Öcalan Marksizm’i Nasıl “Aşıyor!”

20. yüzyıl, 1917 devrimi ile başlayıp karşı devri­min resmi zaferinin adı olan 1991’de Sovyetlerin da­ğılmasıyla kapanmıştı. Eric Hobsbawm’un “kısa 20. yy” dediği bu asır, hem kısa, hem bazı günleri “20 yı­la bedel” uzunluktaydı. Marksizm’in damgasını vur­duğu fırtınalı bir dönemdi. Nitekim ’91 sonrasında emperyalist kapitalizmin ideologları, hınç alırcasına sosyalizme ve ilerici insanlığın kazanımlarına karşı saldırıya geçtiler. Kapitalizm-sosyalizm dengesinin ezilenlerde yarattığı güven duygusu parçalandı, sö­mürünün biçimi ve düzeyi katmerlendi.

20. yüzyılda doğan tüm Ulusal Kurtuluş Hareket­leri gibi modern Kürt hareketi de Marksizm’den etki­lendi, onunla dinamik bir ilişki içinde oldu. ’91 son­rasında bu etkilenme hız keserek belirsizleşti. Öcalan’ın, Kürt devriminin emperyalizm destekli sömür­gecilik lehine bozulması ardından geliştirdiği İmralı merkezli tezler, bu etki-tepki sürecinin son halinin billurlaşmış ifadesi oldu. Bu sürecin dolaysız etkisi altında kaleme alman “Sümer Rahip Devletinden De­mokratik Cumhuriyete Doğru”, “Atina Savunması” ve “Bir Halkı Savunmak” ile görüşme notlarında ifa­de edilen Marksizm’e dair değerlendirmeler, dışarı­dan ve oldukça tepkisel bir aklın Marksizm’i yorum­lama çabasını aşamıyor. İthamlardaki tepkisellik to­nu ve aceleye getirilmişlik, söylenenlerin verimli bir tartışmaya vesile olmasını engeller niteliktedir.

Öcalan, bütün tezlerinde özü itibariyle şunu söy­lüyor: Marks, Engels, Lenin’in formüle ettiği sosyalizm-komünizm projesi eskimiş ve imkansızdır. Fa­kat bugünkü kapitalizm de vahşidir ve düzeltilmeli/revize edilmelidir. Öcalan, çıkış yolunu “vicdanlı” ve “sosyal” bir kapitalizmde buluyor. Üçüncü alan vb. açılımlarının “sınırı” budur. Ancak bu, ütopik sosyalistlerin kendi tarihsel koşullarında komünizmi görememelerinden kaynaklanan nesnel sınırlılık de­ğildir. Öcalan’ın 20. yy devrimlerinin bilgisine ve son otuz yıllık politik mücadelenin pratiğine sahip oldu­ğu düşünülürse, bu “teorik geri sıçramayı” oldukça bilinçli olarak tasarlayıp kapitalizmi kutsadığı anlaşı­labilir. Tüm argümanlar bu temel tasarıya göre sıra­lanmaktadır. Politik konjonktürün doğrudan basıncını yansıtmaktadır düşünceleri.

Öcalan’ın iddiası; iktidarı, zoru, özgürlük sorun­salını çözdüğü ve Marksizm dahil tüm ideolojileri “aştığı”dır. Aşma kavramı ‘kendisine içerme’yi de kapsıyorken, Öcalan yer yer peygamber üslûbuyla Marksizm’e reddiye yazıyor. Ona kalırsa Marksizm, kapitalizmin bir mezhebidir. Sovyetler Birliği ve Hitler faşizmi, utanılası iki totaliter rejim olarak aynı madalyonun iki yüzüdür. Yine ona göre tüm Mark­sist sistematik, kapitalizmi geliştirmeye hizmet et­miştir.

Bu iddialar dahil olmak üzere İmralı tezlerinin çoğu, hiç de yeni değildir. Öcalan, çeşitli eğilimlerin ve kişilerin Marksizm karşıtı sözlerini kendi potasın­da merkezleştirerek yeni bir formda ifade ediyor. Tezlerinin tartışılıyor olmasının ana nedeni, tezlerde­ki özgünlük değil, Kürt hareketinin güçlü bir politik figür olarak varlığını sürdürmesi ve askeri-teknik gü­cüdür. Kürt ulusal mücadelesinde bir tıkanma oldu­ğu gerçeği ortadadır. Öcalan, çıkışı, hareketi ‘Yeni Dünya Düzeni’nin yapısıyla uyumlulaştırmakta gör­düğü için, anı ebedileştiriyor, teoriyi dar politik ihti­yaçlara kurban ediyor. Sanılanın aksine o bir Brest Litovsk veya NEP yapmıyor, kapitalizme zarar ver­memeyi taahhüt ettiği zararsız ve kabul edilebilir bir proje sunuyor.

Yukarıda sıraladığımız iddiaların bir yanı tarihsel determinizmdir. Bu görüş, Sovyet devriminin “er­ken” olduğunu varsayar. Oysa soyut doğru yoktur ve erken devrimden söz edilemez. İktidarı alıp topluma doğru genişleyerek ayakta kalabilen her devrim, doğ­ru zamanda yapılmış demektir. Toplumsal maddi gerçeğin ürünü olmayan yapay kalkışmalar veya devrimler ise yerleşmeden tasfiye olmuşlardır. Sosya­lizmin geçici yenilgisinin ardından, zaten yanlış doğ­muştu demek, bunu ‘keşfetmek’ anlamlı değildir.

İddiaların beslendiği kaynak, Avrupa Mark­sizm’idir. Avrupa Marksizm’i Bernstein ile başlayıp Kautsky ile olgunlaşmıştı. Özü, evrimi ve tedriciliği Marksizm’in esası sayarak, tüm ihtilal programlarını reddetmesidir. Akademik Marksizm de buradan bes­lenmektedir. Fikir vermesi bakımından belirtmek gerekiyor; Öcalan İmralı öncesi dönemde yoğun gündelik pratik içerisindeydi, Marksist külliyatı ince­leme imkanı çok azdı. İmralı sonrasında ise avukat­ları Öcalan’ın okuma listelerini açıkladılar. Bu listede Marks-Engels-Lenin bulunmazken, çok sayıda reviz­yonist Avrupa Marksist’inin eserleri vardı. Eleştirile­rin sivri ucu Marksizm’e yöneltilirken, Marksist te­mel eserlerin, en azından son altı yılda incelenmemiş olması, iddiaların teorik dayanaklarını ve ikna gücü­nü zayıflatan yöntemsel bir sorun durumundadır.

Marksizm’in kapitalizme hizmet ettiği iddiasının diğer nedeni de, tarihi-hayatı okuma biçimiyle ilgili­dir. Tarih, sonuçlarından bakılarak, bakanın güncel politik gereksinimlerine göre okunamaz. Sonuçlar­dan bakan ve çok kötümser bir tarih okumasına da­yanan bu iddia, her olgu ve olayın içinde gerçekleş­tiği koşullar içinde analiz edilmesi gerektiği gerçeği­nin de reddidir. Marksizm, Antik Yunan’dan bu ya­na ayrı kulvarlarda gelişen bilim ile felsefeyi ilk kez kendisinde birleştirmeyi başarmış bir akımdır. 20. yüzyıldaki kimi uygulamalarda bilim-felsefe makası­nın felsefenin aleyhine olarak açılması da bu gerçek­liği değiştirmez. Marksın 11. tezinin anlamı da buy­du: Nesneyi ‘değiştirmek’ üzere açıklamak! Tamam­lanmaya en uzak toplumsal kurtuluş projesi olarak kapitalizmi çözümleyen, bağrındaki yıkıcı dinamiği keşfedip ona tarihsel rol yükleyen Marksizm, mevcut sisteme karşı saldırı ideolojisiydi. Rusya’da bu yolla maddileşti ve savunmaya çekildiği koşullarda da tak­tik yenilgisini yaşadı. Önemli olan, bu toplumsal kurtuluş projesinin yaşanılabilir olduğunun kanıt­lanmasıdır, geçici yenilgisi değil. Oysa Öcalan, bun­ların hiçbirini görmek istemiyor.

Bu sorunlu bakış açısı, Kürt isyan tarihine ve so­mut olarak da PKK savaşımına uygulandığında şu sonuç çıkar: PKK, rejimi güçlendirmiş ve sisteme ya­ramıştır! Böyle bir anlamsız önerme ciddiye alınabi­lir mi? PKK ile savaşımında sömürgeciliğin kontrgerilla taktiklerini geliştirdiği, kendisini modernize et­tiği, daha da merkezileştiği, savaş hilelerinde ustalaş­tığı birer olgu olarak doğrudur. Fakat niçin olgulara takılıp kalalım ki! Bu olgular, Kürt Kurtuluş Hareke­tinin halkın bağrındaki özgürlük arzusunun sonucu olarak sömürgeciliği yıkmak üzere örgütlendiği ve savaştığı gerçeğini değiştirir mi?! PKK’yi ve Mark­sizm’i her tür anlamsal bağdan kopartarak, “karşı çıktıkları sistemi güçlendirmişlerdir” diye değerlen­dirmek, gerçek ile sorunlu bir ilişki kurmak demek­tir.

Öcalan, aynı yerde “Das Kapital kapitalizmi zayıf­lattı mı, güçlendirdi mi” sorusu üzerinden, “güçlen­dirdi” yanıtını verip iddialarını sürdürürken de yanı­lıyor. Marksizm, o ana kadarki tüm idealist ve kaba materyalist anlayışlarla köklü bir hesaplaşmanın ürü­nüydü. Marks ve Engels, tarihi ve ekonomik süreçle­ri nedensel bağlantıları içinde bilim insanı titizliğiyle incelerken, çıkan sonuçlan birer filozof, birer tarih­sel eylemci olarak ele aldılar ve incelemelerinin işaret ettiği kapitalizmin aşılarak ko­münizme varılması gerçekliği­ne göre konumlandılar.

Kapitalizmin ideologlarının Kapital’i okuyarak kendi sis­temlerini onarıp yıkılmaktan kurtardıkları gibi çala kalem değerlendirmeleri bir yana bı­rakıp, Kapital çalışmasına bak­mak gerekiyor. Marks burada, sınıflı toplumların son türevi olan ve kapitalizm olarak aldandırlar yeni tarihsel döne­min işleyiş yasalarını çözümle­yerek, bu yasaların kapitalizmi nasıl bir tıkanmaya götürdüğü­nü ve mutlaka aşılacağını orta­ya koymuştur. Sistemi yıkacak politik özne, işçi sınıfıydı. Kim­di işçi? Kapitalizmin dağıttığı serf-senyör ilişkisi düzeneğin­den arta kalan ve fabrika kapı­larında, işçi barakalarında top­lanmış, emek gücü dışında sa­tacak hiçbir şeyi olmayan bütün yoksullar/mülksüzler!

Marksizm’in diğer felsefi anlayışlardan farkı, onun praksis felsefesi oluşuydu. Bu nedenle tarihte o ana kadar ilkel eşitlikçi ve özgürlükçü tüm isyanların maddi sınırlarından söz ederlerken, başkaldırı ruhu­nu selamladılar. Açık ki özel mülkiyet tarihinde bi­limsel bir temele oturan en yıkıcı-özgürlükçü kurtu­luş ideolojisiydi Marksizm. Bilimsel dış yüzey içinde ihtilalci bir öz taşıyordu. Oysa Öcalan, tarihi inceler­ken bilim insanı titizliği göstermediği gibi, bulundu­ğu son noktadaki duruşunun haklılığını ispatlamak, devrimin gereksizliğini kanıtlamak amacıyla olguları, sonuçları ve bir bütün olarak Marksizm’i eğip bük­meye çabalıyor. Post-modernistlerin önyargılarını merkezileştirerek kendi kavramsal silahları haline getirmeye ve kuantum fiziği üzerinden bilinemezcili­ğe kapı aralamaya çalışması da bu yüzdendir. Mark­sizm’e reddiye yazmak, Marksizm’in savaştığı bütün idealist ve kaba materyalist anlayışlarla yöntemsel et­kileşime girmeyi koşullar. Pratik politikada bir güç olunduğu sürece ABD’ye, AB’ye, Suriye’ye, TDH’ye, Marksizm’e vb. “eşit uzaklıkta”olunabilir belki, an­cak teorik düşünsel alanda “kurtarılmış alan” yarat­mak için bu tür boşluklar bulmak mümkün değildir.

Öcalan, teorik eleştiri getirmekte zorlandığı yer­de, Marksizm’in ustalarının ve teorisyenlerinin “yaşamlarını” eleştiri konusu yaparak, onla­rın “sistem içi” olduklarına kanaat getirmemizi ister. “Marksın kendisinin bile bin­lerce bağla sistem içi olduğu­nu iyi bilmek gerekir... [Marksist mücadeleciler] ka­pitalizmin şu veya bu versiyo­nuyla yaşayıp teorik pratik sa­vaşla sonuç alacaklarını sanır­lar” (B. H. Savunmak, s.108). Son derece zorlama ve insaf­sız iddialardır bunlar ve te­orik bir analizde yeri olmama­lıdır. Sosyolojik bir saptama olarak da değeri bulunmuyor. Marksın kış aylarında palto­sunu rehine verdiği, iki çocu­ğunun kötü yaşam koşulların­da öldüğü, kendisinin aynı nedenle sürekli hastalığa ya­kalandığı; barikatlarda dövü­şen Engelsin, Marks çalışmalarını sürdürebilsin diye kendisini yıllarca babasının fabrikasına hapsettiği; Lenin’in, Gramsci’nin, Stalin’in vb. hangi yaşam ko­şullan altında oldukları, ömürlerini devrim davasına nasıl adadıkları da ortadadır. Peki o halde bu anlam­sız iddiaların amacı nedir?!

Manifesto’da kapitalizm övgüsüne gelince... “Adiller Birliği”ne 1848’de yazılan “Komünist Mani­festoca, aşılacak bir sistemin kurucu unsuru olan burjuvazinin belirli bir tarihsel kesitte oynadığı dev­rimci rol anlatılmıştır. Tarihsel planda, Komünist Manifesto yazıldığı an dahil olmak üzere, kısa bir za­man diliminde burjuvazinin gelişimi ile özgürlükler arasında doğru orantı oluşmuştur. Bunu da zorunlu­luk doğurmuştur. Senyörün zulmünden kaçıp şehre gelen serf, bu savaşımın insan deposu olmuştur. İk­tidar olabilmek için burjuvazi, ezilenlerin çıkarını kendi çıkarı olarak yansıtmak zorunluluğundaydı. Nitekim burjuvazi, iktidarını sağlamlaştırdığı her yerde, özgürlükleri gasp etmiştir. Din ile burjuvazi ilişkisi de böyle değil midir? Katolik dogma düzenin­den çıkılırken, din karşıtı bir hat tutturan burjuvazi, bir süre sonra yine çıkarları için kendi elleriyle dini yaygınlaştırıp kurumlaştırmıştır. Kısacası sermaye­nin ihtiyacı ne ise, ona göre davranılmıştır.

Zaman zaman Öcalan’m söylemine yansıyan Hindistan meselesi de böyledir.

Marks veya Engels, hiçbir za­man İngiltere’nin Hindistan’ı işgalini desteklemediler. Bu konuda itham etmeden önce Marksın eserlerine başvurmak gerekmektedir. Engels’e mek­tuplarından birinde Marks, bu işgali “domuzca” diye niteleye­rek karşı olduğunu yazar. Bir başka yerde de artık gerçekleş­miş bulunan işgal olgusu üze­rinden değerlendirme yapar.

Burjuvazinin işgal ettiği yerler­de kendi sistemini kurarken, ekonominin ulusallaştırılarak fabrikalara işçi taşınacağını be­lirtir ve bu nesnel durumdan hareketle, kapitalizmin bir devrimden kurtulamayacağını söyler. Kapital I’de, “Yerlilere karşı en korkunç davranılan yerler, doğal olarak, Batı Hint Adaları yalnız ihracata yönelmiş plantasyon sömür­geleri ile, Meksika ve Hindistan gibi yağma alanı ha­line getirilen zengin ve nüfusu kalabalık ülkelerdi” (s. 717) diye yazıyordu. O, açık bir işgal karşıtıdır, ekonomik planda daha gelişkin bir sömürü modeli olan kapitalizmin müthiş bir toplumsal-insansal yı­kımla Hindistan’a girdiğinin bilincindedir. Mark­sizm’e bu yönlü suçlamalar yönelten çok çeşitli ke­simlerin, devrimci Marksistler tüm tarihlerince işgal karşıtı faaliyet yürütürken, mesela Ortadoğu’daki emperyalist işgale karşı hayırhah bir tutum içinde ol­maları ise tarihsel bir ironi olsa gerek!

Marksın fikirlerini tahrif ederek işgalleri destek­leyenler, II. Enternasyonalistlerdi. Sosyal demokrasi­ye evrilen bu akıma karşı en ciddi karşı koyuşu Lenin örgütlemişti. Türkiye’de de TKP, Kürt isyanları­nı bastıran Kemalist burjuvaziyi, “kapitalizmin fe­odalizmden ileri olduğu, bu yüzden bu bastırma ha­rekatının da devrimci olduğu” argümanıyla destekli­yordu. Üretici güçlere ve daha çok da maddi üretim araçlarına kendi halinde ilericilik atfetmek, böyle bir garabete yol açmıştı.

Marksizm’in, Öcalan’ın iddia ettiği türden otoma­tik ilerlemeci bir tarih anlayışı yoktur. Marksizm’i böyle düşünmek, onun tarihi doğrusal bir çizgi ola­rak gören ve üretici güçler örgüsü yapan bir akım olarak varsaymaktır. Bu varsayım, Marksizm’i poziti­vizmle bir sayanlara aittir. Marks-Engels hiçbir yerde tüm toplumların sırasıyla ilkel komünal, köleci, feodal, kapi­talist aşamaları takip etmesi gerektiğini yazmadılar. Buna, her ikisinin “erken dönem” yazıları dahildir. Unutulma­ması gereken şey şudur: Avru­pa uygarlığının bilgisine ha­kimlerdi, modern ve yıkıcı bir sınıf olarak proletaryayı yazdı­lar, sosyalizme sıçrama dina­miklerini araştırdılar. Doğu toplumlarına Avrupa halkları­nın yaşadığı tarihsel süreci re­çete olarak önermediler. Böyle bir şartlan olmadı. Tarihte, toplumsal mülkiyete dayalı sosyalizm de dahil olmak üze­re beş üretim biçimi görüldü. Hangi toplum ele alınırsa alın­sın, kimi özgün yaşama biçim­leri ile beraber, bu üretim biçimlerinden birine dahil olduğu görülecektir. Otomatik ilerleme anlayışı, bu biçimlerin sırasıyla takip edilmesi/yaşanması gerekti­ğini iddia eder. Oysa Doğu toplumlarında çok sayı­da örnek, köleci aşamayı yaşamamıştır. Bu ilerleme­ci anlayışa göre feodal üretim koşullarında bir dev­rimcinin, “Hayır biz önce kapitalizmi geliştirmeliyiz, bunun için mücadele etmeliyiz” demesi gerekir ki, bu saçmalıktır. Teori, en gelişkin örnekte ortaya çı­kar. Ancak bir kez ortaya çıktıktan sonra esas amaç, ezilenlerin “tarih öncesine” en uygun ve en kısa bi­çimde son vermektir.

Marks’ın anlayışının otomatik ilerlemeci olmadı­ğına, onda sabitlikler bulunmadığına konuyla bağ­lantılı iki örnek verilebilir. Biri, Engels’e mektuptur. Marks, mektubu, Doğu Sorununu incelerken yazı­yor ve karşılaştığı duruma şaşıyor; Engels’e, “Doğu­nun tüm tarihinin dinler tarihi” olarak yaşandığını, bu konuda düşüneceğini iletiyor. Meşhur “Muhammed devrimi”nden de bu mektuplarda söz ediyor.

İkincisi; Marks’la mektuplaşan genç devrimci Vera Zasuliç’e yazdıklarıdır. Orada açıkça feodal Rus­ya’da bulunan köy komünleri üzerinden sosyalizmin kurulabileceğinden, böyle bir olasılığın tartışılabile­ceğinden söz eder. Rusyalı devrimcilere, ‘siz feodal’ bir ülkedesiniz, önce burjuvalarınızla beraber kapita­lizminizi geliştirin demez! Aksine, “bozkırı tutuşturmalarını” yazar. Bu yazının konusu değil fakat, kısa­ca değinmek gerekirse, Marks sonrasında bu tür bir ilerlemeciliğe II. Enternasyonal partileri dışında Mao’nun fazlaca vurgu yaptığını ve devrimin önce­likli işinin kapitalizmi geliştirmek olduğunu düşün­düğünü belirtebiliriz.

Marksın tarih metodunda bir sabitlik yoktur. Ta­rihte bir durum ortaya çıkmışsa, ‘ya olmasaydı’ türü faraziye üzerinden yorum yapmaz. Tarihi incelerken, belirli bir aşamada “sınıflı durum”u tespit etmiş ve bunun geçici olduğunu vurgulamıştır. Bu durum ne­den sapma olsun ki!? Evet, bu süreç, yani özel mül­kiyet düzeni, ekonomik olarak ‘ileriyken’ insanı yabancılaştırdığı-nesneleştirdiği için de zararlıdır. An­cak bu somut bir durumdur.

Burada yabancılaşma’ kavramına, kavram çağrı­şım alanına vurgu yapmak gerekiyor. Kavramı felse­fe alanına Hegel taşımış, içeriğini Feurbach doldur­muş ve bunu iktisadi bir temele oturtan da Marks ol­muştur. İlk yabancılaşma biçimi tek tanrı öncesi din­lerdi. İnsanın soyutlama yapabilmeye başladığı dö­nemi anlatır. Kadın ve erkek arasındaki işbölümü bunun ardından gelir. Aynı işbölümü, bu dönemde artık ürünün belli ellerde toplanarak özel silahlı adam müfrezelerinin oluşumunu ve ‘devlet’ adlı ya­bancılaşmayı da beraberinde getirmiştir.

Bir konuya dikkat çekmek gerekiyor. Öcalan, devlet konusunda hayli yıpranmış olan anarşist etki altındadır. Proudhon ve Bakunin’in hatasını tekrarlı­yor. Devlet, artık ürünün belli ellerde toplanmasının sonucudur; nedeni değil! Yakın zamanlı olarak çeşit­li yerlerde ve benzer biçimde ortaya çıkmıştır. “İyi” veya “kötü” gibi ahlak felsefesi kavramlarıyla analiz etmek mümkün değildir devleti. Özel mülkiyetin bi­çimi değiştikçe, devletin biçimi de değişmiştir. Top­lumsal mülkiyet koşullarında devlet, özsel bir nitelik değiştirir. Azınlığın çoğunluğu bastırma aracı olmak­tan çıkar. Engels, “devlet olmayan devlet” diye ta­nımlıyor bu durumu. Yine Engels ve Lenin, bu dev­let olmayan devletin “uykuya dalarak” sönümlenece­ğini belirtir. 20. yüzyıldaki kimi uygulamaların so­runlu olması da bu teorik çerçeveyi değiştirmez. Ola­ğan ilişkiler zincirinde bahsedilen, olması beklenen bir durum ile emperyalist-faşist kuşatma altındaki proleter devletin merkezileşme düzeyi de elbette farklılıklar taşımak zorundadır. Önemli olan, aşağı­dan denetim kanallarının her zaman açık tutularak çalıştırılmasıdır ve fakat yeterince yapılamayan da budur. Özel mülkiyet sistemine yönelmeyen ‘üçüncü alan’cı bir devlet karşıtlığının tutarlı olması mümkün değildir. Devletten ve iktidardan kaçış, devrimden kaçış demektir.

Devam emek gerekirse, özel mülkiyet sistemleri birinden ötekine geçerken devlet cihazı yetkinleşmiş, üretim biçimleri gelişmiş, fakat insanın yabancılaş­ması derinleşmiştir. Bir anlamda sınıflı tarih, insanı emeğine/kendisine yabancılaştırarak “ilerlemiştir.” Buradaki “ilerleme”nin “sınırı bu kadardır. Kapitalist özel mülkiyet ise yabancılaşmanın boyutunu, hızını olağanüstü arttırmış, entelektüel ve moral bir yıkıma yol açmıştır.

Kaldı ki bu “ilerleme” de otomatik değildir. Çün­kü her tarihsel durum, birbirini çeldirmeye çalışan, hepsinin kendine göre farklı çıkarları olan çok sayı­daki iradenin/vektörün çatışmasının bileşkesinden ortaya çıkar. Marksın bilimsel analizi, kapitalist özel mülkiyetin yıkımının kaçınılmaz olduğudur: “Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir.” Tüm teorik ve­rimi bu keşif üzerine bina edilmiştir.

Komünizme otomatik-kendiliğinden ilerleme fik­ri iradeyi dıştalar ve Marks, bu tür anlayışların kayna­ğının Hıristiyan eskatolojisi olduğunu belirtir. “Genç Marksistlerin” bu tip cennet tasavvuru beklentisine kapılmalarını eleştirir. Engels de 1890’da Blach’a mektubunda bu yanlış anlamalarda kendilerinin de payı olduğunu yazar ve iradeye vurgu yapar. Kendi teorik oluşum süreçlerinde bir yandan ütopik sosya­listlere, öte yandan Blanquistlere karşı mücadele ederlerken, bu tür yanlış anlaşılmalar doğaldı o şart­larda. Ancak Marks, ekonomik-teknolojik-toplumsal determinizm övücüsü değildir, hiç olmamıştır.

Öcalan, Leninist partiyi de reddediyor. Hatta sorunların temel nedenlerinden biri olarak tanımlıyor. Lenin, kendiliğinden bilincin sınırlarına dikkat çeker ve dışardan bilincin temel aracı olarak “parti”yi gö­rür. Marksizm’e katkılarından biri de budur. Özü iti­barıyla Leninist parti, demokratik merkeziyetçiliktir. Şartların değişmesiyle Leninist partinin güncel örgüt­lenme biçimlerinde değişiklikler olması başka bir şeydir, onun lanetlenerek reddedilmesi başka. Açık ki partinin yadsınması, iradenin de reddidir. Bir ara­cın yanlış kullanılması, onun gereksizliğine kanıt olamaz. Tıpkı, “Keşke Nobel dinamiti bulmasaydı, çünkü insanları öldürüyor” demlemeyeceği gibi. An­cak eğer devrimi “gereksiz” görmeye başlamışsanız, elbette bunun mantık sonucu olarak partiyi de red­dedersiniz.

Zorun kategorik reddi, devrim fikrinin yadsın­masının sonucudur. Öcalan, zorla yol alınmaz de­mektedir. Oysa sadece PKK gerçeği bile bunun tersini söylüyor bize. 1984’teki “ilk kurşun’dan itiba­ren PKK hareketi, vakti gelmiş zor ihtiyacını en cö­mert biçimde kullandığı için kısa zamanda milyon­ları saran bir umut haline dönüşmüştür. Zorun bu­gün için gerekli olmadığını söyleyip taktik planda uygulamamak ile zorun kategorik reddi ve lanetlen­mesi çok farklı iki durumdur. Bir an için Kürt devriminin her biçimiyle ezildiğini ve bu coğrafyada zorun artık devrimci sonuçlar vermediğini kabul etsek bile, bu tekil durumdan hareketle “çağ analiz­leri” yapmak sağlıklı bir yöntem değildir. Gerillanın Güneye çekilmesi veya dağdan indirilmesi gibi ko­nular, Kürt hareketinin kendi politik kararlarıdır. Buradan hareketle Kürdistan’da bin bir zorlukla yü­rütülen gerilla mücadelesine hiçbir katkı sunma­yanların, gerillanın politik kaderi üzerine insafsızca eleştiriler yapması da anlamsızdır. Bizim eleştirimiz buraya değil, ideolojik politik savrukluğun zoru la­netli ilan etmesinedir.

Lenin sonrasında Marksizm’e ciddi teorik katkıla­rın yapılmadığı, kadın ve çevre hareketi gibi kimi ke­simlerle yetersiz ilişkilenildiği, enternasyonal kitle hareketine politik öznelerin eşitliği temelinde müda­halede bulunulamadığı, yeni soru ve sorunlara ço­ğunlukla eski yanıtlar verildiği gibi kimi olgular bu­lunuyor. Buradan hareketle Öcalan da “Marksizm’in krizi” olduğunu düşünenlerdendir. Marksizm’in bil­gi birikiminde yetersizliklerin ortaya çıkması olağan­dır. Ancak önemli olan, onun tüm toplumlara ve du­rumlara uygulanabilen yöntemsel bir anahtar olma­sıdır. O, temel tezleri günbegün doğrulanan, ‘ta­mamlanmaya en uzak’ toplumsal kurtuluş projesidir. Artı-değer düzeneği var oldukça, Marksizm de gün­celliğini koruyacaktır.

Fakat elbette ortada bir kriz vardır. Çağın so­runlarıyla yeterince ilişkilenmeyen, tekil sorun­lardan hareketle örgütlenen muhalefet akımlarıy­la çeşitli biçimlerde bütünleşemeyen, yoksullu­ğun devasa boyutlarda birikip yağma savaşlarının sürdüğü bir dönemde işçi sınıfı ve tüm ezilenler­le güçlü bağlar kuramayan Marksist hareketler, uluslararası boyutta ideolojik ve örgütsel kriz ya­şıyor. Marksizm’in devrimci yeniden üretim krizi bu boşlukta sürüyor. Marksist hareketlerin kendi hedef kitleleriyle bütünleşememiş olmaları, onla­rı, “doğruların doğrulayıcılarımdan mahrum bı­rakıyor. Bu durum, kriz faktörlerinin en önemli­sidir. TDH’yi de dolaysız etkisi altında şekillendi­ren, sol-sosyalist uygulamaların kendi iç kamp­laşmalarında üretilen reel-politik argüman ve kavramlar da yeni bir teorik çıkış için yeterince elverişli değildir. Yeni bir dönemdeyiz, yeniden üretim krizi yeni ve elverişli kavram ve argüman­larla aşılabilir.

Marksist düşünsel sarkaç liberal savrulma ile ge­leneksel tutuculuk arasında gidip geldikçe, ortaya kitleleri saran ve sarsan ileri fikirlerin çıkması olası değildir. Bu fasit döngü yeni eylem alanlarına doğru derinlemesine genişleyerek parçalanabilir. Günü­müzde somut eylem zenginliği taşıyan iki alan bulu­nuyor: Ortadoğu ve Latin Amerika. Bu iki coğrafya­daki kitlesel mücadeleler ile bütünleşildiği oranda krizden çıkış dinamikleri berraklaşabilir.

Marksizm alanındaki teorik sorunlar mutlaka aşı­lacaktır. 1991 konjonktüründe yoğun bir zihinsel karmaşa yaşayan, dağılmanın olumsuz etkisi altında­ki Marksist ve Marksizan hareketler, elverişli nesnel şartlarda kısa sürede krizden çıkış dinamikleri ara­maya başladılar. Halihazırda var olan sorunlar Mark­sizm’in “iç” meselesidir, ancak ve ancak Marksizm zemininde kalınarak aşılabilir. Öcalan’ın yaptığı gibi kötümser bir tarih okuması ve dar politik amaçlar uğruna Marksizm’e reddiye yazmakla ise asla başarı­lamaz.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi