Ulusal Sorun Ve Yürüyüş Dergisi'nin Ekonomizmi

Yürüyüş, sorunu tarihi ve somut karakteriyle incelemeye yanaşmaz. O, “Emperyalizm döneminde emperyalist sömürgeciliğin dışında bir sömürgecilik aramak yanlıştır” diyerek, daha baştan olgulardan sonuçlara giden bilimsel yolu yadsır ve olguları kendi teorisine uydurma keyfiliğine saplanır. O yüzden de hem teorisi dikiş tutmaz, hem de daha önemlisi, ulusal sorundaki politik pratik ve programatik yaklaşımları, iddia ettiği gibi Marksist-Leninist UKKTH ilkesine cevap olmaz.

Emperyalizm döneminin genel iktisadi ve siyasi koşulları ezilenlerin bu iki farklı düzeydeki özgürleşme mücadelelerinin ortaklaşma zeminini nesnel olarak güçlendirmiş, proletaryaya da bu ortaklaşmanın kapitalizme ve emperyalizme karşı toplumsal ve ulusal kurtuluşun güvencelenmesi anlamına gelen stratejisini üstlenerek öncülük etme olanağı kazandırmıştır. Ulusal kurtuluşun sınıfsal kurtuluşa bağlanmasının özü budur. Yürüyüş’ün sandığı gibi bu iki ‘kurtuluş’ düzeyi arasındaki niteliksel fark ne ortadan kalkmıştır, ne de bunlar için yürütülen mücadeleler özdeş hale gelmiştir.

Kürt sorununun çözümü iddiasından söz edildiği yerde devrimci bir siyasi çizginin teorik bakımdan aydınlığa kavuşturması gereken öncelikli şey; bu sorunun somut özelliklerinin ortaya konmasıdır. Teori bu sorunu aydınlatmadığı oranda Ulusların kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) ile ilgili genel geçer propagandayı yineleyip durmak (politik bakımdan değersiz olmasa bile), kimseyi fazla ilerletmez. UKKTH ilkesinin eğer, ulusal sorun kökenli temel taleplerin oluşturulmasına yön vermesi isteniyorsa, bu ilkenin içeriğinin tarihsel gelişim ve toplumsal gerçekliğe uygun biçimde tarif edilebilmiş olması gerekir. Sorunun böyle konuluşu iki olgudan hareket etmeyi; programatik formülasyonlarda ve politik pratikle şu iki olguyu yanıtlamayı gerektirir: Birincisi Kuzey Kürdistan politik ve ekonomik ilhak altında, diğer bir ifadeyle Türk burjuvazisinin ve devletinin sömürgesidir, üstelik de Kürt halkının ulusal varlığı inkar edilmektedir; ikincisi ise, Kürdistan dört parçaya bölünmüş biçimde farklı devletlerce boyunduruk altında tutulmaktadır.

Bu gerçekleri atlayan, bir başka ifadeyle verili ulusal sorunun somut özelliklerini incelemeye yanaşmayan Yürüyüş Dergisi’nin konuyla ilgili değerlendirmelerinde bolca rastladığımız “Bizim gibi çok uluslu ülkeler” türünden kategorik genellemelerle bir yere varılamaz. Çünkü “Kürt sorunu”nun tarihsel ve somut biçimde aydınlatılması bakımından işlevsizdir böylesi genellemeler.

Her şeyden önce “Çok uluslu yeni sömürge ülkeler” genellemesi Türkiye resmi siyasi coğrafyasına atfen vurgulandığı biçimiyle, örtük bir ‘Misak-ı Milli’ ufkuyla düşünüldüğüne işaret etmektedir. Çünkü “Kürt sorunu” denildiğinde bunun tarihsel anlamıyla “Kürdistan” sorunu demek olduğu açıktır ve Kürdistan’ın zor yoluyla dört parçaya bölünmüş olduğunu bilmiyor değildir Yürüyüş. Ne var ki bu temel gerçek hareket noktası olarak alınırsa, o zaman Kürt sorununun çözüm ufku ‘Misak-ı Milli’yi aşan bir sömürgesel statünün tartışılması haline dönüşmüş olacaktır. Haliyle “Çok uluslu yeni sömürge ülkeler” genellemesi, somutu aydınlatan bir tez olma işlevini yitirmiş olacaktır. Evet ama böyle bir politik statü vardır ve somuttur. Kürdistan, devletler arası bir sömürgedir. Özgünlüğünün politik karakteri budur.

Yürüyüş’ün teorik olarak yüzleşmekten ‘imtina’ etmeyi sürdürdüğü ve ‘ilgi’lenmediği bir gerçekliktir bu. Bu ‘ilgisiz’liği Yürüyüş’ün görüşlerini yansıttığını bildiğimiz “Halk Anayasası Taslağı”nın konuyla ilgili bölümlerinde de açıkça görüyoruz. Orada, sorunun UKKTH çerçevesinde Türkiye’deki ‘çözümü’nün Türk ve Kürt emekçi sınıflarının birlikte mücadelesiyle olacağı söylenmekte, ancak, Kürt ulusunun fertlerinin kendi kaderlerini parçalanmış ülkelerinin birliği yönünde kullanma haklarının da bulunduğu perspektifine hiç değinilmemektedir. Bu sonuç, UKKTH savunusuyla ilgili genel geçer hangi sözler söylenirse söylensin, ‘Kürt sorunu’nu yaratan sömürgesel statüyü, Türk burjuvazisinin siyasi egemenlik alanıyla sınırlayan yaklaşıma sahip olunduğunu gösterir.

Sonrasında zincirleme bir reaksiyon biçiminde devam edip gitmektedir bu kolaycı yaklaşımlar. Türk egemen sınıflarının Kürdistan’ın Kuzeyi üzerindeki egemenlik statüsünün tarif edilmesinde de sürer gerçeklerden uzaklaşma. Emperyalizm Kürdistan’ı “bölüp parçalamıştır” ve işbirlikçi iktidarlar her bir parçayı “ilhak” etmişlerdir. Tarifi burada başlatıp burada bitirir Yürüyüş. Gerisi teorik olarak yasak bölgedir! Örneğin, bu işbirlikçi iktidarların hiç birisi Yürüyüş’ün ‘ilhak’ dediği ‘siyasi ilhak’ın ötesine geçip, ekonomik ilhakı da gerçekleştirmişler midir acaba bu parçalar üzerinde? Örneğin Türk egemen sınıfları sömürgeleştirmişler midir ilhak ettikleri Kürdistan topraklarını?

Yürüyüş, sorunu tarihi ve somut karakteriyle incelemeye yanaşmaz. O, “Emperyalizm döneminde emperyalist sömürgeciliğin dışında bir sömürgecilik aramak yanlıştır” diyerek, daha baştan olgulardan sonuçlara giden bilimsel yolu yadsır ve olguları kendi teorisine uydurma keyfiliğine saplanır. O yüzden de hem teorisi dikiş tutmaz, hem de daha önemlisi, ulusal sorundaki politik pratik ve programatik yaklaşımları, iddia ettiği gibi Marksist-Leninist UKKTH ilkesine cevap olmaz. Eklektisizm zeminden kurtulamaz, değişik durumlarda yalpalamanın önünü alamaz.

Yürüyüş’e, bir çağda “tipik” olanın yanı sıra “istisnalar” da olabileceğini ve olduğunu, örneğin “bağımsız, ulusal bir devlet” olan ve 1916’da hala elinde sömürgeler bulunan Portekiz’in aynı zamanda, önceki iki yüz yıldan beri İngiltere’nin “Mali ve diplomatik bağımlılığı” altında olduğu, keza, Lenin’in Portekiz örneğinden yola çıkarak, “Kapitalist emperyalizm döneminde genel sistem”in bir parçası olmak gerçekliğine karşın, “Tek tek büyük ve küçük devletler arasında bu tür ilişkilere her zaman rastlandığı”nı vurguladığı hatırlatılırsa, Yürüyüş’ün; yeni sömürgenin sömürgesi olsa da bu “biçimseldir”in ötesinde bir cevabı yoktur! Sorunu somut “biçimde” tartışmaya yanaşmaz! O yüzden de, Kürt halkının mevcut devlet sınırları içerisinde zorla tutulmasının 1914-18 emperyalist dünya savaşının ana emperyalist aktörlerinin değil, Türk ve Kürt halklarının birleşik anti-sömürgeci mücadelesinin zaferinden sonra, bu zaferin üzerine tek başına oturan Türk burjuvazisi ve devletinin işi olduğu (daha sonraki on yıllarda ekonomik ilhakından tamamlanmasıyla sömürge statüsüne varan) bu durumun, işgalcilere karşı savaş döneminde ulusal haklarıyla ilgili kendisine verilen sözlerin tutulmasını isteyen Kürt halkının Şeyh Sait’le başlayan ulusal isyanlarının bastırılması yoluyla daha geçtiğimiz yüzyılın 20’li yıllarında sağlandığı, keza Kürt ulusal inkarının aynı dönemde, aynı egemen-ezilen ulus koşullarında meydana geldiğini atlamaya, yok saymaya dayanır Yürüyüş’ün teorisi...

Bunun sonucudur ki Yürüyüş, Kuzey Kürdistan’ın 1920’lerden günümüze hangi devletin asker ve polis birliklerince işgal altında tutulduğu, vergilerin kimin adına toplandığı, mahkemelerin, hapishanelerin kime ait olduğu, valilerin, kaymakamların kimin mührünü taşıdıkları, yer altı ve yer üstü zenginliklerin hangi ulusun devleti ve egemen sınıflarınca yağmalandığı, inkar ve asimilasyon politikasının, toplumsal ve iktisadi yaşamın tüm alanlarında görülen korkunç ulusal eşitsizliklerin hangi devletin politikalarının sonucu oluşturulduğu ve sürdürüldüğü gerçekleriyle ilgilenmiyor! Dolayısıyla da konuyla ilgili teorik görüşleri, programatik formülasyonları ve en önemlisi de ulusal hareketin “dünkü” devrimci veya günümüzdeki demokratik talepleri ve eylemi karşısındaki siyasal duruşu da, her iki ulusun-halkın “Aynı sosyo-ekonomik yapı” ve “Aynı toplumsal formasyon” içinde olduğu gerçek dışılığıyla sakatlanıyor. Dönem dönem Yürüyüş’ün devrimci duruşunda sosyal şovenist aşınmalar, tahribatlar yaratan ve derinleştiği ölçüde ulusal sorunda ekonomizme mahkum olmasına yol açan kaynak budur.

Yürüyüş Dergisi, soruna emperyalizmle ilgili genellemelerden baktığı sürece de, ekonomizme mahkum olmaktan kurtulmayı başaramayacaktır. Çünkü Kuzey Kürdistan’ın emperyalizme bağımlılığının, sisteme eklemlenmesinin nasıl gerçekleştiğinin anlaşılmasının tek olanaklı yolu, “ara halkayı”, Türk egemen sınıflarının bu bağımlılıktaki işlevini ortaya çıkarmaktır, bunun adını koymaktır. Yürüyüş kendince bir ad koymuyor da değil, bol bol Türk egemen sınıflarını emperyalizm “işbirlikçiliği”yle adlandırıp duruyor. Doğru bu, ama K. Kürdistan’ın emperyalist sisteme nasıl eklemlendiğine değil, kim tarafından yapıldığına işaret eder en fazlasından. Yukarıda vurguladığımız gibi, Yürüyüş’ün teorik şablon ölçülerinin dışında kalıyor işin bu yanı. Öyle olunca da sorunu yok sayıyor. Oysa bu “ara halka” capcanlı ortadadır: K. Kürdistan’ın emperyalizme bağımlılığı, sisteme eklemlenmesi, yeni sömürge Türkiye üzerinden olmaktadır. Yeni sömürge Türkiye’nin K. Kürdistan’daki sömürgeci boyunduruğu üzerinden gerçekleşmektedir bu eklemlenme.

İlişki teorik olarak böyle tarif edilince Yürüyüş’ün, “Kürt sorunu”nun çözümü çerçevesinde geliştirdiği politik stratejinin açmazlarının kökeni de belirginleşmiş oluyor. Bunların başında işbirlikçi Türk egemen burjuvazisinin K. Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesinde somutlaşan, özgün, iktisadi ve politik çıkarlarının katı gerçeğini küçümsemek gelmektedir. Öyle ki, bu “önemsizleştirici” sübjektivizm Yürüyüş’ü, “Oligarşinin Kürt sorununda hiçbir iradesi yoktur” derin yanılgısına kadar götürmüştür. Hal böyle olunca Yürüyüş’ün Kürt yurtsever hareketini ve PKK’yi sürekli olarak “Emperyalizme karşı mücadele etmemekle” suçlamaya götüren bakış açısı da yerli yerine oturmaktadır. PKK’yi kastederek “Bu hareketin ‘bağımsızlık’ hedefi esas olarak emperyalizme karşı bir hedef için değil, ‘Sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti’nden kurtulmak anlamındaydı” derken de aynı politik körlükle hareket etmekteydi, Yürüyüş.

Ulusal mücadele sömürgeciye karşı yürür, net olan budur. Fakat aynı zamanda Yürüyüş’ün unuttuğu da budur. Ulusal mücadele yürütenleri “Emperyalizme karşı mücadeleye” çağırmak, eğer politik olarak emperyalizme karşı olmak, onun çıkarlarının savunucusu, destekçisi olmamak dışında, bir de emperyalizme fiilen ‘savaş açmak’ gerekliliğini kapsıyorsa, bu sorunu kavramaktan uzak bir sözdür. Genel ve soyut olarak “emperyalizm” yoktur. Somut bir sömürgeci güç ve onun emperyalist sistemdeki yeri vardır. Ulusal mücadele ona karşı yürütülür. O sömürgeci güç ya da güçler, doğrudan emperyalist bir devletin ya da bloğun işgalci ordusu da olabilir, işbirlikçi iktidarların kendi kuvvetleri de. Birinci durumda emperyalizmle mücadele dolaysız bir biçim alır, ikinci durumda ise dolaylı bir biçimi ifade eder. Bizim somutumuzda Kürt ulusal mücadelesinin anti-emperyalist karakterinin, yeni sömürgeci yapı üzerinden sürdürülen sömürgeci bağımlılığın hedeflenmesiyle dolaylı hale gelmiş olduğu açık değil midir: K. Kürdistan’ı emperyalist sisteme bağımlı kılan, eklemleyen “ara halka” dediğimiz Türk sömürgeciliğinin tasfiye edilmesi, bu anlamda faşist iktidarın yıkılması anti-emperyalist mücadele bakımından “ana halka” haline gelmiş olmuyor mu? Üstelik PKK’nin zaman içinde ulusal “bağımsızlık” stratejisini bu açık hedeften uzaklaştırmış olması ya da hadi diyelim ki teorik bir olasılık olarak bir zaman sonra da silahlı mücadeleden tümden vazgeçmeye karar vermesi bile, tartıştığımız konu bakımından esas bir önem teşkil etmez. Buradan sadece PKK’nin politik çizgisinin iki ayrı dönemdeki niteliğiyle ilgili bir sonuç çıkar. Ulusal bağımsızlık uğruna yürütülmesi gereken mücadelenin anti-emperyalist karakterine ilişkin söylediğimiz nesnel ölçütlerin geçersizliği çıkmaz.

Yürüyüş zaten bu nesnel ölçütleri kavrayamamaktadır ama PKK’nin hali hazırda yürütmüş olduğu politik stratejinin anti-emperyalist mücadele düzlemindeki nesnel rolünü de doğru değerlendirmemektedir. PKK’nin emperyalizmin nitelikleriyle ilgili görüşlerinin tutarsızlığı, ulusal pragmatik yaklaşımlarının verdiği zararlar eleştirilmelidir, eleştiriliyor da zaten. Ancak yürüttüğü mücadelenin nesnel olarak emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmediği gibi, onunla çatıştığı reddedilebilir mi?

Yürüyüş’ün PKK’nin mücadelesini anti-emperyalist karakterli görmediği bir gerçek. Ancak O, bu perspektifini esas itibariyle PKK’nin ulusal devrimci politik çizgisinde meydana gelen reformist kırılmanın sonuçlarının pratik analizine dayandırmıyor. Bu türden sonuçları, zaten PKK gibi “Küçük burjuva milliyetçi” hareketlerin “Ulusal sorunların çözümüne öncülük edemeyeceği” temel görüşünün doğrulanmasının örnekleri olarak görüyor. PKK devrimci bir çizgide “Bağımsız Kürdistan” talebiyle mücadele ettiği durumda da, şimdi ulusal demokratik reformcu bir çizgide inkar ve imhanın son bulmasına daraltılmış mücadelesiyle de, anti- emperyalist bir rol oynayamazdı, demeye getiriyor. “Ulusal bağımsızlık mücadelesine öncülük edebilmek, emperyalizme cepheden tutum alabilmeyi gerektirir ki, PKK’nin politik pozisyonu hiçbir zaman böyle olmamıştır” diyor Yürüyüş, pek çok değerlendirmesinde. Daha da ileri giderek, PKK’nin milliyetçiliğinin “Kürt sorunu”nun çözümüne engel teşkil ettiğini, hatta politik çizgisinin “Tüm halkların bağımsızlığını tehlikeye atan bir muhtevaya” sahip olduğunu ‘tespit’ ettiğine de rastlıyoruz.

Marksizm Leninizm adına ettiği bütün bu sözlerin dönüp kendisini vurabileceği tehlikesi karşısında, yine M-L adına teorik bir zırhı da hazır tutmaktadır Yürüyüş: “Günümüzde ulusal sorunların çözümü sadece proletaryanın gündemindedir.” Yürüyüş’e üzülerek hatırlatmak isteriz ki o zırh M-L teoriden imal edilmemiştir, dayanıksızdır. “Ulusal kurtuluşun sınıfsal kurtuluşa bağlı olduğu” biçimindeki teorik sakatlamada olduğu, “ulusal özgürlük”le, bunun “güvencelenmesi”ni birbirine “karıştıran”; siyasi bir sorun yerine iktisadi, ezilme-sömürülme sorununu geçiren, böylelikle somut ulusal bir hareketin demokratik içeriğini karartma ve pratikte sosyal şoven tavırlara sürüklenme yolunu açan, hiç mi hiç M-L olmayan bir zırhtır!

“Ulusal kurtuluş” ve “Sınıfsal kurtuluş” dünya işçileri ve ezilenlerinin kapitalizmden, emperyalizmden ve sömürgecilikten kurtuluş mücadelelerinin iki ayrı siyasal ve toplumsal düzeyini temsil eder. Adı üstünde “Ulusal kurtuluş” ya da “bağımsızlık” devlet kurma hakkından yoksun bırakılmış sömürgeci boyunduruk altındaki ve ezilen ulusların bu hakkı elde etmesidir. “Sınıfsal kurtuluş” da adı üstünde işçi sınıfı ve bağlaşıklarının, kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak için sosyalizm uğruna yürüttükleri mücadeledir. Emperyalizm döneminin genel iktisadi ve siyasi koşulları ezilenlerin bu iki farklı düzeydeki özgürleşme mücadelelerinin ortaklaşma zeminini nesnel olarak güçlendirmiş, proletaryaya da bu ortaklaşmanın kapitalizme ve emperyalizme karşı toplumsal ve ulusal kurtuluşun güvencelenmesi anlamına gelen stratejisini üstlenerek öncülük etme olanağı kazandırmıştır. Ulusal kurtuluşun sınıfsal kurtuluşa bağlanmasının özü budur.

Yürüyüş’ün sandığı gibi bu iki ‘kurtuluş’ düzeyi arasındaki niteliksel fark ne ortadan kalkmıştır, ne de bunlar için yürütülen mücadeleler özdeş hale gelmiştir. O nedenle “Ezilen ulusun kendi kaderini tayin etmesinin, ezilen ulusun emekçilerinin kendi kaderlerini tayin etmesi muhtevası kazanmış olması...” türünden yaklaşımların iç mantığı sonuna kadar götürülecek olursa, varılacak yerin ulusal sorunların ya da mücadelelerin reddi gibi vahim noktalara kadar uzanma riski yok değildir. Tabii ki Yürüyüş böyle söylemiyor ya da savunmuyor ama teorik mantığının açmazlarını yansıtan politik dilinden yarın ne çıkacağını da kestirmek güçleşiyor bu durumda. Ama biz, “M-L’ler olarak biz Kürt sorununa çözüm denilince bundan Kürt halkının ulusal ve sınıfsal kurtuluşunu anlıyoruz” diyebilen bir anlayışın kafasının epey karışık olduğunu net biçimde anlıyoruz.

Yürüyüş’ün “Kürt sorunu”nun çözümü penceresinden Türkiye’ye baktığında neleri gördüğü üzerine tartışmayı sürdürelim.

Yürüyüş’ün Türkiye’de “emperyalizmin” her türlü desteğini arkasına alan “oligarşi”nin Kürt halkını inkara, asimilasyona ve katliamlara tabi tuttuğunu görmekte ve buna haklı bir devrimci öfke duymaktadır. Buna karşın Yürüyüş: Türkiye halkı da aynı güçler tarafından sömürülmekte, ezilmekte ve baskı altında tutulmaktadır; evet Kürt halkının “Ulusal bağımsızlık” sorunu vardır ama Türk halkının da “bağımsızlık” sorunu vardır, diye de yazmaktadır. Bu nedenle de sorunu: “Bağımsızlık düşüncesi ve talebi ülkemizdeki devrimci mücadelenin temelidir. Tersinden söylersek, emperyalizmin yeni sömürgesi olan ülkemizde, tüm sorunların temelinde bağımsızlığımızın olmaması, sömürge bir ülke olunması gerçekliği vardır.” biçiminde ortaya koymaktadır. Çünkü demektedir Yürüyüş; “İki uluslu yeni sömürge bir ülkede iki halk da emperyalizmin sömürgesi altındadır. Aralarındaki fark ezilen ulusun ayrıca ulusal baskıya tabi tutulmasıdır.”

Ne kadar “önemsiz” bir politik fark değil mi! O yüzden Yürüyüş elmalarla armutları toplayan ve “Marksist Leninistler ulusal sorunu birincil sıraya koymazlar” gibi meselenin özünden kaçan, ulusal mücadelenin demokratik ve devrimci mücadelenin asli dinamiklerinden biri olduğunu ezilen ulusu ve onun işçi sınıfını, köylülerini politik yaşama uyandırdığını, örgütlediğini, seferber ettiğini kavrama yetisi göstermiyor. O yüzden de ulusal kurtuluş uğruna mücadeleye kayıtsız kalacaklarını ortaya koyuyor, bir başka deyişle Lenin’in o ünlü “Demokrasi okulunda okumamış proletaryanın sosyalizm mücadelesi yürütemeyeceği” içeriğindeki formülasyonla ifade ettiği gerçeği kavramaktan fersah fersah uzak kalıyor.

Örneğin, somut olarak “Kürt ulusal sorunu”nu düşünelim: Ne demektir Kuzey Kürdistan’da ulusal sorunun “Birincil sıraya konmaması”? Bu, klasik biçimleri dışında, ulusal mücadelenin de sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu kavrayamamak, bu sorunu ve talep etrafındaki devrimci ve demokratik enerjiyi devrimin gücü haline getirememek gibi bir sonuca yol açar ki, bu gerçek, pratik tarafından çürütülemez biçimde ortaya konmuştur. Nitekim, ulusun ana gövdesini oluşturan Kürt köylüsünün devrimci ve demokratik enerjisinin örneğin toprak sorununda değil de, ulusal özgürlük mücadelesinde cisimleştiği gözler önündedir. O nedenle bu “ikincil”lik tezi, “en iyi” ihtimalle ulusal inkârdan ve sömürgeci boyunduruktan kurtulma talep ve mücadelesinde bayrağın ezilen ulus burjuvazisine teslim edilmesine hizmet eder. Bugün Kürdistan’daki bir M-L, ulusal özgürlük mücadelesinin ve ulusal demokratik taleplerin başta gelen yürütücüsü, savunusu olduğu ölçüde -ancak bu ölçüde-, ulusal kurtuluş sosyal kurtuluşa doğru ilerletilebilir. Dolayısıyla “birincil sıra-ikincil sıra” tezi teorik olarak yanlış, pratik olarak ise zararlı bir tezdir. Onu savunmaya ve bu temelde bir politik duruşa yöneldikleri oranda, ezen ulus M-L’leri sosyal şoven zeminden kurtulamazlar.

Gerçeğe devrimci gözlerle bakan herkesin görebileceği gibi; bugün rejim krizini güncel hale getiren en temel dinamik olarak ortaya çıkmaktadır, Kürt sorunu. Faşist rejim, Kürt ulusal direnişini hesaba katmadan hiçbir temel siyasi karar alamıyor. Kürt ulusal dinamiği, ezilenler cephesi içinde genel özgürlük mücadelesinin objektif olarak politik yaşamda başat sorunu ve başat anti-faşist, anti sömürgeci dinamiği durumunda değil midir? Bu bir realitedir ve ağlayıp sızlanacak bir şey değildir. Mesele, proletaryanın güçlerinin ve onun çevresinde odaklaşacak diğer ezilenlerin mücadele dinamiklerini; toplumsal kurtuluş talepli ilerici devrimci hareketini, ulusal kurtuluş dinamiğinin mücadele düzeyine doğru yükseltebilmektir.

Yürüyüş’ün ulusal sorunları ele alış yöntemini sakatlayan temel sorunlardan biri de, apaçık “emperyalist ekonomizm” literatüründen devşirilmiş teorik akıl yürütmelerle düşünüyor oluşudur. Bunlar Kürt ulusal hareketiyle aralarında mesafe koyma isteği ve çabasının ürünü olarak ortaya çıkan teorik zorlamalardır kuşkusuz.

İşte bunlara bir örnek; “Özellikle de günümüz için artık diyebiliriz ki, burjuva ve küçük burjuva milliyetçiliğinin halklara verebileceği tek şey ‘kendi bayrağı altında’ sömürülmektir.”. Yürüyüş “Özellikle günümüz için” diye bir vurgu yaparken bununla ne kadar öncesinden başlayan bir zaman kesitini kastediyor bilemiyoruz. Ancak dünya tarihinin yakın dönemine ait olarak kabul edilebilecek son 40-50 yıl boyunca, dünya hakları arasında “Kendi ulusal bayrağı altında” yaşamak için epeyce çok ulusal mücadeleler yürütüldüğünü bilmekteyiz. Halkların sömürgeci boyunduruktan ve ezilen ulus konumundan kurtulmak için yürüttükleri bu mücadelelerin çoğunun, anti-kapitalist bir programa bağlı olmadığını da biliyoruz. Çünkü ağırlıklı bölümünün öncülüğünü yürüten komünist güçler değil, esas olarak küçük burjuva devrimci güçler ya da burjuvazinin belli kesimleriydi. Doğal olarak da bu mücadeleler sonucunda gerçekleşen zaferlerden sonra ortaya çıkan devlet rejimleri genellikle anti-emperyalist demokratik niteliklere sahip oluyorlardı ama iktisadi emek sömürüsü ve kapitalist üretim ilişkilerinin kaynağı olduğu toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlikler de varlığını koruyordu. Ama yine de ulusal kurtuluş mücadelesinin ürünü olan bu ulusal devletler, ulusal ezilmişliği ve baskıyı ortadan kaldırmaya hizmet etmesi nedeniyle politik ilerlemeyi temsil etmekteydi. O dönem içinde güçlü bir dalga olarak yaşandı bu türden mücadeleler.

Varşova Paktının dağılışı ve SSCB’nin çöküşü ardından uluslararası düzen dengelerindeki radikal değişimin önünü açtığı ve ‘70’li yıllarda herkesin görebileceği bir olgu haline gelen emperyalist küreselleşme sürecinde de; ulusal baskı ve ezilmişlik koşullarına karşı özgürleşme mücadeleleri sürmektedir. Bunların pek çoğu kapitalizmi ortadan kaldırma açık hedefine sahip değillerdir. Ama böyle olması, onların da mücadelelerinin meşruluğunu ortadan kaldırmıyor, kaldırmaz.

Yürüyüş “ekonomizm” görüşlerini Kürt sorunu somutunda da üretiyor ve bunu bakın nasıl ifadelendiriyor: “Bir an için Kürt milliyetçiliğinin bugün ileri sürdüğü tüm taleplerin karşılandığını varsayalım: Dil serbestliği, anadilde eğitim, gerillaya af ve PKK’nin siyasallaşmasının karşılandığı noktada, Kürt halkı yine kapitalizmin sömürüsü altında ve yine emperyalizmin sömürgesi olarak yaşamaya devam edecektir.” Sonuçta Yürüyüş’ün lafı dönüp dolaştırıp getirdiği yer, ulusal mücadelenin ‘Emekçilerin ekonomik sorunlarını çözemeyeceği’ görüşüdür. M-L adına ‘kanıtlamaya’ uğraştığı şeyin özü budur. Lakin boş ve sonuçsuz bir çabadır bu. Çünkü Marksistler, ulusal sorunun çözümünü bağlı kıldıkları UKKTH ilkesinin gerçekleşme koşulları içinde ortaya çıkan/ çıkacak devletin ekonomik düzenine ilişkin bir önkoşul getirmezler. Ön koşul olarak kabul edilen iki şey, politik bağımsızlık iradesinin emperyalizmin mevcut çıkarlarına darbe vurup vurmadığı ve işçi sınıfının örgütlenmesine karşı düşmanca bir tutum alıp almamasıdır. Ki bunlar da UKKTH’nın tanınıp tanınmamasının değil, bir ulusal hareketin desteklenip desteklenmeyeceğinin koşullarıdır. Ötesi, ulusal bağımsızlık iradesinin üzerinde etkide bulunan güçler arasında yürütülen/ yürütülecek olan sınıf savaşımının kaderi tarafından belirlenecektir.

M-L’ler için kendi geleceğini belirleme, ayrı devlet kurma hakkının sonucu olarak bir işçi- emekçi Cumhuriyeti değil de, bir burjuva ulusal devlet ortaya çıkarsa, bunun ekonomik sömürüyü sürdüreceği, emperyalist dünya sistemi içinde ulusal baskının tüm biçimlerinden azade olamayacağı ve halkın ulusal özgürlüğünü güvencelemeyeceği açık bir konudur. Hele de emperyalist küreselleşme koşullarında! Ne var ki, bu, onların ezilen ve bağımlı ulusların zorla bir devlet sınırları içinde tutulmasına karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütmesini engellemez. M-L’ler bilirler ki, ulusal kurtuluş, ulusun burjuva ve emekçi sınıfları arasındaki çelişkilerin, mücadelelerin üzerini örten ulusal örtüyü kaldırır, toplumsal devrimin yolunu düzler.

Kürt ulusunun Güney Kürdistan parçasında somutlaşan devletleşme sürecine politik yaklaşım tarzı, Yürüyüş’ün ezilen ve bağımlı ulusların kendi devletini kurma hakkı meselesindeki teorik zaaflarını yansıtan güncel bir ayna olmuştur. Barzani-Talabani önderliğinin feodal- burjuva sınıf kökenleri, ezilen ulusun egemen sınıfları olma özellikleri, milliyetçiliği temsil etmeleri, vb. bir dizi niteliklerini sıralayıp duran Yürüyüş, bu çizginin Kürt ulusunun ayrı devlet kurma iradesini temsil edemeyeceğini ileri sürmektedir. Ancak öne çıkardıkları asıl dayanak, Barzani-Talabani çizgisinin emperyalizmle işbirliğini savunmaları ve mevcut devletleşme sürecini emperyalizmin işgal güçlerine sarılarak yürütüyor oluşlarıdır.

Barzani-Talabani milliyetçiliğinin sınıf karakteri ve emperyalizm işbirlikçiliğiyle ilgili bu söylemlere itirazımızın olmayacağı gibi üzerine ekleyeceklerimiz de çıkar. Lakin Yürüyüş’ün bütün bunları getirip bağladığı yer, Güney’deki devletleşme sürecinin “UKKTH anlamına gelmeyeceği” olunca, orada aynı dili konuşamayız.

Güney Kürdistan’dakilerin de sömürgeci boyunduruk altında tutulan ya da ezilen, bağımlı ulus konumundaki her halk gibi ulusal kaderini belirleme, nasıl yaşamak istiyorsa (ayrı bir devlet biçiminde, Irak federasyonunun parçası olarak, vb.) ona karar verme hakkı vardır. Bu hakkı ya tanırsızınız, ya tanımazsınız. Ortası, arası yoktur bunun. Tanımazsanız zaten bir sorun yoktur(!), her şey açıktır, o durumda Güney Kürdistan halkının Irak devlet sınırları içinde zorla tutulmasına destek vermiş, bir sosyal-emperyalist durumuna düşmüş olursunuz. Tanırsanız, tutarlı demokrat bir siyasal görüşe sahipsiniz demektir. Ama hem tanıdığınızı söyleyip, hem de zorla tutulduğu siyasi sınırların dışına çıkma, kendi devletini kurma hakkına ön koşul getiremezsiniz. Aksi halde sözlerinizin bir değeri kalmaz. Somut bir ulusal sorunda egemen ulusun ayrıcalıklarını savunmaya devam etmiş olursunuz.

Yürüyüş’ün içine düştüğü durum budur. O, bir yandan UKKTH’nı genel olarak savunan siyasi görüşler dile getirmekte, ama diğer yandan Güney Kürdistan örneğinde olduğu gibi halkın ulusal kaderini belirleme doğrultusunda ortaya koyduğu iradeyi tanımadıklarını söylemekte, devrimcileri ve ilericileri de tanımamaya çağırmaktadır. Yürüyüş, sömürgeci boyunduruk altındaki ya da ezilen, bağımlı durumda bulunan ulusların kendi siyasi kaderlerini kendilerinin belirlemesi haklarının koşulsuz savunulması tutarlılığıyla, eğer bu devletsel gerçekleşmenin somut biçimi emperyalizm işbirlikçiliği gibi gerici bir niteliğe de dayanıyorsa bunu desteklememe tavrı arasındaki kıstas farkını/ayrımını ortadan kaldıran bir teorik anlayışa sahiptir. İşte Yürüyüş’ün bu kafa karışıklığını en çıplak haliyle yansıtan bir değerlendirmesi: “UKKTH, devletleşme, emperyalizmle bütünleşmek ise böyle bir UKKTH ve devletleşme savunulamaz.”

Oysa örneğin İsveç’ten ayrılan Norveç halkı, ulusal devletinin başına bir kral geçirdiğinde ya da Finlandiya işçi sınıfı ve emekçileri Ekim Devrimi’nin yanı başında ulusal devletlerini burjuvazilerine teslim ettiklerinde böyle bir UKKTH”yi reddetmek, halkların bu ulusal tercihlerinin veya bu yeni devletlerin meşruluğunu tanımamak Lenin’in aklından bile geçmemiştir.

Kendisine M-L diyen Yürüyüş ise, Kürdistan’ın dört parçaya ayrılmasından bu yana, önce İngiliz emperyalizmine, ardından sömürgeci Arap burjuvazisine karşı ulusal mücadele yürütülen Güney Kürdistan’da ulusal kaderini tayin çerçevesindeki, federal bir devlette özerklik tercihini, bunun cisimleşmiş hali olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni tanımıyor, meşru görmüyor! Neden? Çünkü kendi iradelerini ulusun iradesi haline getiren iki partinin liderliği, özerklik elde etmek için ABD emperyalistleriyle işbirliği yapmışlardır. Bunu sürdüreceklerdir. İyi ama örneğin „80’li yıllar boyunca İran’la savaşta ve bölge politikalarında ABD’yle işbirliği yapan, Kürt halkının ulusal mücadelesini soykırıma varan katliam yöntemleriyle ezerken de ABD desteği süren Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak devleti karşısında tutumu nasıldı Yürüyüş’ün? Acaba Irak devletini tanımıyor, meşruiyetini kabul etmiyor muydu? Mesela bugün, Tunus’ta, Sırbistan’da, Polonya’da, Gürcistan’da, Kolombiya’da, Pakistan’da ABD işbirlikçiliği bakımından nedir durum? Bu devletlerin meşruiyeti, tanınıp tanınmaması hakkında ne düşünüyor Yürüyüş?

O, Güney’e baktığında aynı zamanda, haklı olarak, Barzani-Talabani liderliğindeki burjuva- feodal sınıf karakterini görüyor ve bunu da sorunlaştırıyor. Peki bu sorunlaştırma, Güney Kürdistan işçi ve emekçileriyle, onların sınıfsal ve toplumsal kurtuluşlarıyla Barzani-Talabani egemenliği arasındaki mücadele çerçevesinde midir? Hayır. Esasen ulusal kaderini tayin hakkı sürecinin liderliğinin sınıfsal-ideolojik nitelikleri zeminindedir. Sorun buysa Yürüyüş, emperyalizm karşısındaki duruş dışında, ulusal hareketlerin önderliklerinin sınıfsal-ideolojik niteliklerini de temel bir ölçü sayıyorsa, örneğin günümüzdeki Irak, Afganistan, Moro, Mahmut Abbas yönetimi veya Hamas şahsında Filistin vb. ulusal hareketler karşısındaki tutumunu değiştirmek zorunda değil midir? Yoksa Yürüyüş, bırakalım destek vermeyi bu ulusal hareketleri tanımıyor, meşru görmüyor mu?

Bugün Irak, Türkiye, Suriye, İran egemen uluslarına mensup enternasyonalistlerin ve ulusal sorunda tutarlı devrimcilerin yanıtlaması gereken iki soru mevcuttur:

1-Güney’in zorla Irak devlet sınırları içinde tutulması, şu veya bu gerekçeyle kabul edilebilir mi?

2-Bu devlet yönetimlerine Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni tanımaları için halk baskısı örgütlemek, bu konuda ajitasyon yürütmek, sömürgeciliğe ve şovenizme karşı mücadele görevleri kapsamında değil midir?

Marksist Leninist Komünistler birinci soruya “hayır”, ikinci soruya “kapsamındadır” yanıtını veriyorlar.

Verili durumun kendi koşulları ve gelişimi içinde somut tahlilinden yola çıkarak da, Güney Kürdistan’daki ulusal hareketi ABD emperyalizmiyle işbirliği nedeniyle desteklemediklerini, fakat ortaya çıkan özerk ulusal yapıyı tanıdıklarını, meşru saydıklarını, bölgenin yerli sömürgecilerinin hükümetlerini, Güney ulusal gerçeğiyle bu temelde devletsel ilişki kurmaya ve bu devletlerdeki egemen ulustan işçi ve emekçileri ise bu talebi yükseltmeye çağırıyorlar.

Aksi halde nesnel olarak ilhakçılık desteklenmiş, işçi ve ezilenlerin enternasyonalist ruhla eğitimleri bir yana bırakılmış olur. Çünkü Lenin’in vurguladığı gibi “Bir ilhak, ulusun kendi kaderini tayininin çiğnenmesidir, devlet sınırlarının halkın iradesine karşın saptanmasıdır.” (aç. Lenin)

Kürt ulusal sorununa ve ulusal mücadeleye yaklaşımda, değişik durumlarda enternasyonalizm görüş açısını kaybetmesi, Yürüyüş’ün yeni sayılamayacak bir zayıflığıdır. Biz buna yol açan teorik-siyasal zihniyete belirli açılardan dikkat çektik. Yürüyüş’ün bu sorun üzerine ciddiyetle düşünmesi ve bir zihniyet kopuşması yaşaması gerekiyor. Aksi halde sosyal şovenizme varan yalpalamalardan kurtulamayacaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi