Aydınlar Emekçi Çözüm Saflarına

Hatırlanacaktır, “Tek yanlı ateşkese” son verileceği açıklaması ve sonra da son verildiği kararı, ilk anda yaygın bir şekilde pek de ciddiye alınmamıştı. 2004 Haziranındaki bu fotoğraf, çarpıcı ve ilginçti. Hatta bu kararı Genelkurmayın dikte ettiği iddiasına inananlar hiç de az değildi. Ancak geride kalan zaman, “Tek yanlı ateşkese” son verilmesini önemsiz görmenin politik bir yanılgı olduğunu gösterdi. Kararın belirleyici önemini, ‘99 İmralı duruşmalarıyla oluşan durumu sarsıp değiştirme gücüyle ortaya koydu. Gündemde kalmaya devam eden Kürt ulusal sorununun, bekletme koridorlarında uyutulmaya, yatıştırılmaya ve çürütülmeye çalışılmasına gerilla savaşının yeni baskısıyla dur deniyordu.

Zor oyunu bozmaya çağırılıyordu. “Tek taraflı ateşkes” bozuldu ve onun yerini aktif savunma alırken, gerilla ana güçleriyle tekrardan Kuzey Kürdistan’a konumlandı. Geride kalan bir yıllık dönemde bir kez daha politikanın şiddet araçlarıyla yürütülmesi durumu ve savaşın diyalektiği hükmünü sürdürmeye ve savaş tırmanmaya başladı. Gerilla hareketinin yeni baskısı, tekniğin etkin kullanımına dayalı yeni taktiği ile sömürgeci savaş güçlerini git gide daha belirgin biçimde zorlamaya başladı.

Gerilla, ilkin ulusal kurtuluş mücadelesinin gelişiminde belirleyici roller oynamıştı. İmralı sonrasında ise kazanımların en önemli güvencesi olarak gerillanın önemi açığa çıktı. Tek taraflı ateşkese son verilmesinin akabinde ise gerillanın, hem ulusal hareketin toparlayıcı/birleştirici temel unsurlarından biri ve hem de sömürgecilik üzerinde siyasal baskının temel enstrümanlarından biri olamaya devam ettiği kesin bir açıklıkla görüldü.

Zor oyunu bozdu ve bir bakıma kartlar yeniden karılıyor. PKK’siz, Öcalan’sız AB’ci çözüm her gün daha çok boşa çıkıyor. Savaşın tırmanışıyla ulusal hareket kendini yenibaştan dayatıyor. AB emperyalistlerinden tutun da genelkurmaydan aydınlara değin, bütün aktörler, bütün toplumsal ve siyasal güçler, Kürt ulusal sorunu/hareketi karşısında konumlarını bir kez daha belirleme ihtiyacını duyuyorlar.

“Tek yanlı ateşkesin” son buluşunun yıldönümü Haziran ayının ortasında Türk aydınlarının yaptığı “kalıcı barış” çağrısının medyanın, yani basın tekellerinin desteği ile de birleşerek dikkate değer bir ilginin konusu olması da bu kapsamda ele alınabilir. Tekeller, işbirlikçi tekelci burjuvazi, aydınlarımızın, “PKK'nın silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesi” istemini “derhal ve önkoşulsuz” biçimde desteklemekte bir an olsun duraksamadılar. AB’ci tekellerimiz bu çağrıyı kendi çizgilerine uygun bulmuşlardı ve politik inisiyatif göstermek, onların da hakkıydı.

Kürt aydınlarının yüreği Türk aydınlarının çağrısının havada kalmasına dayanamamış olsa gerek ki, onlar da çağrıyı olumlu biçimde yanıtlamakta gecikmediler. Durum, aydınları bir hayli kışkırtmıştı.

Bütün bunları, sansürlerle karşılanan “Militarizme ve Şovenizme Karşı” Aydın Bildirgesi izledi.

Oya Baydar, Türk aydınlarının çağrısına getirdiği yorumla bu bahiste güvenilir bir danışman göründüğü için onun açıklamasından tutarak çağrıya, Türk aydınlarının Kürt ulusal sorunu ve savaşa karşı tutumlarına bakalım.

"Kürtlere haklarının verilmesi için çatışma ortamının durması gerekiyor. Barış için bu çağrı önemli." diyordu, bayan Baydar. Böylece, "Kürtlere haklarının verilme"mesinin nedeninin "çatışma ortamı” olduğunu vurguluyordu. Çatışma ortamı "dursa", "Kürtlere hakları" verilecekti. Demek ki, PKK tek taraflı olarak "silahlı eylemlere" son verirse, hele de kayıtsız şartsız silah bırakırsa çatışma ortamı son bulacaktı ve de bu durumda, "Kürtlere haklarını vermek" için yanıp tutuşan Türk burjuva devletinin yolu açılacaktı. Bu nedenledir ki, "Barış için bu çağrı önemli”ydi.

Keza bayan Baydar’ın hiç de tanımlayıcı, hiç de belirgin olmayan “Kürtler” ifadesini kullanmayı tercih etmesi, aslında oldukça anlamlıdır. İleri sürülecek çözüm önerileri tanımdan başlayarak geliştirileceğine göre, “Kürtler” ifadesi en iyi halükarda Kürtleri bireyler olarak kabul ediyor, yani ulusal varlığını tanımıyordu. Kürt ulusal sorunu ve Kürt ulusal demokratik hakları söz konusu olduğunda kekeme olmak, sanki Türk aydınının kaderiydi.

“Kalıcı barışın sağlanmasını” isteyen 150 aydının yayınladığı bildiri, Oya Baydar’ın yorumundan daha aydınlık değildi. İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy’un okuduğu bildirinin tam metnini anımsamakta yarar var:

"Sadece geçen ay 50’ye yakın insanımızı yitirdik. 15 yıl süren ve 30 bini aşkın insanımızın kaybına yol açan, taraflarca 'düşük yoğunluklu çatışma' veya 'kirli savaş' olarak adlandırılan dönemin acılan milyonlarca insanımızı derinden yaraladı. Artık insanlarımız ölmesin, barış içinde ve adil bir yaşam sürelim. PKK'nin silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesini istiyoruz. Hükümetin, kalıcı barışın sağlanması ve herkesin demokratik toplumsal hayata katılabilmesi için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesini talep ediyoruz.''

“Artık insanlarımız ölmesin, barış içinde ve adil bir yaşam sürelim.” Bunları kim istemezdi ki ve bunlara kim itiraz edebilirdi ki? İyi ama, insanlarımız niçin ölüyordu? “Kalıcı barışın sağlanması”nı talep eden aydınlarımız, bu savaş hakkında ne düşünüyorlardı? Bu nasıl bir savaştı? Barış talep eden bildiriyi yayınlayan aydınlar bize, bu savaşı, devletin 'düşük yoğunluklu çatışma', PKK’nin ise, 'kirli savaş' olarak değerlendirdiğini açıkladılar. Tamam da bu savaşı kendileri nasıl değerlendiriyorlardı? Türk işçi ve emekçilerinin, halklarımızın aydınlanma ihtiyacıyla kavrulduğu bu şovenizm çölünde en yaşamsal sorundu bu. Ne yazık ki, kalıcı barış isteyen aydınlarımız, savaş konusunda kendi görüşlerini açıklamaktan kaçınıyor, halklarımızı ihtiyaç duyduğu ışıktan mahrum bırakıyorlardı.

Orta yerde savaşa yol açan dev gibi bir toplumsal-siyasal sorun, Kürt ulusal sorunu çözümsüz duruyorken, “yansızlığı” ve buna dayalı bir “hakemliği” taşıyabilir miydi aydın tavrı. Böyle bir hakemlik ve yansızlık, gerçekte egemenin, sömürgecinin desteklenmesi anlamına gelmez miydi? Hatta aydınlarımız, PKK'den “silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesini” istemekle, PKK’yi bu savaşın sorumlusu olarak sunmuş olmuyorlar mıydı? Sahi, bu savaş hangi politikaların devamıydı ve savaşın sorumluluğu kime aitti?

Görülüyor ki, AB’ci basın tekellerinin aydınlarımızı duraksamadan desteklemesi hiç de anlamsız, nedensiz değildi. Aydınların hareketlenmesini örgütleme inisiyatifi gösteren çevrelerin, aydınların “PKK'nin silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesi” istem ve çağrısını, PKK’nin “derhal ve önkoşulsuz” olarak silahsızlanması şeklinde tercüme ederek okumaları, yazmaları durumu iyice belirginleştiriyordu. Reformist Türk küçük burjuvazisinin gerilla savaşı bakımından bir çeşit teslimiyet örgütlemeye çalıştığı çarpıcı biçimde açığa çıktı. Egemen işbirlikçi tekelci burjuvazi ile reformist Türk küçük burjuvazisi arasında daha önce de hemen her kritik durumda tanık olduğumuz basın aracılığı ile gelişen ittifak ilişkisi, her iki tarafın da AB’ci çözüm programına angaje olmalarıyla bağlıydı.

Bayan Baydar’ın yorumuna göre, aydınlarımız Kürtlerin ulusal varlığını, yani bir ulus olduğunu ve ulusal haklarını özünde red ve inkar ediyor, Kürtlerin varlığını ve haklarını ancak birey, yurttaş hakları kapsamında kabullenebiliyorlardı. Oysa ulus olarak “Kürtler”, ulusal varlıklarının ve ulusal demokratik haklarının kabulünü istiyorlardı. Böyle olduğu içindir ki, Kürtler Türk aydınlarını kırmamak, boşa düşürmemek için ne kadar anlayış ve esneklik gösterirlerse göstersinler, Türk aydınlarının çağrısıyla Kürtlerin ulusal varlığı ve ulusal demokratik talepleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın kendini dışa vurması ve ortama egemen olması gecikmiyordu. Kendi gerçekleriyle hesaplaşıp kopma yeteneği gösteremeyen aydınlarımız, bir kez daha Kürt ulusal gerçekliğine çarpmanın utancıyla cezalandırılıyorlardı.

“Adil bir yaşam” isteyen aydınlarımız, maalesef ulusumuz için tanıdıkları/kabul ettikleri hakları Kürt ulusu için de tanıyan eşitlikçi, adil bir tavrı almayı başaramıyorlardı. Bilimsel gerçekçi bir tavırla savaşı tanımlayamadıkları gibi, savaşın haklı ve haksız taraflarını ayırt edemiyorlar, burjuva çözüme, sömürgeci politikaya yedeklenmekten öteye gidemiyorlardı.

Heyhat, halklarımızın aydın evlatları adına hepsi bu kadar değildi elbette. Bir ışık demeti, sansürün sıkı dokunmuş parmaklıkları arasından, “Militarizme ve Şovenizme Karşı” “Aydınlar Bildirgesi” halklarımıza ulaştı.

“Militarizme ve Şovenizme karşı” “Aydınlar Bildirgesi”nin önde gelen temsilcisi Haluk Gerger, Gündem gazetesinin sorularım yanıtlarken, “Ülkedeki ihlallerden sadece ordu ve hükümet değil, bütün ‘sistemin’in sorumlu olduğunu” vurguluyordu. Kuşkusuz Kürt ulusal sorunundan da sistem sorumluydu. O, özellikle “aydın tavrını” eleştiriyordu. “Türkiye'de tek taraflı ateşkes isteyen bildiriyi imzalayan aydın tipinden umutsuz olduğunu söyleyen Gerger, "ama insanlar herhalde gerçeği göreceklerdir" mesajını veriyordu.

“Biz Türkiye'de esas olarak net, ikirciksiz, dürüst ve cesaretli, bilimsel gerçeklere uygun tavır alınmasının bir örneğini vermek istedik. Asıl olan o", diye konuştu. Önemli olanın bilinenleri "aydın ahlakına yakışır" ve "net biçimde" söylemek olduğunun altını çizdi. Bu eksikliği gidermek ve "Türkiye'de hala bilimsel cesarete ve aydın haysiyetine sahip insanların az da olsa var olduğunu göstermek" için harekete geçtiklerinin altını çizdi.

"Biz hiç boş durmuyoruz. Türkiye'nin namuslu insanları olarak elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Tabi bizim yaptıklarımız her zaman kamuoyuna ulaşmıyor. Parasıyla ilan bile bastıramıyoruz. Böyle sorunlarla karşı karşıyayız. Demokratikleşme, onurlu adil barış için elimizden geleni yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz."

"Herkes elinden gelen her şeyi yapmalı" çağrısında bulunan Gerger, şu değerlendirmeyi yaptı: "Ama bunu bilimsel dürüstlük ve bir aydın onuruyla yapmalı. Biz bir yol açtık. Bu bildiriye katılmak isteyenler katılabilir, gereklerini yapmak isteyenler yaratıcı inisiyatifler oluşturabilir." Bildirgenin tam metnini burada vermekte, okura kıyaslama olanağı sağlayacağı için de yarar var:

“Aydınlar Bildirgesi Militarizme ve Şovenizme Karşı

-14 Temmuz 2005-

Halklarımızın ufkunda kara bulutlar dolaşıyor.

Bunun sorumlusu devlettir.

Devlet, savaş politikasında ısrar ediyor; Kürt halkının üstüne silahlı operasyonlarla gitmeyi sürdürüyor. Mardin’de 12 yaşındaki çocuğu infaz ediyor; Van’da, Diyarbakır’da halka ateş açıyor; sivilleri öldürüyor, yaralıyor.

Devlet, militarizmi körüklüyor; Tunceli’de sivil ve silahsız insanları havadan ve karadan bombalıyor; Ankara’nın göbeğinde kelepçelediği ve ayağından yaraladığı genci kurşuna dizerek naklen infaz gerçekleştiriyor.

Devlet, şovenizmi kışkırtıyor; Kürt halkını “sözde vatandaş” olarak anıyor; Trabzon’da faşistlerin öncülüğünde sahnelenen linç girişimlerini cesaretlendiriyor. Başbakan ve ana muhalefet partisi başkanı, linççilerin “hassasiyet”ini anlayışla karşıladığını söylüyor. Solcu-gericiler, faşist saldırganlığa “ulusalcı” mazeretler uyduruyor. Faşist hareket kışkırtılıyor.

Devlet, anadilde eğitimi savunduğu için Eğitim-Sen’i tasfiye etmekle tehdit ediyor.

Devlet, topluma resmi ideolojiyi dayatıyor; 1915 Ermeni tehcirinin gerçek boyutlarını kabul etmek bir yana, Türk Tarih Kurumu (TTK) ve Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK) bünyesinde oluşturduğu sözde komisyonlar aracılığıyla gerçekleri çarpıtıyor, ezen ulus milliyetçiliğini yeniden üretiyor.

Kaynağı bizzat devletin kendisi olan şiddetin sorumluluğunu başka adreslerde aramak, aydının vicdanıyla da, bilimsel gerçekçi kimliğiyle de bağdaşmaz.

Nitekim 1990’lı yıllarda JİTEM hesabına çalışan itirafçıların son haftalarda yaptıkları açıklamalar, organize şiddetin ilk ve dolaysız sorumlusunun devlet olduğunu bir kez daha göstermektedir. Kaçırıp kaybetme ve yargısız infaz gibi kontrgerilla uygulamalarının ayrıntıları, bizzat kontrgerilla tetikçileri tarafından açıklanmasına karşın, devletin ilgili birimlerinin suçluları yargılamaya dönük hiç bir girişimde bulunmaması, saldırganlığın yeniden başlamasını özendiriyor.

Bizler, halklarımızın ufkunun karartılmasına izin vermeyeceğimizi, hayatın ve toplumun aydından beklediği sorumluluğu yerine getirmekten kaçınmayacağımızı duyuruyoruz.

İşçi sınıfı hareketini, tüm demokratik kitle örgütlerini, emekçileri ve toplumun bütün ezilenlerini birleşik bir cephe gibi davranmaya, birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.”

“Kürt halkı” kavramıyla Kürtlerin ulusal varlığını vurgulayan Bildirge, eğip bükmeden tırmanışa geçen militarizmin ve şovenizmin sorumluluğunun devlete ait olduğu gerçeğinin altını çiziyor, halklarımıza mücadele çağrısı yapıyordu. Bildirge bir bakıma, Kürt sorununda “emekçi çözümün” temel başlangıç unsurlarını da içeriyordu. Bunlar özetle;

Kürtlerin ulusal varlığının kabulü,

Kürt ulusal sorunun çözülememesinden/çözümsüzlük ve savaştan devletin sorumlu olduğu, Kürt ulusal sorunun çözümünün ve kalıcı barışın, “İşçi sınıfı hareketini”in “tüm demokratik kitle örgütlerini”in, “emekçileri”in “ve toplumun bütün ezilenleri”nin “birleşik bir cephe gibi davranma”sı, “birlikte mücadele”siyle elde edilebileceği gerçekleridir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin, halklarımızın mücadelesi, onurlu, demokratik bir barışı eşitlik ve özgürlük temelinde getirerek halklarımızı kardeşleştirecektir. Aydın taraf olmalıdır ve tabi ki, her şeyden önce gerçeğin yanında taraf olmalıdır. Ama aynı zamanda baskı ve sömürüye karşı mücadelenin yanında taraf olmalı, ezilenlerin, sömürülenlerin özgürlük ve kurtuluş mücadelesinde saf tutabilmelidir aydın. Umudu kırılarak teslim alınmaya çalışılan bir halka umut ışığı olabilmelidir aydın.

Demek ki, aydınlarımız, biri tutarlı demokratlık çizgisinde duran devrimci; diğeri ise egemen sınıfla uzlaşmaya yatkın teslimiyete açık sallantılı bir çizgide duran, reformist olmak üzere iki eğilime bölünmüştür. Bu, yeni oluşmuş bir durum değildir. Ancak son bir yılın gelişmeleri bu iki eğilimin daha çarpıcı biçimde karşı karşıya gelmesini ve kristalize olmasını koşullandırmıştır. Elbette bu eğilimlerin politik izdüşümleri de vardır.

ÖDP’nin izlediği çizgisinin aydınlar arasındaki reformist eğilimle bağlı olduğundan kuşku yoktur. SDP’nin bu iki eğilim arasında yalpalaması ise sürpriz sayılamaz. Hatta bu tavrın devrimcilikle reformculuk arasında sallanan bir genel çizginin devamı olarak oldukça manidar olduğu da söylenebilir. Son zamanda yurtsever cephecilik oyunuyla kızıl elmacılarla, kemalist subaylarla vb. flört eden sosyal şovenizmi iyiden iyiye azan TKP’nin tavrı, ÖDP’nin gerisindedir. EMEP ise politikasızlığın yeni bir örneğini sunmuş bulunuyor. Kürt sorunu ve savaşa karşı tavır ekseninde gelişen aydın çıkışları süreçlerinde hiçbir inisiyatif gösterememenin yarattığı açmazın baskısı altında, “Aydınlar birleşin” demenin sırıtan politik kurnazlık şirinliğinden öte, her hangi bir politik değeri yoktur.

Tutarlı demokratlık, Kürt ulusal sorununda devrimci çizgi demektir. “Emekçi çözüm”, Ankara’daki faşist sömürgeci rejimin yıkılması, Kürt ulusal sorununun halklarımızın eşitliği ve özgürlüğü temelinde kardeşleşme çizgisinde çözümü demektir. Marksist leninist komünistler bu çizginin bayraktandır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi