Halklar Harabesi Hatay

Antakya, Güney’de çok sayıda ulusal ve dinsel kimliğin bir arada yaşadığı, ama ezenlerin asimilasyon politikalarıyla halklar harabesine çevrilmiş bir kentimizdir.

Antakya’yı anlamak ve günümüz Antakya gerçekliğine ışık tutmak için Arap ulusal mücadelelerine ve Antakya’nın tarihine dönmek gerekiyor.

Türkiye ve Kürdistan’nın çeşitli kentlerinde yaklaşık 4-5 milyon Arap yaşamaktadır. Arap nüfusu Mersin, Adana, “Hatay”, Mardin ve Urfa’da yoğunlaşmıştır. Bu kentlerden Hatay’ın Türkiye topraklarına ilhakı, hala Suriye ile arasında gerginlik konusudur.

Hatay'ın yüzölçümü 5825 km2, nüfusu 1 milyon 232 bin 910'dur. İlçeleri: Altınözü, Belen, Dörtyol, Erzin, Hassa, İskenderun, Kırıkhan, Kumlu, Reyhanlı, Samandağ, Yayladağı'dır.

Ezilen ve yok sayılan Arap halkı, “fellahlar”, “Arap uşakları”, “Nusayriler” diye adlandırılarak aşağılanmakta, bu adlandırmalarla Arap kimlikleri yok sayılarak inkar edilmektedir. Son dönemde Türkiye’de yaşayan ulusal topluluklar üzerine yapılan araştırmaların büyük bir bölümü Arap halk gerçekliğini, ilhak gerçekliğini karartmaya, Arapları Fellah ya da Nusayriler adlandırmalarıyla parçalamayı hedeflemekte, Arap halkının üzerindeki siyasal ve sosyal baskılardan söz edilmemektedir. Irkçı-kafatasçı Güneş Dil Teorisi savunucularına göre zaten Antakya’da yaşayanlar Araplar değil, Eti-Hitit Türkleridir.

Genel olarak Arap ulusunda ve Antakya’da Arap halkında geçmişte ve hatta günümüzde bağımsızlık ve özgürlük uğruna savaşım ve ulusal birlik bilinci gelişmemiştir. Arap ulusu coğrafi olarak geniş bir alanı tutmuş olmasına karşın, tek bir Arap devleti etrafında geniş ulusal birliğini hiçbir zaman kuramamış, bu uğurda mücadele 1958’de kurulan 9 aylık Suriye-Mısır Birleşik Arap Cumhuriyeti’yle sınırlı kalmıştır. Bu ibretlik durum, bariz bir şekilde Filistin’in adım adım işgal edilmesinde kendini göstermektedir. Filistin’in işgali karşısında, işgali engelleyecek bir tutum geliştirilmemesinde olduğu gibi, Antakya’nın ilhakında da Arap ülkeleri sessiz kalmayı tercih etmiştir. Feodal ilişkilerin hakim olmasının yanı sıra, İslamiyet’te vücut bulan mezhepsel iç çekişmeler ve aşiretler arasında yaşanan iktidar savaşları, ulusal birlikteliği kötürüm etmiştir. Buna çok uzun yılları alan istilalar ve başka ulusların, dinlerin hakimiyeti altında yaşamış olmaktan kaynaklanan doğal sayma ya da kabullenmişlik de eklenince, uğruna mücadele edecekleri değerlerden yoksun kalmıştır Arap halkı.

Türklerin Antakya’ya gelişleri 16. yüzyıla dayanır.

1516’da Osmanlı ordusu Antakya, Halep, Hama, Humus ve Şam’ı ele geçirir. 1517 Eylülünde Yavuz Sultan Selim hükümdarlığında Osmanlı devleti Memlûk Sultanlığını yenilgiye uğratarak, Suriye-Filistin-Mısır topraklarını işgal eder. Bu dönemde Belen ve Yayladağ’a Türkler yerleştirilir. Osmanlı İmparatorluğu Antakya’yı Halep İli’ne bağlı bir ilçe merkezi haline getirir. 1553’te Irak-ı Arap, İran seferi sonucu Osmanlıya bağlanır.

1881’de Tunus Fransa’nın, 1882’de ise Mısır İngiltere’nin egemenliğine girer. 1890’da Ermenilere karşı başlatılan kıyım sürgünlerle son bulacaktır. 1. Dünya Savaşında emperyalistlerin Osmanlı toprakları üzerinde yaptıkları paylaşıma göre; Fransızlar Antakya, İskenderun, Suriye ve Antep’i; Ingilizler ise Irak’ı işgal etmişlerdi.

12 Kasım 1918 günü Fransızlar İskenderun’a asker çıkarırlar; İskenderun, Belen, Antakya işgal edilir. ‘Arap hükümeti’ adıyla sürmekte olan yönetime son verilir.

27 Kasım 1918 tarihinde, merkezi Beyrut’ta bulunan Fransız Yüksek Komiserliği bir kararname yayınlayarak Antakya, İskenderun ve Harim’i içine alan ve “İskenderun Sancağı” adı verilen bir idari birim oluşturmuş, Sancak bir askeri vali tarafından yönetilmiştir. 20 Ekim 1921’de TBMM. ile Fransa arasında imzalanan Ankara Anlaşmasına göre, TBMM, Payas ile Meydam-ı Ekbez arasında uzanan sınırın güneyinde Suriye hükümetine bağlı ‘İskenderun Sancağının kuruluşunu kabul etti.

Böylece gelecekte Türk burjuva cumhuriyetinin yasayapıcı kurumunu oluşturacak olan TBMM, imzaladığı bu anlaşmayla sonradan “kendisinin” ve “Türk yurdu” sayacağı ve ilhaka girişeceği bu toprağın Arap karakterini teslim etmiştir. Sonradan ortaya atılan “40 asırlık Türk yurdu” yalanı ve ilhak politikası, Kemalizm’in yayılmacı ve sömürgeci yapısının ürünüdür. Fransız işgali sürdüğü sürece resmen Arap kimliği tanınan Antakya, Fransızların çekilmesiyle oluşan güç dengeleri içinde bu kez Türk yurdu ilan edildi. Musul ve Kerkük üzerinde de benzer bir politika izlemeye çalışan Kemalist rejim, güç dengelerinden dolayı bunu başaramadı.

Fransa, Suriye hükümetine bağlı sancaktan vazgeçerek, 1926 yılında merkezi İskenderun olan bir hükümet oluşturdu. Böylece bağımsız İskenderun hükümeti kuruldu. Arapların çoğunlukta olduğu meclis kurularak, Anayasa yapıldı. Suriye egemenlerinin bu isme karşı çıkması sonucunda hükümetin adı “Kuzey Suriye Hükümeti” olarak değiştirildi. 1936’da Fransa, Suriye’deki işgal güçlerini geri çekti. Böylece, Türk devletinin bu il üzerinde hak iddia etmesi bakımından uygun bir politik durum oluştu. Fransa Suriye’den çekilmiş olsa da, İskenderun sancağındaki varlığı, Hatay’ın Türkiye tarafından ilhakının gerçekleştiği güne kadar devam etti. Suriye, İskenderun Sancağının kendi toprakları olduğu ve merkezi hükümete bağlanması gerektiği yollu çalışmalarını Milletler Cemiyeti’ne getirdi. Milletler Cemiyeti, İskenderun Sancağının kaderinin halk oylamasıyla belirlenmesini kararlaştırdı. Türk burjuva devleti, bunu önce kabul etse de, daha sonra sonucun aleyhine çıkacağı fikriyle halk oylamasını engellemiştir. Türk burjuva devletini buna iten, elbette Arap halk gerçekliğinin ta kendisidir.

1937’de Milletler Cemiyeti, Sancak’ta yarı bağımsız bir yönetim kurulmasını, toprak bütünlüğünün T.C. ve Fransa tarafından korunmasını, dış ilişkileri ise Suriye’nin yürütmesini karara bağladı. Süngü gölgesinde yapılan “seçmen” sayımına göre 22 Türk, 11 Arap, 5 Ermeni ve 2 Rum vekilin meclise girmesi kararlaştırıldı. El çabukluğuyla silahların gölgesinde yapılan bu seçmen sayımıyla, halkın kaderi ilhakçıların eline terk edildi. Alelacele, yangından mal kaçırırcasına yasalar çıkarılıp kararlar alındı. Bu biçimde oluşturulan Meclis’in Türk vekillerinin oylarıyla 2 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyeti ilan edildi.

Bakanlar Kurulu kararlarıyla Arapların işine son verildi. Türk posta sistemine geçildi. TL, para birimi olarak benimsendi. Fransa’yla 23 Haziran 1939’da yapılan Ankara Anlaşmasının ardından, 29 Haziran’da Hatay Meclisi Türkiye Cumhuriyeti devletine “katılma kararı” aldı. 11 Temmuz 1939’da son Fransız birliği de İskenderun’dan ayrılırken, arkasında Türkiye’ye ilhak edilmiş toprakları bıraktı.

İlhakın ardından Türk burjuva devleti, Antakya-İskenderun’un nüfus yapısı üzerinde, kendi egemenliğine hizmet eden kimi değişiklikler yaptı. Çıkarılan yasalarla İskenderun Sancağında yer almayan Türk nüfus yoğunluklu Dörtyol ve Hassa ilçeleri, Hatay’a dahil edildi. 1939, 1942 ve 1967’de “Suriye uyrukluların mallarının tespiti ve bu mallara el konulması hakkında yönetmelik”ler çıkarılmış ve bu yönetmeliklerle ilhak sonrasında Suriye’ye ve Lübnan’a göçen Ermenilerin, Arapların ve Yahudilerin taşınmazlarına el konulmuştur. Bugün Kerkük’ün nüfus yapısının değiştirilmesini “savaş nedeni” saydığını ilan eden Türk devleti, 1938 ve sonrasında bizzat kendisi aynı politikayı Hatay’da uygulamıştır.

Arap ulusunun Arap coğrafyasında, gerek Osmanlı işgallerine karşı, gerek İngiliz ve Fransız emperyalistlerine karşı yürüttüğü mücadele, modern anlamda örgütlülükten yoksundu. Direnişler daha çok feodal aşiretler ya da dini liderler etrafında yürütülmüştür. Antakya’da Osmanlı devletinin işgalinin ardından yerini alan Fransız işgali karşısında Arap halkının işgale karşı herhangi bir direniş sergilememesi, Fransız işgalini Osmanlıya tercih etmeleriyle açıklanabilir. Ancak, işgalci Fransa’nın toprakları Türkiye’ye bırakıp geri çekilmesinde de aynı tutum sergilenmiştir.

Osmanlı Meclis-i Mebusan’nın “Misak-ı Milli” haritası içinde yer alan Antakya’nın adım adım ilhak edilmesi karşısında Arap halkının direniş göstermemesi, Kürt halkının yaşadığı yanılgılara benzer nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenler arasında, Meclis’te işbirlikçi Arapların temsil edilmesi ve çeşitli vaatlerin yanında Arap halkının ulusal birlikten uzak olması bulunmaktadır.

İlhakla, nüfusun ağırlıklı bir bölümünü oluşturan Araplar, Ermeniler ve Yahudiler üzerinde yoğunlaşan saldırılar ve asimilasyon karşısında nüfus göçleri olmuştur. Ermeniler, Hıristiyan Araplar ve Yahudiler, Suriye ve Lübnan’a göç etmişlerdir. Devletin resmi kayıtlarına göre ilhaktan önce Payas ve civarında 10 bini aşkın Ermeni yaşamaktadır. Antakya’nın genelinde yaşayan Ermeni ve diğer ulusal toplulukların sayısının çok daha fazla olduğunun kabulüdür bu.

Misak-ı Milli sınırlarında yaşayan milyonlarca Ermeni’den kala kala İstanbul’da küçük bir Ermeni topluluğu, Rize ve Artvin’de Hemşinliler ve Antakya-Samandağ’a bağlı Vakıflı köyü kalmıştır. “Dillere destan halklar mozaiği kent” Antakya, artık giderek bu özelliğini yitirmeye ve Türkleştirilmeye başlanır. Türk burjuva devleti, yürüttüğü Türkleştirme işine, Antakya’nın adını uydurma Hatay adıyla değiştirerek başlar. Bu isim, Kemalist ideolojiye göre Eti ve Hititlerden gelmektedir-“Hatti.” “Hatay” ismi, Antakya’nın ‘40 asırlık Türk yurdu’ olduğu resmi tezini desteklemenin bir aracıdır.

Diğer uluslara ait okullar birer birer kapatılır. Dil birliği parçalanır, Arapça gazete-dergi çıkarılması yasaklanır. Antakya’nın ilhakıyla yoğun olarak yerleştirilen Türk aileler ya da “soydaşlarla”, Antakya’nın demografik yapısının üzerine beton atılır. Halklar mozaiğinden geride Samandağ Vakıflı Köyü ve Antakya’da sınırlı sayıda Ermeni aile, az sayıda Hıristiyan Arap ve Yahudi aile kalabilmiştir günümüzde.

Hatay bir halklar harabesidir artık. 1939 ilhakı, arkada henüz bir kuşak bırakmasına karşın bu kuşak, Antakya Arap halk kültürünün de önemli bir bölümünü birlikte götürmüştür. Artık Antakya’da, dilleri birbirine yabancılaşmaya başlayan kuşaklar bir arada yaşamaktadır. Neneler-dedeler Türkçe bilmez; torunlar ise Arapça. Bunda, anadilde eğitim hakkının gasp edilmesi ana faktörlerden biridir. Öğrenim boyunca Arap öğrenciler sık sık, “kendi aralarında Arapça konuşmamaları”yönünde uyarılır.

Elbette anlatılanlardan Antakya Arap halkının tam anlamıyla asimile edildiği sonucu çıkarılmamalı. Devletin bütün asimilasyon saldırılarına karşın, Arap halkı, Kürt halkıyla birlikte, bu topraklarda dilini en iyi koruyan ve konuşma dili olarak en yaygın kullanan ulusal topluluktur. Antakya merkezinde günlük yaşam dili önemli oranda Arapça’dır.

Asimilasyon saldırısı sadece Arap dili üzerindeki yasaklamalarla sürmez. Arapları kendi içinde parçalayan mezhep çatışmalarını ve çekişmelerini körüklemek de Türk burjuva devletinin Arap ulusal topluluğunu parçalamasının bir aracıdır. Arapları aşağılamak için kullanılan “Fellah” kelimesi, bilinçli olarak sadece Arap Alevilerine karşı kullanılır. “Bizimkiler” denince Arap Alevilerin aklına Arap Aleviler gelir; Arap Sünnilerin aklına ise Arap Sünniler. Devletin uyguladığı Sünni mezhebini temel alan din politikaları da, Sünni Arapları devlete yakınlaştıran başka bir olgudur. Arap ulusal kimliğinden ziyade, dini kimlik ön plandadır.

Araplar, dini inançları doğrultusunda gerek Aleviler, gerek Sünniler olsun başka Arap ülkelerinde olduğu gibi (Irak’ta Sadr ya da dini ulema vb.) organik bir örgütlenmeden yoksundur. Türk burjuva devleti, 80 yıllık tarihinde bir şeyi çok iyi başarmıştır, Arap ulusal topluluğu içinde örgütlü hiçbir toplumsal yapı bırakmamıştır. Herhangi bir Ortadoğu devletini ele aldığımızda bile, ulusal azınlıkların, toplulukların, mezhepsel veya dinsel birlik etrafında -doğrudan ilerici, devrimci bir ideolojik duruşa dayanmıyor da olsa ulusal temelde örgütlü olduğunu görürüz. Türk burjuva devletinde resmi ideoloji dışında buna rastlamak mümkün değildir. Bu, rejimin şovenist karakterinin ürünüdür.

Milyonlarca Ermeni ve Rum’un yaşadığı bu topraklarda, bir avuç Ermeni ve Rum kalmış, halklar kıyım ve asimilasyondan geçirilmiştir.

Türkiye ne kadar mozaikse, Antakya da o kadar mozaiktir. Halkların Anadolu’da asırlarca kardeşçe iç içe yaşadığı bu topraklarda Ermeniler, Rumlar kıyımdan geçirilmiş, yok edilmiş, kalanlar Lazlar, Araplar, Kürtler, vb. asimilasyon, inkar ve imha saldırılarına uğramışlardır.

12 Eylül faşist darbecilerinin ilk işi Antakya’ya Afganistan’dan Özbekler getirerek yerleştirmek olur. Ova Kent beldesi kurularak 6-7 bin Afganlı yerleştirilir. Yavuz Sultan Selim’le başlayan nüfus yerleştirme politikası, mirasçıları tarafından yürütülür. 1938 sonrası Muş’tan, Samsun’dan, Aydından getirilen aileler de belirli bir stratejiye göre Antakya’nın farklı bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Farklı kentlerden getirilecekler için halen Kırıkhan’da devlet tarafından yeni yerleşim yerleri yapılmaktadır.

1990 sonrasında Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin Amanos Dağlarından Akdeniz’e açılması ve Arap halkıyla buluşmasından endişelenen diktatörlük, Samandağ-Arsuz arasındaki yolu trafiğe kapatmış, bölgeye yerleştirdiği Türk köylüleri koruculuk sistemiyle silahlandırmıştır. Halen bu bölge trafiğe kapalıdır. Bu bölgenin trafiğe kapatılmasının diğer bir nedeniyse, Arap yerleşim yerleri olan Samandağ-Arsuz arasındaki bağı koparmaktır.

Keza DEP Samandağ İlçe Başkanı, Arap halkının devrimci evladı Mehmet Latifeci’nin 1995’te katledilmesi de, Kürt ulusal mücadelesinin Arap ulusal mücadelesiyle buluşmasını engelleme amaçlı politikanın ürünüdür.

Kürt ulusuyla aynı asimilasyon saldırılarına hedef olan Arap ulusal topluluğu arasında Kürtlere yönelik milliyetçi tepki ve reaksiyon azımsanmayacak boyuttadır. ABD’nin Irak işgali de bu önyargıları kışkırtan bir rol oynamıştır. Bu toprakların iki ezilen ulusal dinamiğinin arasına önyargılardan örülü bir duvar çekilmiştir adeta.

Zaten anadilinde eğitim koşullarından mahrum olan Arap halkının arasına Türkleri yerleştirerek, yolları trafiğe kapatarak, setler örerek dil birliğinin ve ortak kültürün tamamen parçalanması hedeflenmektedir. Antakya’da konuşulan Arapça’nın ilçeler, hatta mahalleler arasında kimi ağız farklılıklarının açığa çıkmasının nedeni budur.

Antakya’da devlet bir yandan da esrar-uyuşturucu tüketimini yaygınlaştırarak hak alma bilincinden uzak, düşkünleşmiş, yozlaşmış, kendine ve toplumsal sorunlara yabancılaşmış kuşaklar yaratmayı hedeflemektedir. Öyle ki, kent merkezlerinden en ücra köylere kadar esrar-uyuşturucu kullanımı artmıştır.

Devlet, 1998’de, Abdullah Öcalan’ın Suriye’de kaldığı ve buradan Suriye’de okuyan öğrenciler vasıtasıyla örgütü yönettiği bahanesiyle, Suriye üniversitelerinin Türkiye’dekilerle denkliğini kaldırmıştı. Bu politikaların altında özellikle Antakya’dan binlerce Arap gencinin Suriye’de okuması ve Arap ulusal bilincinin gelişmesinden kaygılanan diktatörlüğün endişeleri yatmaktadır.

Devletin Araplara yönelik saldırgan tutumundan, ilhaktan bu yana hiçbir şey değişmemiştir. Son dönemde gündeme gelen Şaho Ağa olayı bunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Şaho Ağa ilhaka tanıklık etmiş, 1972’deki ölümüne kadar burada yaşamış, “T.C. kimliği” taşımıştır. Arazilerini Samandağ’da Antakya’da satmış, tapu işlemleri yürütmüştür. Devletin resmi kayıtlarında bu durum açıkça ortada olmasına karşın 1995 yılında Şaho Ağa, vatandaşlıktan çıkarılmış, mirasçısı olmadığı için malları Hazineye kalmış ve geçmişte sattığı tapu kayıtlarında tespit edilen arazi sahiplerine devlet tarafından tapu iptal davaları açılmaya başlanmıştır. Bu arazilerde, örneğin Samandağ ve Antakya’da mahalleler kurulmuş, tapular çeşitli defalar el değiştirmiş, tapu işlemleri yapılmış olmasına karşın şu an hala mahkemeler devam etmektedir.

Arap halkının ulusal, kültürel, sosyal, dinsel örgütlülükten yoksun olması diktatörlüğün uyguladığı asimilasyon politikalarının hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır. Arap olma bilincinde belli düzeylerde tahribat oluşmuştur. Ulusal, kültürel, siyasal talepler etrafında birleşme ve mücadele etme arzusundan bahsedilemez. Bunun nedeni, ezilen ulus olma psikolojisiyle açıklanabilir. Arap halkı her şeye karşın, belli düzeylerde Arapça’yı konuşma dili olarak yaygın bir şekilde kullanmaktadır. Ancak okuma yazma, sadece şeyhlerle sınırlıdır. Arap halkı ulusal bir topluluk olarak anadilde eğitim hakkından yoksundur. Mahallelerde açılan Kur’an kursları anadilde eğitimin yerine ikame edilmek istenmektedir. Arap nüfusun yoğunluğuna rağmen, Antakya’da tek bir Arapça öğrenim kursu yoktur. Bu sorun Adana için de geçerlidir. İstanbul gibi büyük kentlerde turistik amaçlı Arapça öğrenim kursları bulunsa da, Arap nüfusun yoğun olduğu Güney’de bu kurslar bulunmamaktadır. Bu durumda Arapça eğitim veren ve Hatay doğumlu öğrencileri ücretsiz kabul eden Suriye üniversiteleri, halkın ‘çözüm’ yollarından birisi olmaktadır.

Diğer yandan, Arap Alevi halkı sınırlı da olsa Kur’an kurslarına çocuklarını göndererek Arapça’yı öğrenmelerini hedeflemekte, bu da anadilde eğitimin yerine ikame edilmektedir. Kentte Arapça’nın öğrenilebileceği yegane kurum, Kur’an kursları olmaktadır, bu da kuşkusuz hiçbir biçimde anadilde eğitimin yerini tutmamaktadır. Sonuç itibariyle Antakya Arap halkının temel sorunlarından ve taleplerinden birisi, Arapça anadilde eğitimdir.

Sonuç olarak “Hatay”, ilhak edilmiş bir topraktır ve bu tarihsel gerçeğin derin izlerini taşımaktadır. Nüfusunun büyük bir bölümü Arap olan Antakya, resmi ideoloji tarafından “40 asırlık Türk yurdu” ilan edilmiştir. Burada karşımızda duran, bu toprakların Türk olmayan tüm halklarının yaşadıkları kolektif acılı geçmişin bir parçasıdır. Antakya-İskenderun Arap halkının bu tarihsel gerçeği, bu ildeki sınıf mücadelesini de etkilemektedir. Dolayısıyla bu kentteki Arap halkının ulusal talepleri, yürütülecek sınıf mücadelesinin bir boyutu ve parçasını oluşturmaktadır.

Antakya, geçmişi çok partili döneme denk düşen Demokrat Parti-CHP çekişmesini yoğun biçimde yaşanmıştır. Bu farklı çıkar gruplarının burjuva partilerde yer edinme yarışı hala sürmekte, her dönem Meclis’te işbirlikçi Araplar temsil edilmektedir. Faşist diktatörlük, Arapların belli düzeylerde de olsa meclise girmesini önemsemektedir. Burjuva düzen partileri, özellikle CHP, tüccar ve zengin kesimin düzenle ilişkilerini kurumlaştıran bir role de sahiptir.

Türkiye’de ve Kürdistan’da yaşandığı gibi, Antakya’da da “solun kalesi” olarak bilinen yerlerde CHP’nin hakimiyeti büyük oranda son bulmuştur. Halkın sol olarak gördüğü CHP’nin de diğer burjuva partilerinden farksız olduğunu yaşadığı deneyimlerden öğrenmesi, onun bu partiyle olan bağını büyük oranda koparmıştır.

Özellikle Arap Alevilerin yaşadığı Samandağ ilçesi ve beldelerde başta AKP olmak üzere diğer düzen partileri de yer bulmakta ve hatırı sayılır oy almaktadır.

Antakya Arap halkı, İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliğiyle yaratılacak halklar bahçesinin nadide bir çiçeği olacaktır. “Hatay sorunu”nun çözümü, ancak mevcut faşist-inkarcı burjuva iktidarın yıkılarak halkların ortak emekçi iktidarının kurulmasıyla mümkün olabilecektir. Ayrıca, ilhakçıların “Hatay” olarak adlandırdığı bu yöreyi tanımlamak için Antakya adını kullanmak daha doğru olacaktır, çünkü bölgedeki tarihsel olarak en eski yerleşim yeri ismi budur.

Hatay sorununun çözümü, halkların gönüllü birliği üzerinde inşa edilen bir İşçi Emekçi Sovyet (Konsey) Cumhuriyetler Birliği kurulmasıyla mümkün olacaktır. Arap halkımız, kendi kimliğiyle bu birleşik emekçi iktidarının içinde yerini alacaktır. Ayrıca Arap, Kürt, Türk halklarımızın bu kadar iç içe yaşadığı bu bölge, demokratik-sosyalist Ortadoğu Federasyonu’nun ve birleşik devrimin de mayası olacaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi