Şemdinli’den Sonra...

Susurluk adının, Ege’nin alelade bir kasabasını temsil etmekten başka anlamı yoktu önceleri... Ancak 3 Kasım 1996’dan sonra bilinen olaylardan/nedenlerden dolayı durum tamamen değişti. Susurluk, bir kasabanın adı olmaktan çıktı, çok daha ‘derin’ bir anlam kazandı. O artık politik literatürün kavramsal bir niteliği haline geldi. Susurluk, çıplak burjuva devletti! Parlamenter kabuğun arkasındaki mevcut faşist-militarist devlet yapılanması, yönetimi ve işleyişinin bütün ‘yasadışı’ içeriğiyle görünür hale gelmesini simgeleyen bir kavramdı, Susurluk. O nedenle geniş halk yığınlarının, devlet ve onun temel kurumlan hakkında taşıdığı güven duygusu büyük darbe aldı. Yanılsama, devlet gerçeğinin çıplak hale bürünmüş görünümleri karşısında etkisini yitirmeye yüz tuttu.

Kapitalist düzenin selameti için olmasa da, devletin selameti için gerçek bir ‘tehlike/tehdit’ potansiyeli taşıyan bu durum, egemen yönetici sınıf klikleri arasındaki ‘iç’ kavganın da birinci dereceden gündemi haline gelmek zorundaydı. Nitekim öyle de oldu. Rejim ‘yeniden yapılandırılacak’, devlet kendi yaralarını kendisi saracaktı. Susurluk’un ‘çürük elmaları’ ayıklanacak ya da kasanın altına atılacak, devletin bekası için ‘yasal’ ve ‘sivil’ elmalar üst tarafa çıkarılacaktı. ‘Görüntü kirliliğine son verilecekti! Ama halk, bu işe kesinlikle ‘gereğinden fazla’ karıştırılmayacaktı. Onlara düşen, ‘düzeltici’ iradenin arkasında durup alkışlamak ve yeni hazırlanan tezgahın ‘yasallaştırılmış ve ‘sivilleştirilmiş elmalarının kalitesine ‘güven’ duymaktı.

Aradan on yıl geçti. ‘Yeniden yapılandırma’ hamleleri kesintisiz biçimde yürütüldü. 1997’de 28 Şubat ‘post modern’ darbesi, 1999’da Abdullah Öcalan’ın ABD tarafından yakalanarak Türkiye’ye teslim edilmesi, 19 aralık 2000’de devrimci siyasi tutsaklara dönük topyekün cezaevi operasyonlarıyla, toplumsal-siyasal ortam rektifiyeye(düzeltmeye) tabi tutuldu. Amaç, Susurluk asfaltını onarmak ve güvenli biçimde ‘istikrar’ rotasına bağlamaktı. AB otoyolu, bu bağlantı için az çok öngörülebilen ‘en uygun’ somut seçenek gibiydi. En azından, TÜSIAD merkezli sermaye oligarşisinin Avrupa’yla varolan ekonomik-ticari ilişkilerinin gerçeği ve devletin yeniden yapılandırılması çerçevesindeki politik-ideolojik tercih ve eğilimleri bakımından bu böyleydi. Egemen tekelci burjuva sınıf klikleri arasındaki hesaplaşmanın son 7-8 yıllık serüveni, bu yolda devlet ve toplum yaşamında dümeninin kimin elinde olacağı, yeniden yapılandırmada hangi kuvvetin stratejik hesaplarının baskın geleceği ya da yönetici güç olarak öne çıkacağı üzerinden şekillenmektedir.

Acil bir şekilde ‘doğurtulan’ AKP’nin, sermaye güçlerinin liberal ‘değişim’ tünelinden hızla geçirilerek hazırlanması, bir dizi kapsamlı siyasi operasyonla önünün açılması, hükümet koltuğuna oturtulması sonrasında kuşatma ve denetim altına alınarak ehliliştirilmesi gerçekleşti. Nihayetinde üyelik müzakerelerinin başlatılmasına kadar varan çatışmalı-uzlaşmalı, uzlaşmalı-çatışmalı AB gündemi eksenli çetin ‘iç’ kavga, TÜSİAD’cı sermaye oligarşisi güçlerinin ordu merkezli statüko güçleri karşısında kazandığı bir dizi genel avantajlara işaret etmesi bakımından önemlidir.

Ama aynı zamanda bu süreç, yeniden yapılandırmanın asli güçlerinden biri olarak ordunun devlet yönetimindeki temel rolünü korumak ve mevzilerini savunmak bakımından bütün güçlerini seferber etmesine de tanıklık etti ve ediyor. Evveliyatını bir yana koysak bile, PKK’nin geçen yılın Haziranında daha önce ilan ettiği tek taraflı ateşkesi bozma kararının ardından ordunun, bu durumu politik ve ideolojik düzeyde de ipleri daha sıkı elinde tutmanın bir fırsatı olarak değerlendirmesi ve kapsamlı bir iç ve uluslararası inisiyatif atağı geliştirmesi gerçeği var.

Rejim bakımından Susurluk asfaltının biçimsel olarak ‘geride’ bırakıldığı, artık AB yoluna çıkıldığı söylenebilir belki ama, ‘hep batıya doğru’ gidince ‘Kürt sorunu’nun da geride bırakılmış olmadığı anlaşılıyor! İşte Şemdinli, rejim bakımından bu acı dersin canlı tecrübesi oldu. Şimdi artık Kürdistan’ın küçük bir şehrinin adı da, politik literatürde kavramsal nitelik kazanmış bulunuyor. Bilinen olaylar/nedenler dolayısıyla...

Ama tabi ki bu iki kavramın içeriği arasında, Susurluk ve Şemdinli’nin ‘Misak-ı millinin iki ucunda oluşu gibi bir uzaklık yok. Tam aksine, merkezinde faşist diktatörlük rejiminin durduğu çelişkiler yumağının ‘çözücü’ iki ucu olacak kadar, aynı gerçeğin parçasıdırlar. Susurluk, devletin iç çürümesinin geldiği olgunluk düzeyini ve burjuvazinin buna müdahalesini gösteriyorsa, Şemdinli, Kürt sorununun ulaştığı olgunlaşma düzeyini ve halkın buna müdahalesini gösteriyor. Marksistlerin, ‘devrimci durumun genel koşullarının göstergesi kabul ettikleri kavramlaştırmalarını kullanarak ifade etmek gerekirse; birincisine, esasen egemen sınıfların eskisi gibi yönetememesinin bir göstergesi, ikincisine esasen halkın eskisi gibi yönetilmek istememesinin göstergesi deniliyor.

Susurluk’un, halk kitlelerinin yükselen örgütlü anti faşist hareketinin 1996 1 Mayıs gösterileri sonrasında kırılmaya uğrayıp geri çekilme süreci içindeyken yaşanmıştı. Ve devrimci öncülerin bunu değiştirme irade ve gücünden uzak olması nedeniyle politik krizden, açık devrimci gelişme yönünde yararlanılamadı. İşçi sınıfı ve ezilenlerin iradesi, rejimin karşısına güçlü bir şekilde dikilemedi. Şemdinli’nin Susurluk’tan üstün yanı ise tamamen bu türden bir iradeye dayalı oluşudur. Devletin otoritesini fiilen boşa çıkaran, yönetememe aczini en açık biçimde teşhir eden ve kendi iradesini dayatan halktır. Şemdinli’yi örgütlü halk yaratmıştır. Kürt halkı, böyle yönetilmeyi kabul etmeyeceğini, PKK/gerillaya bağlılığını sürdüreceğini, Öcalan’ı ulusal siyasi irade olarak kabul etmeye devam edeceğini, yurtsever güçlerin birliğini bozma girişimlerine prim vermeyeceğini, ulusal demokratik taleplerinden ve siyasal temsil hakkından vazgeçmeyeceğini ilan etmiştir. Şemdinli, Kürt halkının ulusal referandumuna dönüşmüştür.

Bu aynı zamanda, burjuvazinin Kürt sorunundaki inkar, asimilasyon ve imhaya dayalı bütün temel politikalarının iflas etme sürecinde gelinen en son halka demekti. Türk burjuva devletinin, ABD emperyalizminin Irak’ı işgaliyle birlikte fiili hale gelen Güney Kürdistan(Irak) politikasının iflası ve egemen sınıfların bunu kabul ekmek zorunda kalışları bir olguydu. Güney’de kabul etmek zorunda kaldıkları, ama Türk halkından binbir yalan ve demagojiyle gizlemeye çalıştıkları gerçek neydi? Kürtler bir ulustur... Kürdistan diye bir toprak parçası vardır... Kürtler kendi kaderlerini tayin edebilirler... Kürtler bir devlet kurabilir... Şemdinli, işte bu realite’nin Kuzey Kürdistan’da da adının konulması ve rejimin suratına çarpılması oldu. Başbakan Erdoğan’ın bu gerçeği zaten hazırlayan ve uzun geçmişe dayanan ön olguların baskısıyla realiteyi yarım yamalak ve demogojik ‘kabul etme’ girişimini hatırlayalım... Erdoğan’ın Diyarbakır’a kürsü kurup, ‘Kürt sorunu vardır’ demesiyle koparılan statükocu karşı fırtınayı da...

Türk burjuvazisi adına ‘Kürt sorunu vardır’ diyenler , Kürtlerin ulusal kimliğinin ve kolektif bir iradelerinin de var olduğunu kabul edecekler/edebilecekler mi? Çünkü bu, Türk burjuvazisinin yönetememe krizinin -en iyi ihtimalle burjuva demokratik reformlar yolundan aşılmasının birinci dereceden kriterinden biri haline gelmiştir. Ama biliniyor ki bu yoldan bir tarihsel ilerleme bile, burjuva sınıf egemenliğinin politik olarak aşılmasının da devrimci yolunu döşeyecek olan sınıf savaşımını daha açık hale getirmek demektir. Türk burjuva devletinin tarihsel olarak oluşturulmuş geleneksel yapılanması ve temel kurumlaşması hala varlığını koruyan bugünkü yarı askeri faşist diktatörlük rejimi söz konusu olduğunda, burjuva demokrasisi temeline dayanan bir politik dönüşüm stratejisine öncülük etmek ve sonuna kadar yönetmek, Türk burjuvazisinin boyunu aşan hayli radikal bir politik eyleme girişmek ve siyasi riski üstlenmek anlamına geliyor. Çünkü, Türk burjuvazisinin tarihsel sınıf bilinci, siyasal ve ideolojik olarak burjuva demokrasisi için geleneksel biçim kabul edilen çeşitli kurumlaşmalar, işleyiş ve değerler sisteminin ‘gücü’nden beslenen bir kültür gelişimi olarak biçimlenmemiştir. Bu nedenle böylesi bir ‘radikal’ politik dönüşüm için güç alacağı bir öz sınıfsal tarihi olmadığı gibi, dayanak olarak kullanabileceği güçlü bir toplumsal yapı gerçekliği de bulamıyor. Ekonomik palazlanması zaman içerisinde ona hayli büyük bir fiziki cüsse kazandırmış da olsa, beyninin henüz devletin iplerini eline almaya yetecek kadar gelişkin bir tarihsel-toplumsal zeka birikimine sahip olduğu söylenemez. Ama generallerin ve bürokrasinin kucağında oturmanın artık sonunun gelmesi gerektiğini anlayacak ve devlet işlerini Avrupa’nın kucağında yürütmenin kendisi için daha hayırlı olduğunu kavrayacak kadar da zekası var kuşkusuz. Yani, bir taşla üç kuş: hem ‘tarihsel’ günahlarından, hem generallerin oyun bozanlıklarından, hem de Kürtlerin radikal ulusal demokratik taleplerinden kurtulmanın en ‘akıllıca yolu bu!

Peki, Türk burjuvazisinin ‘Kürt sorunu yoktur’ diyen statükocuları, kendi iradelerini rejim adına eski biçimlerde sürdürebilecekler mi? Çünkü bu, burjuvazinin kolektif çıkarlarını tehlikeye sokarak derinleşen rejim krizini politik ve ideolojik bakımdan yönetme güçsüzlüğünde ısrar etmek demektir. Burjuvalar arası ‘iç’ çatışma içinde yıpranmayı sürdüren merkezi devlet otoritesinin, halk yığınlarının rızasını alma ve kontrol etmede zor dışındaki araçlan giderek işlevsizleşmektedir. Tehlike, daha stratejik bir kapsama bürünmektedir. Ne; ABD ve AB gibi Türkiye ve bölge üzerinde yaşamsal hesaplar yapan emperyalist güç merkezlerinin görünen vadedeki stratejik yönelimleri bakımından, ne de Türk sermaye oligarşisinin emperyalist küreselleşme düzenine entegrasyon hedefleri bakımından rejimin mevcut istikrarsızlık eşiği sürdürülebilir görünmemektedir.

Çelişkilerin keskin ve karmaşık ekonomik, siyasi/ideolojik ve toplumsal dokusu burjuva çözüm güçleri arasındaki topyekün bir hesaplaşmayı olanaksız kıldığı gibi, onlar bakımından tercih edilen de değildir. Ancak kesin olan, yukarıda ifade ettiğimiz iflas realitesi zemininde, yeni politika oluşturma arayışlarının yoğunlaştırılmasının zorunluluğudur. Şemdinli, zaten alttan alta başlamış olan bu yönelimin eşiğini de yükseltmiş oldu. MIT’in Güney’deki resmi Kürt iradesiyle (Barzani-Talabani yönetimi) geliştirdiği ‘samimi’ ilişkilerin ve ‘çözüm’ arama görüşmelerin basına yansıtılması, Şemdinli’nin yarattığı sarsıntının çatlakları arasından sızan arayış örneklerinden biriydi. Keza A. N. Sezer’in Şemdinli olayları öncesinde yaptığı bir değerlendirmesinde ‘Güney’de durumun değiştiğini görmek ve yeni bir stratejinin belirlenmesi gerektiği’ şeklindeki sözleri, devlet katındaki arayışlar da Cumhurbaşkanının konumu hakkında fikir vermektedir. Nihayetinde Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök bile Güney’deki realitenin gücünden sözetmekte ve şunları söylemektedir: “Barzani bir aşiret lideriydi, biz öyle görüyorduk. Ama durum değişti. Bu değişikliği kabul etmemiz gerekiyor. Talabani’yi de öyle görüyorduk. Şimdi Irak Cumhurbaşkanı, Irak’ı tanıyorsak, değişen koşullara göre hareket edeceğiz.”

Hükümet ise Kürt sorununun siyasi çözümünde net bir yaklaşım oluşturmuş değil. Bir yandan, ‘Kürt sorunu’nun lafını edip ‘değişimcilere göz kırpıyor, diğer yandan geleneksel resmi söylemleri yenileyerek statükocularla ipleri koparmamaya çalışıyor. Oluşturulmaya çalışılan yeni Kürt politikasında kendisine düşen somut siyasi sorumluluğu ve riskini üstlenmekten ve pratik tutum geliştirmekten uzak duruyor. Daha çok kendi ekonomik-siyasi elitinin ve bürokrasisinin doğrudan çıkarlarını güvenceye almanın peşine düşmüş görünüyor. Böylece generallerin ve şoven-faşist diğer odakların, AB programının ve onun TUSİAD gibi gerçek yürütücülerine karşı politik ve ideolojik manevra yapma alanlarını ve olanaklarını güçlendirmiş oluyor. AKP Hükümeti’nin ‘alt kimlik üst kimlik’, ‘Anayasal vatandaşlık’ tartışmasını açması ise, bütün tutarsız ve demogojik içeriğine karşın, yeni Kürt politikası oluşturma arayışlarına kendini uydurma gayreti, halkın nabzını yoklama ve toplumsal zemin oluşturma girişimleri olarak da okunmalıdır.

Olan bitenler burjuvazi için , Susurluk asfaltını AB otoyoluna bağlamaktan çok daha çetrefilli bir işle karşı karşıya kalındığını gösteriyor . Politik rejimin ‘istikrarlı değişim yolu ‘doğu’ya doğru uzandıkça arazi sertleşiyor, engebeler yükseliyor. Şemdinli’nin politik rakımına tırmanacak ‘demokrasi’ yolunun masrafı epey yüklü; kolektif ulusal kimliğin kabulü, siyaset yapma hakkının tanınması, anadilde eğitim yasağının kaldırılması, koruculuğun ve özel birimlerin lağvedilmesi, geri dönüş hakkının tanınması ve zararların tazmin edilmesi, vb.

Ama daha yüksek rakımlar da var... Kandil var! Burjuvazinin onları, ‘istikrar’ rejimine bağlayacak yolun politik ve ideolojik maliyetini karşılamaya gücü yetecek mi? Çünkü; yurtsever Kürt halkının yüreğiyle Kandil arasında, inkarın reddedilmesine dayalı onurlu, adil ve demokratik barış arayışı yolu var. İnkar ve imha politikasının en kan dökücü, terörcü güçlerinin çiğneyip geçmeyi başaramadığı bu yoldan, AB’ci TÜSİAD’ın heybesindeki demokratik kırıntılarla geçebileceğine ilişkin ise hiçbir gerçek veri yok. Gelecekte de olmayacak. 2006 Newroz’u geleceğin kimin elinde olduğunu bir kez daha gösterecek.

Şemdinli neden olmuştu ki!?

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi