Marksizm-Din-Politika Üçgeninde Bir Tartışma

“O zulmedenler nasıl bir devrimle baş aşağı edileceklerini yakında bileceklerdir.” (Kur’an-ı Kerim, Şuara, 227)

1920’de Bakü’de “Yaşasın Dünya Devrimi” pankartıyla ve kızıl bayraklarla yürüyen kara çarşaflı ve yüzleri peçeli kadınların fotoğrafını gördüğümüzde aklımıza ilk ne gelir? Peki ya 1970’lerde Nikaragua’da FSLN saflarında devrimci gerillalar olarak savaşan papazları okuduğumuzda ne düşünürüz? Muhtemelen gerçeklik ile ideolojik veya psikolojik önyargılarımız arasında rahatsız edici bir gerilim ortaya çıkar.

“Din halkın afyonudur.” Marx’ın bu meşhur sözünün bağlamı pek bilinmez. Oysa Marx, henüz 1844 başları gibi erken bir tarihte, materyalist diyalektik yönteminin parlak bir örneğini sergiler: “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dışlandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.” Demek ki Marx, dine kendinde bir şey olarak değil tarihsel ve toplumsal işlevi bağlamında bakmakta, dinin ikili rolünü vurgulamakta, onu ezilenlerin hem protestosu, hem de yatıştırıcısı olarak nitelendirmektedir. Burada, halk dini ile devlet dini arasında ayrım yapan bir bakış açısı tohum halinde mevcuttur.

Türkiye’de marksizm iddialı devrimci ve reformist solun dine yaklaşımı genellikle problemli olmuştur. Yaklaşımdaki tipik çarpıklık, devrimciliği dine karşı çıkmakla ve gericiliği de dini savunmakla özdeşleştiren ya da Kuran’ın karşısına Komünist Manifesto’yu diken ideolojik argümantasyonda kendini gösterir. Materyalist tarih anlayışının dinsel ideolojik formlar altında hem gerici, hem de ilerici politik hareketler olageldiğini açıklayışı da göz ardı edilir. Neyse ki Şeyh Bedrettin’in öyküsü, vakti zamanında Hikmet Kıvılcımlı tarafından tozlu arşivlerde bulunması ve Nazım Hikmet tarafından destanlaştırılması sayesinde, devrimci tarihi mirasımıza katılabilmiştir.

Din, uygarlığın bir ürünüdür. İnsan topluluklarının büyüsel inanç biçimlerinden soyutlaşıp sistematikleşen dinsel inanç biçimlerine geçişleri sınıfların ve uygarlığın meydana gelişiyle zamandaştır. Dinin gelişimi toplumların tarihi yolculuğunda bir düşünsel sıçramaya tekabül eder. Doğanın gizemli güçlerini kutsallaştıran figürler seyrelirken, insanlara açıklanamaz görünen toplumsal güçler kutsallaştırılarak tanrıya atfedilir. Soyut insanın fantastik yansıması olan tek tanrıya inanç ise birkaç bin yıl içinde çok tanrıcılığın yerini alır.

Büyük semavi dinlerin peygamberleri olan Musa, İsa ve Muhammed’in önderlik ettikleri hareketler toplumsal devrim özelliği taşırlar. Musa peygamber rehberliğinde İsrailoğullarının Mısır’dan göçü, köleleştirilmiş bir halkın kurtuluşunu simgeler. Engels’e göre “ezilenlerin dini” olan ilk Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu’ndaki “devrimci parti”dir. Komünal Hristiyan cemaatleri için cennet dünyada var olacaktır; İsa’nın yeryüzüne dönmesiyle bin yıllık tanrı krallığı kurulacaktır. Marx ve Engels için İslamiyetin yayılışı “Muhammed devrimi”dir. Sınıfsal ayrışmaya maruz kalmış ve ama henüz bir devleti kurumsallaştıramamış, tırmanan eşitsizlik ve adaletsizlikle toplumsal çürümeye ve çözülmeye uğramış Arap kavimlerinde, Muhammed peygamber egemenlere karşı, devrimci halk isyanının bayrağını kaldırır. Kur’an-ı Kerim alt ve orta sınıflara dayanan bu devrimci hareketin ideolojik-politik manifestosudur.

“La ilahe illallah” (Allah'tan başka ilah yoktur), yeryüzünün zenginlik ve kudret sahibi ilahlarına Müslümanların karşı çıkış sloganıdır. Mülk Allah'ındır, nitekim Muhammed peygamberin kendisi de öldüğünde mülksüzdür. Medine dönemi ayetleri çoğunlukla idari düzenlemelere odaklanırken, önceki ayetlerde toplumsal adalet, zenginliğin adil paylaşımı, kavimlerin eşitliği temaları fazlasıyla dile getirilmiştir. Müslüman toplumu içinde sınıfsal eşitsizliğin ve siyasi baskının boyutlanması halife Osman dönemiyle ve özellikle Emevi devletleşmesiyle gerçekleşir. Fakat İslam devrimi öyle bir çığır açmıştır ki, 12. yüzyılda toplumsal dinamizmin zayıflaması Gazali’nin temsil ettiği ve her olayı Allah iradesine indirgeyen dogmatik dini anlayışın egemenleşmesi şeklinde tezahür etmeden önce, İslam medeniyetinin 9-12. yüzyıllarda başardığı muazzam felsefi ve bilimsel atılım Avrupa’da Rönesans’a temel teşkil eder.

Din bireysel bir fenomen değildir. Modern-öncesi uygarlık tarihinde bütün toplumsal ve siyasal hayatın düzenlenişi dinle ilişkili, bütün sınıf savaşımları din bayrağı altındadır. Engels devlet dini ile halk dinini açıkça birbirinden ayırır. Halk dini, yalnızca heretik mezhepleri veya bir dini akımın devletleşmeden önceki karakterini tanımlamakla kalmaz, aynı dinin veya mezhebin kendi içinde sınıfsal ayrışmayı uğramasına da gönderme yapar. İsyancı bir dini siyasi akım ne zaman ki devletleşir, iktidar çevresinde kümelenenlerin giderek kendilerine özgü maddi çıkarlar geliştirmeleriyle, din içi bölünme o zaman hızlanır. Tek bir dinin bünyesinde, inancın devlet ideolojisi formunda egemenlerin elinde sömürü ve baskı manivelası oluşu ile ezilenlerin nezdinde bazen sarsıcı bir isyan bazen de çaresiz bir yakarış oluşu arasındaki çelişkinin yarattığı çatlak büyür. Dine karşı din!

Ortaçağda felsefe, siyaset, hukuk gibi ideoloji biçimlerinin teolojinin dalları haline geldiğini vurgulayan Engels, bir tarihsel zorunluluğa dikkat çekerek, “yığınların yalnızca dinle beslenen kafasına kendi öz çıkarlarını dinsel bir kisve altında sunmak gerekiyordu” der. İslam coğrafyasında Karmatilerden İsmaililere ve Babailere uzanan isyanlar, Almanya’da papaz Thomas Münzer liderliğindeki köylü savaşı ve İngiltere’de 1648 devrimini ileri iten Düzleyiciler hareketi, Rusya’da 18. yüzyılın Pugaçovcu büyük köylü ayaklanmaları, 19. yüzyıl ortasında Çin’i kasıp kavuran Taiping devrimi -hepsi de doğrudan dini giysili ve yer yer komünist özlü sınıfsal başkaldırılardır. Luther’in resmi kiliseye karşı dinsel protesto çağrısı ve daha da ileri giden Calvin’in Protestan cumhuriyetçiliği Avrupa’da gelişen burjuvazinin feodalizmle mücadelesinde tarihsel bir kavşak olur. 1730’da Osmanlı payitahtında halkçı muhtevasıyla adeta ikili iktidar durumu yaratan Patrona Halil isyanının bayrağında da “şeriat isteriz” yazmaktadır.

Aydınlanma çağıyla ve burjuva devrimleriyle Batı’da Hristiyanlığın toplumsal hayatta kapladığı alan daraltılır. Burjuva aydınlanmacılık ve modernizm bir bakıma dine meydan okuyuştur. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve dinin kişisel bir konu ilan edilmesi, dine dayalı feodal devletlerin yerini seküler burjuva devletlerin almasına basamak olur. Muktedirleşmesinin ardından burjuvazi, ruhban kesimini yeni egemen sınıf bloğuna eklemlemeye yönelerek, dini halkın afyonu olarak kullanma geleneğini bu kez kendisi üstlenir. Modern kapitalist toplumlarda işçi ve halk isyanlarının söylemi de dini biçimlerden genellikle kopar. Müslüman toplumlarda ise, gerek İslamın dünyevi meselelere en fazla eğilen din olmasının, gerekse geç modernleşmenin sonucu olarak dinin siyasal ve sosyal hayatta tuttuğu yer, Hristiyanlığa kıyasla çok daha geniş olmaya devam eder.

Osmanlı, dine dayalı bir devlet düzenine sahip olmakla beraber, sözcüğün gerçek anlamıyla bir şeriat devleti değildir. Hem şeri hukuk, hem de örfi hukuk uygulanır. Padişah, sadrazam ve Divan-ı Hümayun’da merkezileşen siyasi otorite, şeyhülislam ve ilmiye sınıfında toplanan dini otorite üzerinde egemendir. Dini içtihat ve fetvalar devletin siyasi çıkarlarına uydurulur. Tanzimat Fermanı’ndan itibaren 19. yüzyıldaki modernleşmeci düzenlemeler yargı ve eğitim sisteminin dinden görece uzaklaşmasını, şeyhülislamlığın ve ilmiyenin nüfuz sahasının daralmasını sağlar. İslamcı olarak anılan 2. Abdülhamit, iktidar eliyle batılılaşma reformlarını hızlandırma politikası izler. Son halife Abdülmecit’in nü resimler çizme alışkanlığı da Osmanlı devletinde dinin ağırlığına dair fikir vericidir.

2. Meşrutiyet döneminin İslamcı entelektüellerinin çoğunluğu, Abdülhamit istibdadına karşı çıkar ve meşrutiyeti savunurken, toplumsal reformcu bir nitelik taşır. İslamcı entelektüellerin halk içindeki etkileri ve örgütlenmeleri oldukça zayıftır; zaten büyük bölümü İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni destekler. İttihatçı kadrolar ise, tipik pozitivist ideolojileriyle kendi iktidarları altında devleti tepeden sekülerleştirme doğrultusunda adımlar atarlar. Aslında İttihatçılara karşı olan çeşitli politik güçlerin farklı düzlemlerde ilişkilendikleri 31 Mart vakası, İttihatçılar tarafından örgütlü irticai bir isyan diye yansıtılarak, 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ve yeni iktidar denkleminin kurulması için bir kaldıraç yapılır. Ve böylece, Türk devlet siyasetinin irtica paranoyasını körükleyerek toplumu dikey saflaştırma geleneği ortaya çıkmış olur.

Kuvayi Milliye, “gayrimüslim” karşıtlığı ve İslami rengi baskın bir hareket olarak başlayıp gelişir. Mustafa Kemal siyasi idarede kendi hakimiyetini güçlendirdikçe, devletleşme sürecinin ideoloji ve politikasında Müslümanlık faktörü geriye çekilir. Nispeten demokratik muhtevaya sahip birinci meclisi tarihe gömen ve Mustafa Kemal’in diktatörlüğünün yolunu açan cumhuriyetin ilanı Türkiye’nin Thermidor’udur. Mustafa Suphi’lerin katliyle komünist alternatif, Çerkes Ethem’in tasfiyesiyle de köylülüğün demokratik alternatifi zaten çoktan ezilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber, Kürt ve İslami potansiyel iktidar odaklarının yok edilmesinde derinleşilir. Tarihsel ilerlemeye tekabül eden kimi reformlar da bu amaca bağlıdır. Hilafetin ilgasıyla İstanbul’daki rakip siyasi güçten arta kalanın temizlenmesi, Tevhid-i Tedrisat kanunuyla eğitim işlerinin ulemadan alınıp dolaysız devlet kontrolüne sokulması, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla dini örgütlenmelerin dağıtılması, Takrir-i Sükûn’la her türlü muhalefet imkanının bastırılması sağlanır.

Kemalist laiklik ilerici değildir, Jakobenizmin bir karikatürü bile sayılamaz. Büyük Fransız devriminde laiklik, Jakobenlerin önderliğindeki halkın egemen feodal sınıfın bir parçası ve doğrudan büyük mülk sahibi olan kiliseye devrimci bir saldırısını ifade eder ve aristokrasiye karşı halkçı mücadelenin bayrağıdır. Türk tipi laiklik ise ne feodalizme karşı mücadeleyle ilişkilidir, ne de halka dayanır. Tam tersine, halk üzerindeki devlet kırbacıdır ve halk düşmanı siyasetin adıdır. İttihatçı pozitivizmi devralıp iyice katılaştıran Mustafa Kemal yönetimi, Batılılaşma kulvarında Türk uluslaşmasını tamamlamayı programlaştırmıştır. Mustafa Kemal’e göre, modern Türk devleti kendi ulusunu inşa etmelidir. Anadolu’yu Müslüman olmayan ulusal topluluklardan arındırmada işlevsel olan Müslümanlık, Arap orijinli olmasından, Osmanlı'yı simgelemesinden ve en önemlisi de Kürtlerin asimilasyonunu zorlaştırmasından dolayı, Türk ulusunun inşası açısından işlevsel görülmez. Cumhuriyet eliyle Türk ulusallaşmasının çimentosu milliyetçi ve laik ideolojidir. Türk tarih tezi ve Güneş dil teorisi gibi ırkçı saçmalıklar ile halkın dini ibadetinin yasaklanmasına varan laikçi zorbalıklar birbirini bütünler.

Laiklik sopası, İslam diliyle konuşan Kürt ulusal ayaklanmalarının ve Mustafa Kemal iktidarına biat etmeyen İslami cemaatlerin tepesine iner. Kürt ulusal hareketlerinin “dinci gericilik” olarak damgalanması tipiktir. Cumhuriyetin ilanını takiben, dini devlet kontrolü altında tutmak için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, Kuran kurslarının büyük çoğunluğunun kapısına kilit vurulmuş ve kalanları da devlete bağlanmış, mevcut imamlar elenmiş ve devletçi din görevlileri yetiştirmek amacıyla imam hatip okulları açılmıştır. 1920’lerin ortasından itibaren Kemalist laikliğin devletlû elitist karakteri dindar halk yığınları üzerinde alabildiğine yoğunlaşan siyasi baskıda somutlaşmıştır. Dehşet verici bir batı taklitçiliği ve modernleşme karikatürü olan şapka ve kılık kıyafet kanunları devletin çıplak şiddeti ve darağaçlarıyla dindar halkı yeni ulus-devletin “vatandaşlık” kalıbına sokma hamlesidir. Sözde “dil devrimi”yle de İslam medeniyetine dayalı kültürel kökleri kurutma adımları hızlanır. Okullarda Arapça ve Farsça öğrenime son verilir; ardından her iki dil de yasaklanır. Türk uluslaşmasının gereklerine göre çarpıtılmış Kur’an-ı Kerim meali sipariş edilir. Türbe ziyaretleri yasaklanır, döviz serbestliği tanınmayarak hacca gitmek fiilen engellenir, imam hatip okulları kapatılır, Kuran kurslarına izin verilmez, ezan Türkçeleştirilir. Her türlü dini toplanma takibat ve cezalandırılmayla yüz yüze kalır.

Menemen olayı, devlet tezgâhında abartılıp “irticai kalkışma” etiketiyle ambalajlanarak, İslamcı çevrelere ve dindar halka dönük baskının meşrulaştırılıp tırmandırılmasını sağlayan bir efsaneye dönüştürülür. Mustafa Kemal, İslamcı oldukları bile şüpheli beş serserinin taşkınlığına karşılık olarak Menemen halkının toptan sürgün edilmesini, birçok gazete yöneticisinin Divan-ı Harb'e verilmesini, başta Kazım Karabekir olmak üzere Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nda kalanların tutuklanmasını, Nakşibendi şeyhlerinin cezalandırılmasını, çok sayıda darağacı kurulmasını ister. CHP diktatörlüğünün Menemen’deki sıradan bir olayı şeriat paranoyasını körüklemek için kullanmasının gerçek nedeni, hemen öncesinde rejimin vahşice bastırmaya giriştiği ve içinde Nakşibendi dini liderlerinin de bulunduğu Ağrı merkezli Kürt ulusal isyanı göz önüne alınmaksızın anlaşılamaz.

Başında Mustafa Kemal’in bulunduğu burjuva devlet, Türk uluslaşmasında Muhammed’in yerini Mustafa Kemal’in ve Kur’an’ın yerini Nutuk’un almasını hedefler. Devlet dini kemalizmdir; çok geçmeden Anıtkabir de yeni Kâbe olacaktır. Türk uluslaşmasını ilerletmenin temel bir boyutu, başlangıçta İslami politik güçleri dağıtmak ve ardından halkın İslam orijinli kültür ve geleneklerini bozunuma uğratmaktır. Bu kültür ve geleneklerin kaynaklandığı siyasal ve sosyal örgütlenmeler, dil ve yazı, eğitim kurumları, edebiyat ve tarih, müzik, giyim şekli laikçi saldırının hedefindedir. Batılı hayat tarzı halka devlet zoruyla dayatılır. Kadınlara seçme-seçilme hakkı tanınması gibi burjuva ilerlemeci bir reform dahi öncelikle toplumu İslami geleneklerinden kopartma amacına bağlı bir devlet manevrasıdır, ki bugün “Çağdaş Türk Kadınları” imzalı kemalist-devletçi “feminizm”in siyaseten oynadığı etkin gerici rolün kökleri bu manevraya dayanır. Türk tipi laikliğin 1940’ların ortasına değin uzanan bu en sert evresi, Anadolu’nun iktisadi ve siyasi bakımından fakir ve perişan köylülüğünü dine daha sıkı sarılmaya iter. Tıpkı, Engels’in Dühring’i eleştirirken vurguladığı gibi, jandarmayı dinin üzerine salmak onun ömrünün uzamasına yardım eder. Ve toplumsal koşulların ürettiği çaresizlik, yoksulların dini umutlara ve tarikatlara daha fazla sığınmalarının zemindir.

Kemalist devlet ile Sünni inancından halk yığınları arasında bütün cumhuriyet tarihi boyunca izi sürülebilecek bir siyasi çatlak meydana gelir. Öte yandan, kemalist iktidar kendi insan tipini yetiştirmeyi de kısmen başarır. Sünni nüfus içinden çıkan, çoğunlukla bürokrasiye veya kentli orta sınıfa mensup, biçimci çağdaşlığıyla övünen ve dindarları hor gören, milliyetçi ve laikçi bir kesimdir bu. Kemalist diktatörlüğe yedeklenen politikaları ve ideolojik argümanlarıyla TKP de, devletlû laikliği ilericiliğe ve İslam dinini gericiliğe eşitleyen görüşü marksizme aşılar. Şefik Hüsnü TKP’si, Şeyh Sait önderliğinde gelişmiş ve İslami motiflerle bezenmiş Kürt ulusal isyanını “feodal irticaî” olarak değerlendirerek ve isyanı zalimce ezen devletin sömürgeci-ırkçı siyasetine destek vererek, söz konusu görüşün varabileceği trajik sonuçların bir örneğini henüz cumhuriyetin ilk yıllarında sergiler.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk burjuva devletinin din politikasında değişiklikler başlar. Bu değişikliklerin birbiriyle ilişkili iki nedeni vardır: Biri, çok partili rejime geçişin CHP ve DP’yi halktan oy toplamaya mecbur bırakması; diğeriyse, Amerikan emperyalizmin yeni sömürgeci yörüngesine girişle beraber, Soğuk Savaşa özgü antikomünist siyaset tarzının ve ardından “Yeşil Kuşak Projesi”nin gerekleri.

1947’de toplanan CHP 7. Kurultayı din üzerindeki yasakların gevşetilmesini benimser. Adnan Menderes hükümetleri süresince dini cemaatleşmeye tanınan serbestliğin alanı genişletilir. 1940’ların sonuna değin küçük çaplı bir devlet teşkilatı olan Diyanet İşleri Başkanlığı hızla büyür ve otoritesi yükselir. Politik İslamcı örgütlenme 1960’ların sonlarına kadar milliyetçiliğin genel şemsiyesi altında gelişir. Çeyrek yüzyıl tepesinde sallanan devlet sopasının gölgesinde bir yandan Sünni halk yığınları içinde çekiciliğini artırmış fakat diğer yandan çarpılmış, otantik entelektüel kapasitesini yitirmiş, içe kapanıp iyice tutuculaşmıştır. Dönemin alaturka politik İslamcılığının mayasında antikomünizm ve şovenizm belirleyici yer tutar. 1960’ların ikinci yarısında devrimci gençlik hareketinin yükselmesi ve marksizmin yayılması karşısında, devlet politik İslamcı çeşitli güçleri antikomünist saldırganlığa yöneltir. İslamcı şiarlar altında Milli Türk Talebe Birliği saldırıları, Kanlı Pazar ve Komünizmle Mücadele Dernekleri, 1945’teki Tan Matbaası baskınına eklenen yeni halkalar olur. Antikomünizm, politik İslamcılık ile devletin ortak paydasıdır; Sünni inançtan halkın kemalist laikliğe tepkisi devlet karşıtlığı yerine komünizm karşıtlığına kanalize edilir. 1980 öncesinin kitlesel devrimci-sosyalist dalgası, devletin dini kullanarak karşıdevrimci hegemonyasını güçlendirme arayışını ivmelendirir. Kuran kurslarının ve imam hatip okullarının sayısında patlama yaşandığı gibi, İslamcı cemaatlerin pek çoğu doğrudan devlet desteğini arkalar. Toplumdaki Sünni-Alevi karşıtlığı gerici biçimde yönlendirilerek, kontrgerilla provokasyonlarıyla Maraş’tan Çorum’a uzanan kitle katliamları zinciri yaratılır. 1970’te kurulan Aydınlar Ocağı Türk-İslam sentezini üretir; 12 Eylül askeri faşist darbesi de, Türk-İslam sentezini resmi devlet ideolojisine dönüştürerek, dizginsiz devlet terörünü tahkim eder.

Devletin Sünni İslama dair politikası birbiriyle çelişkili iki uç arasında salınmıştır. Bir taraftan, politik İslamcı örgütlenmeler aracılığıyla devlet Sünni Türk emekçilerini devrimcilere, Alevilere ve Kürtlere karşı saflaştırmaya, dahası faşist saldırılara sevk etmeye yönelmiştir. Bu, devlet ile Sünni İslamın keşişim kümesidir. Öte taraftansa, Sünni halk yığınları kemalist devlet bürokrasisi ve tekelci burjuvazi nezdinde dini inançlarından dolayı sürekli aşağılanmış ve dışlanmıştır. Bu da, devlet ile Sünni İslam arasındaki tarihi çatlaktır. Rejim politik İslamcılığı daima kontrol altında tutmak istemiştir; gerektiğinde iplerini gevşeterek politik ve ideolojik alanda kullanmış, gerektiğindeyse budayıp sınırlamıştır. Said-i Nursi ve Necip Fazıl’ın sıklıkla devletin hışmına uğramaları, hem 12 Mart’ta hem de 12 Eylül’de Erbakan’ın İslamcı partisinin hemen kapatılması tesadüfi veya makyajvari önlemler değildir.

Kemalist ideolojiyle yapılandırılmış Türk burjuva devleti, diğer din ve inançlara karşı Sünni, Şafilere karşı Hanefi ve ama Sünnilere karşı da laiktir! Cumhuriyet için makbul olan Sünni “vatandaş” modeli dini ibadeti sınırlı, batılı hayat tarzına yakın, şoven ve laik, rejime sadık kişilikte hayat bulur.

28 Şubat darbesi, faşist Türk burjuva devletinin din politikasında resmi bir farklılaşmanın sembolü olduğu kadar, devrimci ve sosyalist hareketin dine yaklaşım tarzını sınayıcı bir moment niteliği de taşır. Devrimci ve antifaşist solun din meselesiyle alışageldiği gibi ilişkilenmeyi sürdürerek durumu idare etme imkanları nesnel olarak tükenmiştir. 28 Şubat’ın meydana getirdiği yeni politik denklemde, devrimcisinden reformistine değin, solun az veya çok siyasi bocalama ve hatta savrulma yaşamasının gerçek nedenlerini, onun tarihsel ideolojik yapılanmasında aramak gerekir.

“Yobaz dinci” ve “kafir komünist” algıları aynı madalyonun iki yüzüdür. Dinsiz devrimci ile dindar emekçi birbirine yabancılaşmış haldedir. Türk emekçileri arasında antikomünizmin on yıllar boyunca Sünnilik kisvesi altında örgütlenmesinin ve üstelik geleneksel devlet partisi CPH’nin sol olarak lanse edilmesinin yarattığı bilinç tahribatı yadsınamaz olsa da, karşılıklı yabancılaşma bundan ibaret değildir. Marksizm iddialı akımların ideolojik-politik çizgilerinde dine mutlak karşıtlık ve kemalist laiklik izlerinin mevcudiyeti, Sünni inancından milyonlarca Türk emekçisiyle devrimci ve sosyalist hareket arasına örülen kalın duvarın harcına katılmıştır. Burjuva aydınlanmacı ve pozitivist bakışın soldaki uzantıları, kemalist laikliği hâlâ tarihsel ilerleme sayan “marksist” zihniyette kendini göstermektedir.

TKP, Mustafa Suphi'lerden sonra, Türk tipi laiklikle ve dine politik karşıtlıkla malul bir tür “marksizm”i sola miras bırakmıştır. 1960’ların ikinci yarısında yükselen ve politik düzlemde devletten kopan devrimci gençlik hareketi bu mirastan beslenir. Devrimci marksizmin yeniden doğuşunu sağlayan ‘71 devrimci atılımının ömrü, İbrahim kemalizmle hesaplaşmayı zirveye taşımasına rağmen, din meselesine yeni tipte bir marksist yaklaşımı olgunlaştırmaya yetmez. Ardından politik irade kırılmasına uğrayıp devrimci kendiliğindencilik toprağında stratejisizleşen Türkiye devrimci hareketi, ‘80 öncesinin büyük sol kabarışı içinde Sünni inançtan Türk emekçi kitlelerini azımsanmaz oranda saflarında toplamasına rağmen, Müslümanlıkla ilişkilenişte ideolojik ve politik yenilenme yeteneği sergilemekten uzak kalır. Ne Alevi-Sünni çelişkisinin toplumsal ve siyasal yerini, ne ezilen Alevi halkın özgün devrimci-demokratik potansiyelini, ne de devlet ile dindar yoksullar arasındaki tarihi çatlaktan sızan imkânları anlayabilir.

Sünni mezhebinden dindar Türk emekçisinin adeta genetik açıdan gericiliğe yazgılı olduğu önyargısı, bireyin dinden koptuğu ölçüde devrimcileşebileceği takıntısı, bugün devrimci ve antifaşist solun bünyesinde olağanüstü yaygındır. İşçinin kalbinde hem dine hem de komünizme yer olabileceği, dahası milyonlarca emekçinin devrimcileşmesinin ancak bu yoldan gerçekleşebileceği kavrayışı ortalama sosyalist militana yabancıdır. Vülger materyalistin gözünde idealizm ile materyalizmin felsefi karşıtlığı gericilik ile ilericiliğin politik karşıtlığına indirgenir. Oysa felsefi düşünce tarihini özetlerken idealizm ekolü ile materyalizm ekolü arasındaki kamplaşmaya vurgu yapan Engels, politik alandaki karşıtlıkları asla felsefi konumların izdüşümlerine eşitlememiştir. Örneğin, 17. yüzyıl İngiltere’sinde Protestanlığın çeşitli kollarının monarşiye karşı devrimci mücadele vermesine ve ama materyalist Thomas Hobbes’un mutlak monarşiyi savunmasına dikkat çekmiştir. Ateist birey otomatikman ilerici ve dindar birey kendiliğinden gerici değildir. Ateist Mustafa Kemal ile dini otorite Şeyh Said veya Seyit Rıza’yı akla getirmek yeterlidir.

Solun din alerjisine tutulması halk gelenekleri, dili ve tarihiyle sık sık sürtüşmeye düşmesini getirir. Halkın Ramazan ve Kurban bayramlarını kutlamak gibi son derece basit bir ilişki biçimi geliştirinceye kadar uzun tereddüt evrelerinden geçilir.

Cami hâlâ tedirginlik uyandıran bir atmosferdir. Muhammed peygamberi “Müslümanlık belasının müsebbibi”, Mevlana’yı “İslami gericiliğin sembolü” Hacı Bektaş-ı Veli’yi “feodal despotizmin işbirlikçisi” olarak algılayan bir tarih bilinci çarpıklığı, ideolojik-kültürel deformasyon mevcuttur. Marksist analiz Türk burjuva devletinin Sünni-Hanefi özelliğini isabetle ortaya koymuş, fakat kemalist laiklik ve devletlû Sünnilik ile Sünni halk yığınları arasındaki tarihi çatlağı görememiştir. Devlet dini ile halk dinini, Muaviye İslamı ile Ali İslamını birbirinden ayıran bir teorik yöntemden ve politik esneklikten yoksunluk çarpıcıdır.

2011’e damgasını vuran Arap halk devrimi, ne acıdır ki, emekçi solun kimi partilerine ve “devrimci” sıfatını taşıyan liderlerine ürkütücü gelmiştir. Devrimci Arap coğrafyasına baktıklarında ilk gördükleri İran solunun hazin yenilgisiyle biten İran devriminin hayaletidir. Camilerde toplanıp Tahrir’e akan Mısır halkının başkaldırısında, devrim dinamiklerine odaklanmak yerine, öncelikle yeni Humeyni’ler arar bu oryantalist bakış. Müslüman Arap halkının ve devrimci kitle girişkenliğinin aynı fotoğraf karesinde buluşabileceğinin adeta refleksif reddi, Kemalizm etkilenimli ideolojik ve psikolojik saplantının derinliğine delalettir.

28 Şubat darbesi, Türkiye’de marksizm iddialı parti ve örgütleri yeni bir kamplaşmayla yüz yüze bırakmıştır. Faşist rejimin asıl sahipleri olan askeri-sivil kemalist yüksek bürokrasi ve sermaye oligarşisinin, çizmeyi aşıp iktidara aday olan politik İslamcı parti ile onun arkasındaki cemaatlere ve yeşil sermayeye karşı tezgâhladıkları darbenin mahiyeti yeterince anlaşılamamıştır. Devlet eliyle kaşınagelen laik-İslamcı kutuplaşması bu kez tersine çevrilince ve Türk-İslam sentezi rafa kaldırılıp 1930’ların kemalist laikliğini andıran bir ideolojik-politik kampanya açılınca, emekçi solun büyük bölümü şaşakalmıştır. Aslında politik İslamın yükselişine karşı faşist egemen bloğun irtica paranoyası pompalama ve laiklik temelinde Türk halkını saflaştırma yönlü ilk ciddi hamlesi Uğur Mumcu suikastıyla gerçekleşmiştir. 28 Şubat'taysa generallerin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi kapsamında “irtica tehdidi”ni “bölücü terör tehdidi”nin bile önüne geçirmeleri, dönemin devlet stratejisi hakkında yeterince aydınlatıcı bir olgudur. Faşist rejimin Alevi politikası dahi belirli değişiklikler geçirir ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndan yüksek yargı organlarına kadar kimi iktidar kurumlarında Türk Alevilerden kemalist kadrolar öne sürülürken, devlet aygıtındaki politik İslamcı kadroların etkisizleştirilmesine girişilmiştir. Katılaşan başörtüsü yasağı, üniversitelerde “ikna odaları”, dindarların fişlenmesi ve aşağılanması, memuriyetten ihraçlar darbenin Sünni inançtan halk üzerindeki siyasi baskısının göstergesidir. 28 Şubat güncel bir “Menemen olayı” da yaratmıştır: Aczmendiler.

Sol parti ve çevrelerden kimisi kemalist laikliğe sarılarak doğrudan, kimisi de “ne şeriat ne darbe” diyerek dolaylı yoldan faşist generaller partisinin çekim alanına kapılmıştır. “Hiç değilse dincilerden kurtulduk” psikolojisini açıkça dile getiren reformist solcu entelektüel ve siyasetçi sayısı az değildir. Eğitim-Sen yıllarca üniversiteye girişte 28 Şubat icadı katsayı adaletsizliğini savunmuş, imam hatip liseleri karşıtlığında takılıp kalmıştır. Demokratik öğrenci hareketi psikolojik işkence merkezleri olan “ikna odaları”na tepki göstermemiştir. Devrimci ve komünist güçlerden bile başörtüsü yasağına karşı tok bir ses yükselmemiştir. Bazı reformist sol akımlar halen daha “türban köleliktir” diye eylem yapmakta, başı açıklığı özgürlüğe eşitlemektedirler.

28 Şubat Türkiye emekçi sol hareketinin damarlarında dolaşan laikçi mikrobu açığa çıkaran bir politik momenttir. Sünni inançtan milyonlarca emekçi nezdinde sosyalizm bir kez daha yara almış, devrimciliğin dine düşmanlık olduğu algısı kuvvetlenmiştir. Öte yandan, 2000’li yıllar boyunca politika sahnesinin ana eksenlerinden biri olarak laik-İslamcı kutuplaşması, devrimci-antifaşist solun örgütsel bakımdan kendini yeniden ürettiği esas kaynak olan Alevi veya laik halk kesiminden sol saflara kan akışını seyreltmiştir. Türkiye emekçi sol hareketinin 28 Şubat’taki başarısızlığının ve hatta günahlarının kefareti hiç de az olmamıştır.

Marx ve Engels burjuva aydınlanmacılıktan radikal kopuş sağlarlar ve dine pozitivist yaklaşıma prim vermezler. Marx gökyüzünün eleştirisini yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisini hukukun eleştirisine, teolojinin eleştirisini siyasetin eleştirisine dönüştürür. Marx ve Engels, Hristiyanlığın en tutucu kollarından biri olan Cizvit papazlarının üzerindeki Bismarck zorbalığına dosdoğru karşı çıkarlar. Daha sonra Engels, Paris Komünü'nün dini yasaklayan bir kanun çıkarmasını eleştirerek, ateizmi zorunlu ilke yapmanın dini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacağını ve Bismarkçılığa yeni halkalar eklemek anlamına geleceğini belirtir. Yine Engels, ilk Hristiyan cemaatleriyle 1. Enternasyonal'in yerel seksiyonları arasında dikkat çekici bir tarihsel analoji yapar.

Lenin, din sorununu ele alışta, radikal burjuva demokratlarla komünistler arasındaki farklılığın altını özenle çizer. Ona göre, dine karşı mücadeleyi komünistlerin politik görevi ilan etmek lafazanlıktan başka bir şey değildir. Lenin’in sözleriyle, işçiler arasındaki tali görüş ayrılıkları olan dinle ilişkili tutumlar uğruna, devrimci savaşımın güçlerinin parçalanmasına asla izin verilmemelidir. Bir grevi örnek vererek tartışan Lenin, marksistin görevini grevin başarısını öne çıkarmak, işçilerin ateist-Hristiyan diye bölünmesine karşı koymak ve dahası bu amaçla zararlı ateist propagandadan kaçınmak şeklinde tanımlar.

Rosa Luksemburg’un propaganda dilinde komünistler ilk Hristiyan havarilere benzetilir ve onların toplumsal eşitsizliğe karşı çıkış görevini artık komünistlerin üstlenmiş olduğu vurgulanır. Rosa, zenginleri destekleyen ruhbanın İsa’ya değil, burjuvaziye hizmet ettiğini, İncil’in yoksullar için kardeşlik ve eşitlik idealini sosyalizmin yeryüzünde gerçekleştireceğini yazar.

Dinin tarihte görülen en büyük ütopya olduğunu ifade eden Gramsci, onun insanlar için kardeşlik, eşitlik ve özgürlük düşüncelerinin mayalanmasına yol açtığını anlatır. Gramsci, İtalya’da komünist partinin ideolojik, kültürel ve siyasi hegemonya kurma imkânlarına odaklanırken, bakışını halk Katolikliği ile resmi kilise Katolikliği arasındaki ayrıma da yöneltir.

Stalin, Dağıstan’ın kendi hayat tarzına ve geleneklerine uygun olarak yönetilmesi gerektiğini, Sovyet hükümetinin şeriatı orada geçerli ve geleneksel bir yasa olarak gördüğünü söyler bir konuşmasında. Proletaryanın devrimci iktidarının bir organı olan İslam İşleri Komiserliği, 1918’de Müslüman halklara İslam sosyalist partisinin kızıl bayrağı altında toplanma çağrısı yapar. Aynı yıl, Moskova’da düzenlenen kongreyle, Komünist Müslüman Örgütler Merkez Bürosu kurulur. Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nda devrimci Müslümanlığın güçlü siyasi rüzgârı hissedilir. Komintern 2. Kongresi, Enver Paşa’nın panislamist karşıdevrimci bir hareket örgütlemeye soyunduğu sıralarda panislamizme karşı mücadele kararı almışken, 4. kongrede Endonezya’da Sarekat İslam hareketinin panislamist sloganlar altında ulusal devrimci bir mücadele verdiğini ve onunla ittifak yapılabileceğini görerek bu kararı değiştirir.

Kurtuluş Teolojisi Latin Amerika’daki devrimci ve antifaşist mücadelelerde politik ve pratik olarak çok önemli bir yer tutar. Kıtadaki devrimci hareketlerin halkın dini inançlarıyla ilişkilenişteki politik başarısı, Kurtuluş Teolojisince ateizmin değil zenginlerin ve zalimlerin iktidarının gerçek din düşmanı olarak tanımlanmasına ve sosyalizmin benimsenmesine olanak sağlar. Bir taraftan Kolombiya ve Arjantin’de kilise faşist diktatörlüklere payanda olur; diğer taraftan pek çok Latin Amerika ülkesinde resmi kiliseler bile, insanları müminler ve ateistler olarak değil ezenler ve ezilenler olarak ayırmaya yönelerek, faşizme karşı devrimin yanında konumlanırlar. Nikaragua’da FSLN, Hristiyan taban cemaatlerini silahlı halk devrimine katma yeteneğini gösterir; sayısız papaz gerilla saflarında dövüşür. Üç dini lider Nikaragua’nın devrimci iktidarında bakanlık görevi alırlar ve devrimin çözülmesinden sonra da davaya bağlılıklarını korurlar.

20. yüzyılın marksizm ve devrimci savaşım tarihinde kısa bir dünyasal gezinti bile, Türkiye’de devrimci ve komünist hareketin dine yaklaşımda bir düzeltme ve yenilenme ihtiyacına işaret eden çok sayıda örneğe rastlamamızı sağlar.

Devrimci politik örgütlenmenin Sünni inançlı halk kesimine yabancılığı devrimci stratejinin kritik önemde bir sorunu ve zaaf noktasıdır. Bu sorun, yalnızca cemaat dağılırken cami önünde bildiri dağıtmakla veya Sünni emekçilerin yoğunlaştığı mahallelerde gazete satmakla çözülemez. Böylesi girişimlerin politik bir değer taşıdığına şüphe yoktur, fakat sorunun özü devrimciliğin Sünni inançtan milyonlarca emekçiyle organik ilişki kurabilme kapasitesi edinmesinde düğümlenmektedir. Bu kapasiteden yoksun bir politik mücadele anlayışı, ilişkileniş tarzı, dil ve üslup aynen sürdüğü müddetçe, Sünni emekçilere özgü mekânlara ne kadar girilirse girilsin, yabancılaşmışlık temelindeki politik kısırdöngüden kurtulmak mümkün olmaz.

Örgütlü devrimci faaliyet tüm hedef kitlesinin kültürünü, geleneklerini, dilini ve bilinç biçimlerini tanıyıp dikkate aldığı oranda kendi gelişim yolunu açar. İşçiler ve ezilenler ancak kendi frekanslarını yakalayabilen bir devrimci önderlik etrafında birleşirler. Üzerinde mücadele verdiğimiz topraklar Britanya değildir! Türk ulusunun çoğunluğunu oluşturan Sünni mezhebinden emekçiler, kemalist rejim tarafından budanmış ve deforme edilmiş olmasına rağmen, kökleri İslam dini ve medeniyetine dayanan bir toplumsal kültür, ahlak anlayışı, inanç, gelenekler ve değer yargıları alaşımına sahiptir. Fakat söz konusu yabancılaşmışlık, devrimci faaliyetin hedef kitlesinde Sünni inançlı emekçi kesimin kategorik ve fiili olarak yer bulamamasını beraberinde getirmektedir. Üstelik İslamiyeti gericilikle özdeşleştiren tarihsel sol ideolojik şekillenişle açıkça hesaplaşılmaması ve kimi sol yapılanmaların ısrarla din karşıtı bir politik çizgi izlemesi bu geniş halk kesimini burjuvazinin politik İslamcı parti ve cemaatlerinin kollarına itmektedir.

Dini inanç insanın kendi var oluşunu anlamlandırdığı ve hayatına amaç sağladığı bir düşünme ve duygulanma örüntüsüdür. Sadece fikirler dizgesi değil, aynı zamanda değer yargıları toplamıdır. Ve bu yönüyle benliğin bir bileşenidir. Dolayısıyla, düşünsel-duygusal-moral etkenler kompleksi olan insan bilinci, dine inanan bireyde dini öğeler de barındırır. Bilhassa İslamiyet, tam da bu zeminde, insanların sosyal hayatlarını ve ilişkilerini düzenleyici ilkeler içerir. Demek ki, yeryüzündeki para tanrısının gökyüzündeki kutsal tanrıyı henüz yerinden etmediği bugünün toplumsal gerçekliğinde, dini kişisel bir konuya indirgeyerek işin içinden çıkılamaz. Komünistler Müslümanlığa toplumsal bir fenomen olarak yaklaşmak zorundadırlar.

Türkiye’de laiklik kavramı kirletilmiştir. Laiklik sadece devletlû bir Sünnilik formunda değil, dindarlara yönelik kemalist zorbalık formunda da yozlaşmıştır. Komünistlerin, kemalist laikliğin faşist karakterini sergilemeleri gerektiği gibi, laiklik kavramını kullanmaktan özellikle kaçınmaları da şarttır. Türk tipi laiklik Rumelili işçi ile Rumelili generalin birleştiği ortak ideolojik-politik paydadır. Devrimcilerle ilişkili Alevi emekçinin milyonluk cumhuriyet mitinglerine seferber edilmesinin ve faşizmin oyununa getirilmesinin aracıdır. Sol kulvardaki partinin, marksizm ve devrim sözcüklerini geveleyerek, faşist Ergenekonculara ve Balyozculara hayırhah yaklaşmasının yatağıdır. Komünistler din ve vicdan özgürlüğünü, din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin bütün dini inanç gruplarına eşit mesafede durmasını savunurlar. Din görevlileri, ibadethaneler, dini okullar ve kurumlar devlete bağlı olamazlar ve dinin inanç sahiplerince gönüllülük temelinde finanse edilirler.

Materyalist felsefi görüşlerini açıkça ilan eden komünistlerin dine karşı politik mücadele yürütmek gibi bir görevleri yoktur. Din ancak marksist propagandif ve eğitsel faaliyetlerin konusu olur. Politik mücadele ise karşıdevrimci dini politik örgütlenmeleri hedefler. Somut içerikli politik kitle ajitasyonuyla geliştirilen bu mücadelenin ekseni din değil, işçi sınıfı ve ezilenlerin iktisadi ve siyasi talepleridir. Emekçileri dindar ve dinsiz diye ayrıştıran politikalar gütmek egemen sınıfların işidir. Ezilenlerin gökyüzündeki cennet hakkında fikirlerinin ne olduğu değil, yeryüzünde bir cennet yaratmak için devrimci mücadelede birleşmeleri önemlidir. Emekçi aydınlanması bu mücadele içinde gerçekleşir. Ve din olgusu, dinsel yansımanın gerçek temelini oluşturan ve insanların karşısına yabancı güçler olarak dikilip onların hayatlarını egemenlik altına alan mevcut iktisadi ve siyasi ilişkilerin ancak toplumsal devrimle yıkılmasından sonra tarihe karışabilir.

AKP’yle İslami kimliğinden dolayı savaşa tutuşmak, yenilgiyi daha baştan bizzat davet etmek demektir. Politik İslamcılığın 28 Şubat tedrisatından geçmiş versiyonu olan AKP, öncelikle toplumdaki yaygın değişim isteğini arkalaması sayesinde reel bir iktidar gücüne erişebilmiştir. Devrimci politika ezilenlerin değişim arayışını devrimci rotaya sokarak onun karşısına çıkartmakla başarıya ulaşır. AKP’nin Türk halkı üzerindeki hegemonyasının geriletilmesi ve emekçi yığınların AKP hükümetine karşı saflaştırılması, onun sermaye çıkarlarına endeksli hükümet kararlarıyla, Kürt ulusuna karşı sömürgeciliğin başlıca aktörü kesilmesiyle, uluslararası alanda Amerikan emperyalizminin taşeronluğuna soyunmasıyla mücadele yolundan yürünerek başarılır. Devlet okullarında din eğitimini artırmaktan televizyon dizilerini sansürlemeye ve içkili restoranları sınırlamaya uzanan uygulamalarıyla AKP hükümetinin toplumu adım adım muhafazakârlaştırma dayatmalarına elbette karşı durmak gerekir. Fakat ona bu alandan sarsıcı devrimci darbeler indirilemez. AKP’nin yumuşak karnını görmek için Cuma namazında cami girişinde bin liralık ayakkabıyla on liralık ayakkabının yan yana durmasına ya da dindar polisin dindar Kürdü hapse tıkmasına bakılmalıdır. Sınıfsal ayrışma ve sömürünün, ulusal ayrışma ve zulmün aynı din dahilinde bir kutbunu bugün AKP ve Gülen Cemaati’nde merkezileşen burjuva politik İslamcılık, karşıt kutbunu ise işçiler ve ezilenler meydana getirir. Direnişçi ve dindar Tekel işçisinin “beş vakit komünist oldum” sözü bu bakımdan anlamlandırılmayı hak eder.

Komünistler Sünni inançlı milyonlarca emekçiyle kan uyuşmazlığını aşacak bir dönüşüm gerçekleştirmeyi daha fazla erteleyemezler. İşçi sınıfı ve ezilenleri düzene karşı iradeleştirme iddiasıyla Sünni mezhebinden emekçilere yabancılaşmışlık hali arasındaki çelişkinin devamına tahammül edemezler. Böyle bir dönüşüm dine yaklaşımda marksist zihniyet değişimini, devrimci ideolojik çerçevenin tahkim edilmesini, politika yapış tarzından ajitasyon diline bütünlüklü bir yenilenmeyi gerekli kılar.

Her şeyden önce, Müslüman Türk halkında “din düşmanı sol” algısı ve yargısını kırmaya dönük bir politik hassasiyet şarttır. Örneğin, “türbana hayır” diye eylem yapan çeşitli sol örgütlenmelerin politikası, devrimci ve antifaşist solun ana gövdesinin başörtüsüne serbestliği “ama”sız savunmaktan çekindiği ortamda, emekçi solun bütününü lekelemiştir. Başörtüsü yasağının yeni tür politik İslamcılığın devletleşme programında mütedeyyinlerin siyasi mobilizasyonuna malzeme yapıldığı ne kadar gerçekse, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında bir sorun olduğu da o kadar doğrudur. Ve komünistler kendi üzerlerine de yapışık olan “din düşmanı” lekesini temizlemekle yükümlüdür.

Müslüman emekçilerle devrimci ilişki dinsel yabancılaşma, Allah’ın varlığı-yokluğu ve materyalist felsefe düzlemine kaydığı anda tıkanmaya mahkûmdur. Sünni inançlı yoksullarla organik ve fiziki temas ancak onların iş-adalet-özgürlük-barış taleplerine bağlı politik bir düzlemde, tepeden ve yabancı olmayan bir üslupla kurulduğu ölçüde verimli kılınabilir. Halkın dini ile muktedirlerin dini arasındaki ayrılığı gözeten ve bu çatlağı derinleştirip politikleştirmeyi sorunlaştıran bir devrimci politika tarzı kazanım vadedebilir. İhsan Eliaçık ve Ayhan Bilgen gibi Müslüman sol entelektüellerin çabaları özellikle bu yönüyle dikkate ve desteğe değerdir.

Marksist teori evrenseldir, fakat devrimci ideoloji yerelliğin ilerici tarihsel ve toplumsal değerlerini de özümseyerek inşa edilir. Ezilenlerin kendiliğinden tarih bilincindeki geçmiş eşitlik ve özgürlük sembolleri, devrimci ideoloji tarafından güncel mücadele cephaneliğinde biriktirilir ve dün ile yarın arasında kurulan devrimci köprünün yapı taşına dönüştürülür. Komünistlerin devrimci ideolojisinde adaletin ve isyanın tarihsel figürleri olarak halife Ali’nin, İmam Hüseyin’in veya Ebu Hanife’nin içerilmemesi, onun halk kitlelerine mal olma gücünü zayıf bırakan bir eksikliktir. Alevi mitinglerinde üzerinde “yolun devrim yoludur” yazılı İmam Hüseyin resimleri taşımakta veya Sünniler arasında Muhammed peygamberin 14 asır önce zalimleri baş aşağı eden devriminin bugünkü temsilcilerinin komünistler olduğunu anlatmakta kaygıya kapılacak hiçbir şey yoktur. Milyonlarca Müslüman Türk emekçiyle devrimci etkileşim sağlamak için yapılacak politik kitle ajitasyonunda, bir sermaye partisi olarak AKP’nin toplumsal adaletsizliği boyutlandırmasına karşı, kamu malı olan bir mumu dahi kişisel işinde kullanmayan halife Ömer’in adaletine neden gönderme yapılmasın? Kürt ulusal sorunuyla ilgili demokratik barış ajitasyonunu Sünni inançlı Türk emekçiler arasında yükseltirken, Kuran’da insanlığın bilhassa ayrı kavimler olarak yaratıldığını belirten ayetlere, Mevlana’nın barış ve kardeşlik vaaz eden sözlerine vb. neden referans verilmesin? Müslüman yoksulun diliyle konuşarak sosyalizmi propaganda etmek amacıyla, Muhammed peygamber döneminin komünal toprak mülkiyetiyle neden benzerlik kurulmasın?

Her komünist militan değil ama komünist kolektif akıl Kur’an-ı Kerim ile İslam tarihi ve felsefesini bilmeye mecburdur. Komünist öncü Müslüman Türk emekçinin kendine yabancı hissetmeyeceği bir devrimci militan tipi yaratmalıdır. BDP’nin miting kürsüsündeki Kürt melenin, başında sarık ve elinde Kuran’la onbinlere devrimci ajitasyon yapmasından ya da Sivil Cumalarda onbinlerce Kürt emekçinin faşizme ve sömürgeciliğe karşı namaza durmasından politika tarzını yenileyecek sonuçlar çıkarılmalıdır. Görüldüğü gibi bazen namaz kılmak, modern toplumlarda bile, devrimci bir eylem olabilmektedir.

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi