaşında, devreye Lübnan Hizbullahı’nın güçleri ile İran Devrim Muhafızları’nın girmesi, muhalif savaşçıların ilerlemesini önce durdurdu, sonra geriletti. Özellikle Hizbullah güçleri, Lübnan sınırındaki dağlık bölgeler ile Şam’ın güneyini, Güneybatı Suriye’yi muhalif savaşçılardan başarılı savaşlar sonucunda temizledi. Rejim güçleri, Şam’ın kuzeyinde başarılar kazanarak Halep’i kuşatmaya aldı.

Bu koşullarda, IŞİD dahil muhalefet savaşçılarının Suriye’ye giriş çıkış alanlarından biri olan Türkiye sınırına yakın yerlerde üslenmek ve alan tutmak askeri bakımdan, buralarda bölgesel iktidar (İslam Devleti, Emirliği) ilan etmek moral bakımdan belirleyici önem kazanmaya başladı.

IŞİD bu iki amaçla Rojava’ya yöneldi. Türkiye de bu konuda IŞİD’e kolaylık sağladı, teşvik etti. Çünkü, Türkiye, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ağzından, PYD ve YPG’nin (Yekitiya Parastina Gel-Halk Savunma Birliği) öncülüğünde demokratik halkçı bir iktidarın kurulmasını daha başlangıçta savaş nedeni ilan etmişti. Türkiye açık işgalle yapamayınca savaşı örtülü olarak, “vekalet savaşı” biçiminde yürüttü. ÖSO ve Nusra Cephesi güçlerini saldırttı. Sonra da IŞİD saldırısını destekledi.

Fakat işler, Erdoğan-Davutoğlu ile IŞİD’in öngördüğü gibi gitmedi. YPG sayısız IŞİD saldırısına karşı çok çetin bir direniş gösterdi. Türkiye, bu ittifaka Güney Kürdistan Bölge yönetiminin lideri Barzani’yi de çekti. Tecrit ve kuşatma siyasetiyle Rojava’nın boğazını birlikte sıkarken, HPG’den destek gelmesini Barzani Hendeği ile engellediler, Duvar-Hendek makasına aldılar, IŞİD itlerini Rojava Devrimi’ni boğazlaması için saldılar. Fakat IŞİD de, onları Rojava Devrimi üzerine salanlar da başaramadı.

Bu başarısızlık açığa çıkmışken ve IŞİD ile Nusra Cephesi arasında Rakka ve Deyr El Zor’da şiddetli çatışmalarla her iki örgüt güç kaybı yaşarlarken, 10 Haziran Musul harekatı ani kurtarıcı olarak gündeme geldi.

Musul harekatını ve Irak Sünni Arapları için federe bölge girişimini kim kotardı? Maliki’yi düşürerek İran’ın Irak’taki nüfuzunu zayıflatmayı, Suriye rejimine verdiği desteği ortadan kaldırmayı düşünen, Suriye iç savaşını da örgütleyen bölge gerici devletleri Başta Suudi-Katar otokrasileri ile Türkiye-Barzani ittifakı oldu. Hatta öyle ki bölge gerici devletlerinin ve ABD’nin yönlendirmesinde, Musul’u ele geçirecek örgüt temsilcilerinin ve Ürdün, Barzani yönetimi istihbaratçılarının 1 Haziran’da Amman’da toplantı yaparak Musul harekatını planladıklarının tutanağı olduğu iddiasıyla belge bile yayınlandı.(2) Bu belge, Maliki Hükümeti veya İran tarafından üretilmiş de olabilir. Ama benzeri toplantıların Ürdün veya Türkiye’de, hem de birden çok defa yapılmış olması, başta Suudi-Türkiye-Katar olmak üzere “Sünni Eksen”e dahil bölge gerici devletleri ile ABD-Avrupa emperyalist devletleri tarafından desteklendikleri büyük olasılıkla doğrudur.

Bilindiği gibi, Sünni Arap aşiretlerinin temsilcisi olarak Başbakan Yardımcısı iken Maliki’nin idamla yargılamak üzere hakkında tutuklama çıkardığı Tarık Haşimi, Barzani himayesinde Kürdistan’a kaçtı. Sonra Türkiye’ye geçti halen AKP Hükümeti’nin himayesi altında yaşıyor ve faaliyetlerin sürdürüyor. Musul’un düşüşünü “Sünni Arap halkının devrimi” olarak kutladı.

“Aşiretlerin, eski ordunun ve direniş gruplarının rolü büyük… IŞİD’in de devrimde rolü var.”(3) Diğer yandan bölge gerici devletlerin kurmaya çalıştığı “Sünni Eksen”in ideolojik temsilcisi Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin lideri Yusuf Karadavi de aynı görüşü dile getirdi: “Musul’un düşmesi halk devrimi”dir.(4)

IŞİD Şişeye Geri Girer Mi

ABD ve Avrupalı emperyalistler Musul fethini desteklediler veya desteklemek zorunda kalırken, bunu Irak’ta yeni ve istikrar sağlayabilecek bir iktidar koalisyonu oluşturmanın aracı yapmayı planladılar: Sünni Arap aşiretlerinim egemen unsurlarını da içine alan, Kürtlerin memnuniyetsizliğini gideren bir koalisyon! ABD, bölge gerici devletlerinin IŞİD öncülüğünde, Irak Sünni aşiret liderleri başta gelmek üzere, çok sayıda İslamcı ve eski Baasçı örgüt harekata katıldı. Musul saldırısından 2 gün önce Irak’ta toplanarak Maliki’yi düşürme kararı alan ve temsilcileri vasıtasıyla IŞİD lideri Bağdadi’ye biat eden bu örgütler şunlar: “Baas Partisi’nin ... İzzet İbrahim liderliğindeki kanadı, Nakşibendiler, Mücahitler Ordusu, 1920 Devrimi Tugayları, İslam Ordusu, Cihat Önderliği, el-Mansura grubu, Ensar-ı Tevhit, Ensar-ı Sunne, el-Guraba, el-İhval, Ensar’ul İslam ve el-Muhtar.”(5)

IŞİD öncülüğündeki güçler, 10 Haziran’da Musul’u -Irak Ordusu’nun Sünni askerlerinin bilinçlice, Şiilerin ise korkarak kaçmasıyla- kolayca ele geçirdiler. IŞİD, Musul yönetimine ve sonra ele geçirilen diğer şehirlerin yönetimine müttefikleri atıyordu. Ancak harekatın öncüsü ve biat edilen IŞİD’di, kararları kendisi veriyordu.

IŞİD, öncülük ettiği savaşla, Musul çevresindeki kent ve kasabaları aldıktan sonra, İslam Devleti ve halifelik ilan etti, örgüt adını da İslam Devleti olarak değiştirdi. Ardından 3 Ağustos’ta Ezidîlerin kenti Şengal’e soykırımcı saldırıya girişti. Binlerce Ezidîyi katletti, Şengal dağına sığınan on binlercesini katletmek için saldırdı. Ancak Rojava’dan dağa yetişen YPG gerillaları savaşarak IŞİD güçlerinin dağa girişini önledi, Ezidîleri büyük bir soykırımdan kurtardı. IŞİD soykırımcıları, binlerce Ezidî Kürt kadınını cariye, seks kölesi haline getirdiler.

Burada, Barzani Peşmergelerinin direnmeksizin Şengal’i İD’ne teslim etmesi ve Ezidî Kürtlerini soykırımla yüz yüze bırakmasının yalnızca İD’den çekinmelerine bağlamanın yanlış olduğunu vurgulamak yerinde olur. Bu ancak tali bir rol oynadı, oynuyor. İD, dehşet saçan kuralsız savaş yöntemleriyle, intihar bombacılarına çokça sahip olması ve kullanmasıyla karşısındaki güçlerin saflarında ve toplumsal tabanında korku yaratıyor. Peşmerge saflarında da bu etkili oldu ama tali bir etkendi.

Yukarıda vurguladığımız ve artık genişçe kabul gördüğü gibi, Musul seferine, başta “Sünni Eksen” kurucusu bölge gerici devletleri olmak üzere, bunlar ve emperyalistler geçiş izni verdiler. Irak’ta İran’la uzlaşan ve Esad’a yardım eden Maliki’yi devirecekler, yeni iktidar koalisyonu oluşturacaklardı. IŞİD öncülüğünde ama eski Baasçılardan diğer İslami örgütlere ve Sünni Arap aşiretlerine uzanan güçler, “Sünni Eksen” içindeki devletlerle ittifak içindeydiler. Barzani de AKP iktidarı da bu anlaşmada yer aldı. Musul düştükten sonra Kerkük’e Peşmerge geldi, savunmasını üstlendi. Çünkü Irak Merkezi ordusunun Musul’da dağılışı ve kaçışı, Peşmerge’ye Kerkük’e girmesinin koşullarını yaratmıştı. Güney yönetimi, muhtemelen AKP üzerinden İD’yle Kerkük-Şengal’i al-ver yaptı. Kerkük karşılığında Şengal’den çekildi. Eğer esasen olası böyle bir anlaşmayla değil de korku nedeniyle Peşmerge savaşmadan kaçacak olsa, kendisi kaçmadan önce Ezidî halkı en azından tahliye ederdi ve dahası halktan silahları toplamaz tersine silah dağıtırdı. Bunlar olmadığına göre, büyük olasılıkla Kerkük-Şengal al-ver yapıldı. Böylece AKP-Türkiye sömürgecilerinin gölgesinde, “büyük Kerkük lokması” için Güney Barzani yönetimi, Şengal Kürt halkını soykırımla yüz yüze bırakmanın utancını yaşamış ve yaşatmış oldu.

İD, sonraki haftalarda, özellikle Ağustos ayında, ilan ettiği ve beklendiğinin aksine Bağdat üzerine değil, değişik yönlere doğru iki koldan savaşı sürdürdü. Rojava ile sınır kapısı olan Rabia’ya, geçiş yolundaki Cezaa’ya ve nihayetinde Kobanê ve Serêkani-Hesekê’ye saldırdı. Musul Ordusu’undan aldığı ağır silahları -tank, top, füze- kullandığı bu saldırıda, bu kez, YPG’nin ve Rojava halklarının direnişini kırabileceğini umuyordu. Ancak umduğu bu kez de gerçekleşmedi. YPG, Rojava halklarından aldığı güç ve HPG savaşçılarının deneyimlerinin sağladığı eğitimle İD katillerinin bu ağır saldırısını yine yenilgiye uğrattı. Özellikle Cezaa’da 15 günlük ağır kuşatmaya karşı direnişi destansı oldu. Kobanê savunması, aynı direnişçi seferberlik ruhuyla sürüyor.

İD, diğer koldan saldırıyı Hewler’e yakın yer olan Mahmur ilçesi ve kampına yöneltti. Kuzey, sürgün Kürtlerinin kampı olması nedeniyle hedef PKK’ydi. Olası büyük bir katliamla “ateist” PKK’ye ders verecek, PKK tabanına dehşet saçacak, ayrıca başka bir kuş daha vuracaktı: Mahmur Kampı Federe Kürdistan bölgesine çok yakındı. Kampın işgali ve olası katliam, Güney Kürtlerine ve Federe Hükümet’e de korku salacaktı. Kerkük-Şengal al-ver anlaşmasına rağmen, bu İD idi, şişeden artık çıkmıştı ve ne yapacağı belli değildi. Nitekim Hewler’den sivil halktan kaçışlar başlamıştı. Kampa yetişen HPG güçleri sivil halkı boşalttıktan sonra, HPG ve Peşmergeler birlikte çatışmayla kamp ve ilçeyi İD’den kurtardılar. YPG’nin Rojava’dan sonra, Şengal dağına sokmayarak İD’yle gerçekleştirdiği başarılı savaş, ardından Mamur’u geri alan cesur savaş, Peşmerge güçlerine ve İD’nin katliamlarına hedef olan Şii, Hristiyan halklara, Ezidî ve Kakai Kürtlere, Güney Kürt halkına moral ve cesaret verdi. Dikkat edilirse, Peşmergeler bu çatışmadan sonra kararlıca savaşmaya başladılar ve Barzani bizzat kendisi savaş cephesi Mahmur kampına gelerek HPG komutanı Tekoşer’le bağdaş kurarak bunu kutladı. Çünkü Güney Federe yönetiminin durumunda kader tayin edici rolü bu direniş oynadı. 250 bin kişilik gücüne rağmen Peşmerge’nin İD önünden kaçmasını tersine çeviren bu direniş oldu.

İD, Kerkük’e doğru olan kent ve kasabaları alarak da ilerlemesini sürdürdü. Fakat bu kasabaların bir kısmını Barzani Peşmergeleri, bir kısmını YNK Peşmergeleri ile HPG güçleri geri alırken, Şii Türkmenler de kendilerini savunma özgüveni kazanarak bazı kasabalarda İD’ye direndiler. Kürt Bölge Yönetimi savaş seferberliği ilan etmişti. Şiilerin ileri gelen dini liderleri Ayetullah Sistani ve Sadr da, Şii halkı savaş seferberliğine çağırdı.

Bu arada Irak’ta merkezi hükümeti kurma işi, Maliki devre dışı bırakılarak, Haydar Ebadi’ye verildi. Şiilerden, Kürtlere ve ABD’ye, başlıca etkin parti ve güçler bu değişikliği desteklediler. Başlangıçta milisleriyle çatışma başlatmayı göze alan Maliki’yi İran mollaları devreye girerek önledi.

ABD emperyalistleri çatışmalarda insansız savaş uçaklarıyla IŞİD mevzilerini bombalamaya, eğitmen olarak yeni askerler göndermeye başladı.

İD’ye Karşı ABD’nin Öncülüğünde Savaş Kararı

Obama, 4-5 Eylül Galler Newport’taki NATO ülkeleri liderleri toplantısında İD’ye karşı Irak ve Suriye’de savaş yürütecek çekirdek devletler koalisyonu oluşturdu. Tek tek ABD ve Avrupa emperyalistleri Kürt yönetimine silah yardımı yapmaya başladı. Suudi Arabistan’da 11 Eylül’de yapılan ABD ve bölge Sünni devletleri toplantısında İD’ye karşı ABD öncülüğündeki savaşı destekleme kararı alındı. İD’nin soykırımcı katliam ve kadını köleleştiren vahşeti, ABD emperyalizminin savaş kararı çıkarabilmesinin toplumsal desteğini güçlendirdi.

Bir ara, Esad ile de İD’ye karşı savaş ittifakı dile getirildiyse de emperyalist İngiliz Başbakanı Cameron “savaşın sebebi Esad rejimiyle işbirliği yapılamaz” diye itiraz edince bundan vazgeçildi. Esad rejiminin sözcüleri, önce “teröre karşı birlikte mücadele edelim” önerisi yaptılar. Fakat, ABD ve Avrupa emperyalistleri buna yanaşmayıp Suriye yönetiminden izin almaksızın Suriye’de de İD’ni vurmaya karar verince, Esad yönetimi buna izin vermeyeceğini deklare etti. Aynı zamanda ABD’nin ikiyüzlülüğünü sergiledi; İD’yi vurma kararının yanı sıra diğer savaşçı muhalefete silah verme kararının ikiyüzlü olduğunu belirtti. Esad rejimi, son zamanlarda yeniden yapılan “uçuş yasağı olan tampon bölge” tartışmasından rahatsız. İşbirliği isteğini önceden dile getirmiş olmasına rağmen ABD ve Avrupalı emperyalistlerin Suriye rejimini bir kenara bırakarak hava saldırıları yapma kararının “devletlerin egemenliği” hukuku yerine keyfi savaş hukuku anlamına geldiği açık. Bunun yarın “uçuşa yasak bölge”, “zalim Esad güçlerine hava saldırıları”na dönüşebileceğini Suriye rejimi biliyor, buna göre tavır aldı. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov da, İD’nin Suriye’de bombalanmasına karşı olduğunu açıkladı: “ABD’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı olmadan tek taraflı olarak Suriye’de IŞİD’e yönelik hava saldırıları düzenlemesi uluslararası hukukun ihlali olur.”(6) Ama eğer Suriye rejimiyle işbirliği bu savaş koalisyonu tarafından kabul edilseydi Esad rejimi bile İD’ye karşı, düşmanlarıyla bu ittifaka girecekti.

Erdoğan’ın, NATO liderleri toplantısında İD’ye karşı ortak emperyalist savaşı kabul etmesine rağmen, Davutoğlu hükümetinin böylesi bir savaşa katılmayacaklarını açıklaması, Cidde’de bölge Sünni devletleri toplantısında AKP’li bakanın sonuç bildirisini imzadan kaçınması ne anlama geliyor? Başlangıçta, kara savaşına açık katılmaktan sakınma ama hava saldırılarına İncirlik’ten izin verme biçiminde bir politika beklenebilirdi. Ancak giderek anlaşılıyor ki AKP iktidarı, İD’ye karşı açık savaşa katılmaktan kaçınmakta. Fakat ABD gezisinde emperyalist efendisi tarafından

Erdoğan’ın kulağı çekilince AKP iktidarı emperyalist savaşa katılacağını açıktan ilan etti. Hemen tampon bölge kurmayı önerdi ve hedefledi. AKP diktatörlüğü İD’ye sınırlayacak derecede zarar verme, Esad iktidarını yıkmada ve daha önemlisi de, Rojava Devrimi’ni imhada İD’yi destekleme ve kullanma, politikası izlemeye çalışacaktır. Hatta Irak’ta ‘rejim şekillendirme’de İD’yi kullanmaya devam edeceği anlaşılıyor. ‘Tampon bölge’ kurma planı ise, bu oyunu rahatça oynamanın ve Rojava Devrimi’ni imha etmenin elverişli biçimi olarak Rojava’yı işgaldir.

Ayrıca vurgulamak gerekir ki, ABD-İngiliz-Fransız öncülüğündeki emperyalist savaş, İD’ye Irak’ta ciddi darbe indirmeyi hedefliyor. Fakat Suriye ve Rojava’da farklı bir hedef gözetiyor. İD bahanesiyle -BM Daimi Konseyi’nde veto nedeniyle giremediği- Suriye’ye savaş makinasını sokmak, Rojava Devrimi’ni güçten düşürünceye dek beklemek, sonra İD’ye de vurup diğer İslami ve ÖSO güçlerini geliştirmek/hava saldırılarıyla korumak. ABD ve müttefikleri, silahlı İslami örgütlere, yalnızca Esad’a karşı savaşta ihtiyaç duymuyorlar. Çin ve Rusya ile şiddetlenen emperyalist rekabette yeniden bu örgütlere ihtiyacı olacağı anlaşılıyor, bu nedenle İD’yi bile tümden imhaya yönelmeyecekleri anlaşılıyor.

Fakat sonuç olarak, ABD ve bölge gerici devletleri, İD’ye karşı kendi emperyalist/gerici egemenliklerini korumak için savaş yürütmekte, küçük gericiye karşı büyük emperyalist ve bölge burjuva gericiliğinin haksız savaşını vermektedirler. İD’nin azınlık inançlara uyguladığı köleleştirme ve soykırımcı barbarlığını, emperyalistler kitle desteğini büyütmenin aracı yapmaktadırlar. Fakat savaşta bununla da kalmayacaklar, Rojava Devrimi ve Kürt ulusal özgürlük hareketini, uzlaşma-imha kıskacına alacaklar.

Reaksiyoner Gerici Tepki Hareketleri

İD (ve EL Kaide yörüngesindeki çok sayıda örgüt) sol basında çokça tartışıldığı gibi CIA’nın doğrudan yönettiği örgüt(ler) değil. Fakat bu örgütler son derece faydacı ittifaklara ve işbirliği pratiklerine girişebiliyor, sonra kendi ideolojileri yönünde bildiklerini okuyorlar. Örneğin İD’in benzeri bir örgüt, Mağrip El-Kaidesi (İD’ye biat ettiğini açıkladı) Kaddafi’ye karşı savaşta ABD ve Avrupalı emperyalistlerle işbirliği yaptıktan sonra, buradan elde ettiği silahlarla bu kez Mali’de çok sayıda şehri ele geçirdi, Libya’da işbirliği yapmış olduğu Fransız emperyalizmine ve işbirlikçisi iktidara karşı savaşıyor.

İD, Suriye iç savaşına kadar, ABD’nin Irak işgaline ve işbirlikçi hükümetlere karşı savaşıyordu. 2008’de Sünni aşiretler ABD ile anlaşıp hükümete girinceye değin -aldığı darbelere rağmen- sert silahlı eylemleri sürekli tarzda koyacak denli desteğe ve güce sahipti. 2008’deki bu durum nedeniyle ama aynı zamanda sivil Şiilere ve inanç merkezlerine yaptığı saldırılardaki kitle katliamcılığı nedeniyle zayıfladı. Eleştirel destek sunan Türk islamcıları, ABD Irak’ı terk ettiğinde o zamanki adıyla Irak İslam Devleti’nin yaklaşık 200 savaşçısı kalmıştı tespitini ileri sürüyorlardı ve büyük olasılıkla da doğruydu bu.

Ancak 2011 yılında Suriye’de emperyalistler ve AKP iktidarı başta gelmek üzere bölge gerici devletleri, Esad iktidarını devirmek için iç savaşın kapısını açınca, bu örgüt Suriye’ye geçti ve giderek büyüdü. IŞİD Emiri İbrahim El Bedri (Ebubekir El Bağdadi) şahsında, ABD emperyalistleri ve bölge gerici devletleriyle işbirliği yapmaktan kaçınmadı. Neocon senatör McCain Suriye iç savaşında, Mayıs 2013’te, silahlı muhalefet güçleri liderleriyle görüşme yapmak üzere, Türkiye üzerinden, İdlib yakınlarından Suriye’ye giriş yapmış, savaşçı muhalif liderlerle görüşmüştü. Bu görüşmelerde, diğer bazı islami savaş örgütlerinin liderlerinin yanı sıra İbrahim El Bedri ve Nusra Cephesi liderlerinden Muhammet Nur da vardı. Bu görüşmenin fotoğraflarını Thierry Meyssan 14 Ağustos 2014 tarihli “Arap Baharı” Orkestrası Şefi John McCain ve Halife başlıklı makalesinde yayınladı.(7) Daha da ilginci, bu görüşme, AİPAC adlı siyonizm yanlısı ABD örgütüyle birlikte çalışan ve başkanlığını Filistinli bir Arap’ın yaptığı Suriye Acil Görev Gücü tarafından organize edilmişti. Yani, El Kaide yanlısı bu panislamist örgütler, ABD’nin en saldırgan temsilcileriyle -işlerine geldiğinde- işbirliği yapıyorlar. McCain şimdi İD’ye karşı Obama’yı neden savaş açmakta geciktiğinin hesabını sorarak eleştiriyor.

El Kaide’ye bağlı olanlar daha sonra IŞİD ve Nusra Cephesi olarak ikiye bölündüler. Bölünmeden önce, emperyalist ve gerici bölge devletlerinin her türden yardımı, ama özellikle militan akışı ve silah desteği El Kaide yanlısı bu örgütü hızla büyüttü. Diğer ülkelerden gelen militanların çoğunluğu bu örgüte katıldı. Rakip örgütlere uyguladığı acımasız şiddetle İslamcı militanları kendisine çekti. Rejimden ele geçirdiği bölgelerde sınırsız şiddetiyle korku yaratarak kitlelere boyun eğdirdi. Rakka’da kendisine karşı çıkan Sünni Arap aşiretinden 700 insanı bir defada kurşuna dizdi. Bu, İD’nin uyguladığı şiddetin düzeyini ve biat etmeyen herkese uygulayabileceğini gösteriyordu. Hasımları üzerinde yarattığı korku-dehşet etkisi, ayrıca çok sayıda intihar eylemcisi çıkarabilmesi sayesinde düşmanlarına karşı savaş üstünlüğü kazanabiliyor. Musul’da Irak ordusunun Şii askerlerini ve daha önce Hesekê’de Baas rejiminin 2 alayını bu yolla yenilgiye uğrattı.

El Kaide yörüngesindeki İD ve diğer pek çok panislamist silahlı örgüt, komünizmin yenildiği dünya koşullarında ABD ve Batı emperyalizmini baş düşman ilan ederek dünya sathında mücadele yöntemini izlediler. Panislamist, ümmetin birliği temel bakışı olduğu buna eklenince, panislamizm ve bunı benimseyen örgütler, emperyalistlere karşı da, makro milliyetçi rol oynuyorlar. Elbette ileriye doğru umudu temsil eden komünizmin geçici yenilgisi ile Arap ve diğer Müslüman ülke burjuva milliyetçiliklerinin iflası koşullarında çekici olabiliyorlar.

Panislamizm, üstte emperyalizm ve işbirlikçisi rejimlere karşı makro milliyetçi rol oynadığı gibi alta doğru emekçi sınıflar ve temsilcilerine karşı da aynı rolü oynamakta, demokrasi tanımamaktadır. İslamizmin biat ilkesini benimsemeleri antidemokratik karakterlerini katılaştırdığı gibi, rakip İslami örgütlere karşı bile gaddarca antidemokratik davranmalarına yol açmaktadır.

Ayrıca bu akımlar, Pakistan’dan Suriye ve Irak’a, her tarafta Sünni mezhepler dışındaki Müslüman mezhepleri de meşru görmemekte, kitlesel katliamlara maruz bırakmaktadırlar. Din ve mezhep savaşlarını güncellemektedirler. Bu katliamcılıkları, Ezidî Kürtler örneğindeki gibi, barbar bir soykırım ve kadın kırımına varıyor. Bu, panislamizmin makro-milliyetçi rolünün doğal sonucudur.

Evet, Osmanlı veya önceki Hilafet makamına sahip imparatorluklar bugün olmadığı gibi Müslüman ülkeler içinde emperyalist devlet de yok. Bu nedenle, makro milliyetçilik olarak panislamizm ideolojisine sahip hareketlerden ABD ve Batı emperyalizminin zulmüne karşı mücadele ederken, henüz iktidara gelmemişlerken, halk sınıflarına karşı barbarlık düzeyinde zulüm beklenmeyebilirdi. Ancak vurguladığımız karakteristik özellikleri, panislamist hareketlerin yakın geçmişteki orijini, İran mollalarından İD’ye, panislamist hareketlere; halka ve emekçilere, değişik inançtan halklara, kadınlara karşı barbarca antidemokratik nitelik kazandırmaktadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, bu hareketler, gerçekten “Müslüman enternasyonalizmini”, ümmetin birliğini de sağlayamaz. “İslamcı hareketlerin rekabeti”, kim kime biat edecek vb. çatışmaları biçiminde gerçekte burjuva grupların rekabetine dayanan hesaplaşmalar içinde olacaklardır.

Panarabist milliyetçiliğin içindeki çatışmaların bir benzeri de bunlarda kaçınılmaz olarak yaşanıyor, daha fazla yaşanacaktır.

Bazı Sonuçlar

Arap halk hareketleri, diğer yerlerdekinin aksine, Irak ve Suriye’de doğmadan veya yeni doğmuşken boğuldular. Irak’ta emperyalist savaş ve dayanağı Şii ve Kürt egemenleri ile Baas-İD ittifakına dayanan direnişin mezhepçi ve antidemokratik reaksiyoner niteliğinin yarattığı çıkmaz, Suriye’de gerici vekalet savaşı çıkmazı, bu hareketlerin gelişmesini engelledi.

Ortadoğu’nun kuzey tarafında, Rojava Devrimi ve Filistin direnişi devrimci ve ilerici gelişmeyi kararlılıkla sürdürüyorlar.

Rojava Devrimi’ne Kürt halkımız öncülük ediyor, birlikte yaşadığı halkları devrime seferber ediyor. Bu devrim içinde Kürt Ulusal Özgürlük hareketi önderlik yeteneği ve gücünü daha da büyütüyor. Şengal’deki soykırımı önleyebilen direnişçiliği sergiliyor. Rojava Devrimi ve Şengal direnişine Marksist Leninist Komünist savaşçılar da katılıyor.

Kürt halkımızın devrimciliği aracılığıyla “sınırsız” devrim gelişiyor.

Filistin direnişi, siyonist işgalciye darbeler indiren savaşçı niteliğini yükselterek, İsrail devletinin yönetici çevrelerini endişeye boğuyor. Bu direnişte, Halk Kurtuluş Cephesi devrimci rolünü geliştirirken, diğer direnişçi güçler, siyonist işgali ve onun dayanak olduğu emperyalizmi gerileten rol oynuyorlar.

Geçen yüzyılın başında emperyalist paylaşım savaşı sonucunda çizilmiş sınırlar hükmünü yitiriyor. Bu iki ayrı taraftan kanıtlanıyor. Devrimci taraftan Kuzey ve Rojava devrimleri ve Şengal direnişi yoluyla. Gerici de olsa IŞİD’in ilan ettiği İslam Devleti de çizilmiş sınırların hükümsüzlüğünü gösteriyor. Kürtlerin bağımsız devlet hakkının ne denli haklı olduğu da görülüyor. Fakat Güney Kürdistan yönetimi, ABD’ye bağımlılığı, başta Ankara olmak üzere bölge gerici devletleriyle ittifakı nedeniyle, lafını ettiği halde bu yolda ilerleyemiyor. Çünkü ABD, Irak’ın bölünmesini istemiyor. Ayrıca İD saldırıları karşısında bile HPG-YPG’nin direnişi sayesinde yaşadığı şoku atlatabiliyor. Gerçek güç ilişkilerine göre çok tartışılan Kerkük statüsü de facto hal yoluna giriyor. Sol ve antiemperyalist diğer güçlerin, ayrıca bölge gerici egemen devletlerinin yayınlarında çokça yayınladıkları emperyalistlerin bölüp yarattığı devletler haritasının basmakalıp şartlanma olduğu yeniden görülüyor. Emperyalizm egemen olmadığı yerleri ve hakim olmadığı zaman böler ama egemen olduğu yerleri neden bölsün? Egemenlik sahasını daraltmak için mi! Emperyalizm halkları birbirine düşman hale getirerek onların birleşebilecek mücadele gücünü böler.

Adanmış savaşçılar karşısında, uğruna adayacağı amacı ve ideolojisi olmayan orduların savaş kararsızlığı ve yeteneksizliği bir kez daha kanıtlandı.

Emperyalist işgale karşı savaşan güçler, eğer halk kitlelerinin özgürce örgütlenmesine izin vermiyorlarsa, ilerici-devrimci gelişmeye yol açmıyorlar. Bazen gerici reaksiyoner hareketler şahsında başka türlü gericilik kanalını geliştirdikleri görülüyor. Panislamist hareket, IŞİD ve diğerleri bu rolü oynuyorlar. Hatta IŞİD’in başvurduğu ortaçağ barbarlığı, ABD ve emperyalistlerin yeniden savaş güçlerini bölgeye yığmasına yardımcı rol bile oynuyor.

Geniş bölgede başlayan, devrimler, savaşlar ve kargaşa dönemi devam ediyor. Ancak halkların, ezilenlerin ve emekçi sınıfların bağımsız devrimci ve ilerici güçlerini tarihi yeniden yapan mücadele sahasında yükseltebilenler, ancak bu yükseliş, kurtuluş umudunun ışık saçan yolunu açabiliyor. Bu devrimci yol zayıf kaldığında emperyalist ve gerici işgal ve çatışmaların kaosu egemen oluyor. Emperyalist savaşa başvuranlar egemenlik sağladıktan sonra istikrar oluşturmayı amaçladıkları halde bunu sağlama yetenek ve gücünü yitirmişlerdir.

Emperyalist savaşın yeniden belirdiği ve ona karşı halklara ve emekçi sınıflara baskı ve katliam uygulayanların çatışmasından doğan kaosa da, emperyalizm ve bölge gerici devletlerine karşı da tek kurtuluş yolu, halkların ve emekçilerin burjuvaziden bağımsız hareketlerinin gelişmesi ve bölge devrimini, yükseltmesidir. Bu, tek umutlu yoldur. Bu yolda yürürken halklar bölge devriminin bayrağına Demokratik ve Sosyalist Cumhuriyetler Birliği amacını yazacak, uğruna savaşacaklardır.

Dipnotlar

1- Yeni Şafak, 11 Ağustos 2014

2- Özgür Gündem, 4 Temmuz 2014

3- Yeni Şafak, 11 Haziran 2014

4- T24 Sitesi, 14 Temmuz 2014

5- Irak es-Sabah gazetesinden aktaran: Sivri, Yakın Doğru Haber, 19 Haziran 2014

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi