Resmi Kürt Siyaseti

Güney Kürdistanlı Kürtlerin Kerkük’ü de içeren federasyon yönelimleri Türk burjuva devleti ve egemen sınıflarının Kürt düşmanı, ırkçı reflekslerini şaha kaldırdı. Erdoğan’ın “müdahale ederiz”, I. Başbuğ’un “kan akıtılır” açıklamaları sömürgeci rejimin siyasal refleksini yansıtan aktüel unsurlardır sadece. Benzeri tehdit, aşağılama ve reflekslerin, öncesi bir tarafa, birinci tezkere tartışmalarından beri onlarcasını sıralamak mümkün. Psikolojik savaş teknikleri ve etkin medya desteğiyle de sürdürülen bu söylem genel bir retoriğe dönüşmüş durumda. Günlük basın ve TV’lerde yansıyan küstah, peşmerge, aşiret reisi, hadlerini aştılar, Kerkürt vb. söylemle; devlet erkanının ezeriz, müdahale ederiz, kan akıtılır, hadlerini bilsinler, muhatabımız değiller türü açıklamaları, bu retoriğin unsurları.

Açık hedef Güneyli Kürtlerin siyasal yönelimleri ve bu eksende Talabani, Barzani gibi Kürt siyasal şahsiyetleri olsa da, gerçekte bir bütün olarak Kürt ulusunu aşağılamayı, Kürt düşmanlığı ve şovenizmi körüklemeyi sağlayan ırkçı arka plana dayanıyor. Dolayısıyla güncel/siyasal nedenlerle, tarihsel, ideolojik arka planın ırkçı, şoven Kürt düşmanlığı şeklinde harmanlandığı bir yapı ve bunun günlük retorikteki üretimi söz konusudur. Söz konusu ırkçı söylem yalnızca Güneyli Kürtleri hedeflemekle sınırlı değil. “İçeri” de de MHP-ülkücü kesimin başını çektiği yönelimin devreye girmiş olması tesadüf olmasa gerek. İbrahim Tatlıses ve Ferhat Tunç’a yapılan tehditler; İzmir’de üniversitelerde “Bütün suçların Kürtler tarafından işlendiği”, “her sorunun müsebbibinin Kürtler olduğu” söylemleri; 15 ve 20 Kasım’da islamcı militanların eylemleri sonrası, eylemcilerin Kürt kimliğinin holding medyasınca ön plana çıkarılıp hedef gösterilmeleri; göç ettirilmiş Kürt ailelerin çeşitli köy, kasaba ve kentlerde dışlanmaları vb. vs. yaşananlar ilk akla gelenler. MHP-ülkücülerin bir yönüyle gündeme girme, kendi iç krizine de bu sayede derman bulma gibi etkenler olsa bile, esasta şovenizm ekseninde çatışma ve düşmanlığı körüklemeye soyunan yeni bir siyasal rol üstlenmesiyle ilgilidir. Dahası Kürt düşmanı, ırkçı yaklaşım MHP-ülkücülerle sınırlandırılmayacak genişlikte bir yelpaze oluşturmaktadır. Kemalistlerin, İP, CHP gibi partilerin, cumhuriyetin, değişik türden liberal çevrelerin, ruhunu ve kişiliğini emperyalistlere satmış medya tekellerinin, devletin karar verici bütün kurum ve kesimlerinin, en geniş yelpazede siyasal islamcı güçlerin vb. vs. bu Kürt düşmanı ırkçı politikaların değişen düzeylerde unsuru oldukları ve bu eksende gerici bir “toplumsal mutabakata” sahip oldukları bilinmektedir. On yıllardır kışkırtılan şovenizmle Kürt düşmanlığının toplumsal dokuya da yedirilmiş olması ise, işin en trajik olan tarafıdır.

Burada durup düşünmek, eskisinden görece farklı yeni bir durumla karşı karşıya olunduğunu tespit etmek gerekiyor. Yeni durumun ayırıcı özeliklerini açığa çıkarmak, sömürgeci rejime karşı mücadelede izlenecek politikaların içeriği ve yöntemleri açısından da önem taşımaktadır.

Güneyli Kütlerin siyasal aktör olarak ön plana çıkmaları, sömürgeci rejimin Kürtlerle ve Kürt sorunuyla ilişkilerinde son derece hassas bir durum ortaya çıkardı. Kuzey-Güney ekseni birleşerek, güncel ve ileriye dönük sonuçları bakımından birbirini etkileyen, sorunun içerik ve kapsamını genişleten, dar sınırlarından kurtararak çok yönlü anlamda uluslararasılaştıran bir özellik kazanmasını sağladı. ABD-lngiliz emperyalizmi ve diğer emperyalist güçlerin de somut olarak devrede olması, rejimin kuşku ve paranoyalarını körükleyen bir unsurdur. Eski statüko ABD-İngiliz emperyalistlerinin Irak’ı işgaliyle yıkılmış, bölgenin yeni statükosunun hangi biçimlerde oturacağı, rejim tarafından şüphe ve kaygıyla izlenen, belirsizlik ve “sürpriz”leri içinde barındıran bir duruma dönüştü.

Mevcut durum, burjuva devletin geleneksel inkar ve Kürt düşmanı politikasının şovenizm/ırkçılık zemininde örtük biçimlerden, daha açık ırkçı bir içeriğe dönüşmesini sağlıyor. Rejim Kürt ulusuna ırkçı aparthait politikasını dayatıyor. Burjuva rejimin siyasal reflekslerinde ırkçı tonları bariz olarak ön plana çıkarması; Kürt sorununun kapsam ve içeriği itibariyle karmaşıklaşıp boyutlanan gerçekliğiyle ilişkilenişinde yeni bir düzeyi ifade etmektedir. Elbette burjuva sömürgeci rejim, ırkçı Kürt düşmanlığının şirazeden çıkmasının fazlasıyla riskli, stratejik olarak da kaybettirecek bir politika olduğunun bilincindedir. Bu yüzden kontrolü tümden elden bıraktığı söylenemez. Pragmatist, eklektik ve kontrollü bir ırkçılıktır devrede olan. Abdullah Gül’ün zaman zaman yaptığı “vatandaşlarımızın akrabalarıdır, biz himaye ettik” türünden açıklamalarda, başka nedenlerin yanında, ayarın kaçtığı dönemlerde dengeleyici olarak ifade edilmektedir.

Aslında realite olarak ırkçıların ön plana çıkması kadar, Güneyli Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme yönelimlerinin, geleneksel politika üzerindeki örtüyü kaldırarak ırkçı karakterini deşifre ettiği de söylenebilir. Bu deşifrasyonun, yoğunlaşan tehdit, şantaj ve aşağılamaların siyasal literatüre tercümesi ırkçılık olmaktadır. Ve bunu artık kamufle etmek de “terörizm”le perdelemek de o kadar kolay değildir. Erdoğan’ın “yok diye düşünürsen yok olur” türünden açıklamalarının beş paralık bir değeri yoktur. Rejimin Kürt düşmanı karakteri, başta Kürtler olmak üzere hemen herkes tarafından anlaşılır açıklıktadır. Bunu gizlemek için çok özel çaba sarf ettikleri de söylenemez. Yoksa sömürgeci rejimin eski kavgalı komşularını kapı kapı dolaşarak, Irak’ın diğer etnik ve dinsel gruplarını da dahil ederek, Kürt karşıtı bir koalisyon yaratma çabasının anlamı nedir? Keza Türkmenlere sunulan açık desteğin, Kürtlere karşı koz olarak kullanma politikasının, “Kerkük Türk’tür” haykırışları neyin göstergesidir? Veya Moldova’da Gagavuz Türklerine özerklik isteyen, Doğu Türkistanlıların davasını güden, soğuk savaş dönemi boyunca, SSCB’deki “esir Türklerin özgürleşmesi”ni dört gözle bekleyen, Batı Trakya’da ve Bulgaristan’da Türklerin etnik haklarının peşini kovalayan, Kıbrıs’taki etnik devletçiğini ayakta tutmaya çalışan, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” emperyal vizyonuna bürünen sömürgeci rejim değil midir?

Son ABD seferinde Harward Üniversitesi’nde verdiği konferansta Erdoğan, bir öğretim görevlisinin “Kuzey Irak ve Kıbrıs politikanız çelişmiyor mu?” sorusuna,

“Bu elma ile armut gibi, tek ortak yanı ikisi de meyve.

Ama armut, armut; elma da elmadır” şeklinde pek felsefi (!) cevap veriyor. Yine bir başka soruya “Buna sadece terör örgütlerinin ırkçı terör eylemleri olarak bakıyorum” dedikten sonra, eşinin Siirtli, koordinatörlerinin Vanlı olduğu, “Güneydoğu’da ikinci parti oldukları vb. bildik cevaplar veriyordu. Devletin resmi politikası ve bu politikasının son derece sinsi sürdürücüsü olarak Erdoğan hükümeti açısından Kürtler elma ya da armut bir tarafa, çürük elma kategorisindedir. Haliyle Kürtlere karşı her türlü aşağılama, yergi, tehdit, düşmanlık serbesttir. Buna bir de ezen ulus kibirliliği ve bu kibirliliğin kontrol dışı, “dış Kürtlerin” varlığı ve yönelimleriyle deforme olmasının yarattığı kompleks de eklendiğinde, her türden ırkçı söylem meşruluk kazanmış oluyor.

Siyasal konjonktürün Kürt faktörünü bir şekilde ön plana çıkarmasıyla, rejimin Kürt düşmanı söylem ve politikalarının pekişmesi madalyonun iki yüzü gibidir. Türk milliyetçiliği açısından Kürtlerin kendilerini yönetir duruma gelmesi felaketle eşdeğer bir durumdur. Bu yüzden rejimin politika önceliği bu siyasal iradenin bir şekilde boğulması, işlevsizleşmesi üzerine kuruludur, ‘Sınırın ötesinde” vücut bulacak bir devlet yapılanmasının, “sınırın berisindeki” Kürtleri de etkileyeceği ve bölünmeye götüreceği, örnek teşkil edeceği korkusu şoven Kürt düşmanlığını körüklemektedir. Ortada 20. yüzyılın çözülmemiş en büyük ulusal sorunu vardır. Demirel bu korkuyu, “Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulursa, Türkiye’nin doğusunda 14 ilde devlet olma iddialarını ortadan kaldıramazsınız. Dolayısıyla önümüzdeki 20 yıl boyunca Türkiye’nin en önemli sorunu budur” şeklinde ifade etmektedir. Elbette bu, Demirel’in kişisel bir değerlendirmesi olmanın ötesinde devletin karar verici güçlerinin genel yaklaşımını özetlemektedir.

Böyle bir “bölünme”nin ne kadar gerçekçi olduğu, ne düzeyde bir “tehdit” oluşturduğu farklı bir konudur. Fakat rejimin barometreleri Demirel’in değerlendirmesinde de olduğu gibi, en uç olgulara göre ayarlıdır. Mevcut politikanın ikamesi açısından “tehlike”yi mümkün olduğunca abartmakta kaçınılmazdır. Bunun ötesinde rejim, stratejik olarak davranmakta ve konumlanmaktadır. Birkaç yılı değil birkaç on yılı hesaba katmaktadır. Birkaç yıl önce MGK tarafından hazırlanan bir belgede “mevcut nüfus artış düzeyiyle 2020’lerde Kürtlerin nüfusunun Türkleri geçeceği” tespitini yapan ve bunu önlemenin arayışları içerisine giren bu rejimin böyle pozisyonun alması doğası gereğidir.

Kürt deyince eli tetiğe giden rejimin, böyle bir sorunu yok saymasına rağmen, iç ve dış politika gündemini Kürt sorunu belirlemektedir. Erdoğan’ın ABD seferi de, Kıbrıs gündemi bir tarafa bırakılırsa, Kürt sorunu eksenine oturdu. Güney Kürtlerinin federasyon talebi ve Kongra-Gel’in Güneydeki askeri varlığı görüşmelerinin merkezi konusu oldu.

***

Burada tarihle güncelin kesiştiği noktaya ulaşıyoruz. 80 yıllık cumhuriyet tarihi hep aynı kavşakta kesişmiştir. Rejimin, bütün tarihini Kürt halkına karşı tedbir ve baskılarla şekillendirmiş; kimliğini, ideolojisini, varlığını ve geleceğini büyük oranda bunun üzerinde tanımlamıştır. Kürdün inkarı, yabancılaştırılması, düşmanca yaklaşım rejimin adeta amentüsü olmuştur. Kürt ulusunun kolektif kimliğinin, kültürünün, dilinin, tarihinin inkar edilerek yok sayılmasının kendi başına ırkçı karakteri bir tarafa, tarihin her aşamasında rejimin Kürt sorununa yaklaşımı ırkçılıkla iç içe olmuştur.

Tarihinin belli bir dönemini (30’lu yıllar) kafatası ölçümleriyle geçirmiş, biçimli kafatasına sahip olduğunu ispatlamaya çalışmış Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi ırkçı teorilerde yıllarca kafa patlatmış, bir devlet geleneğidir söz konusu olan. Keza bu gelenek, ırkçı İttihat Terakki iktidarının ermeni soykırımcılığının cansiperane savunusuna uzanmaktadır. “Kürdistan’ı Ermanistan yapmak istiyorlar” denilerek ve Kürt aşiretlerinin Ermeni kırımındaki ortaklığından yararlanılarak,

Kürt aşiret ve ileri gelenlerinin desteğiyle, Kurtuluş savaşında sözde “Türklerin ve Kürtlerin kader birliği” sağlanmıştı. Fakat rejim daha ayaklarının üzerinde durur durmaz ilk işi Kürt katliamcılığı, Kürdün inkarı ve Türkleştirilmesi oldu. Öyle ki daha 1923 gibi erken bir zamanda günlük Takvim gazetesinde yer aldığı şekliyle “Türk süngüsünün girdiği yerde Kürt sorunu yoktur” düzeyine ulaşmıştı. Devamı biliniyor, son Ağrı isyanının bastırılmasıyla Milliyet gazetesinde Ağrı dağını, mezar yaptılar, mezar taşına da “Hayali Kürdistan burada merhumdur” yazılacaktı.

Atatürk’ün 1920’deki çok bilinen meclis konuşmasında şunlar ifade edilmekteydi: “Meclis-i alimizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır. Yek diğerine karşı hürmeti mütekabile ile riayatkardır ve yek diğerinin her türlü hukukunun ırkı, içtimai, coğrafi hukukuna daima riayetkardırlar” (1 Mayıs 1920)

Benzer içerikte açıklama ve beyanlar o yıllara yaygınca yapılmaktaydı. O yılların Kürt ileri gelenleri herhalde, kurulacak rejimin dillerini, kültürlerini, bir bütün olarak kimliklerini inkar edeceğini akıllarından bile geçirmemişlerdir. Kendilerini böyle bir geleceğin beklediğini bilselerdi, yine de Türk ulusal kurtuluş savaşımına destek olurlar mıydı? Şeyh Sait isyanıyla başlayıp, 1937 Dersim isyanıyla kapanan süreçteki Kürt isyanları, bu sorunun da cevabı niteliğindedir aslında. Keza Kürtlerin destek ve katılımlarından mahrum olarak Türk Kurtuluş savaşı aynı sonuçlara ulaşır mıydı, bu da kendi içinde önemli bir soru işareti olarak durmaktadır. Fakat biz bu yoruma açık soruları bir tarafa bırakıp, gelişmelerin somut seyrine bakalım.

Atatürk’ün 1920’deki konuşmasından kısa bir süre sonra, İkinci Meclis Anayasa Komisyonu raporunda durum esastan değişmiştir. Raporda; “Devletimiz milli (ulusal) bir devlettir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Ancak Türk camiasıdır ki bütün uruku (ırkları) bir arada toplama kabiliyetine sahiptir” denilmekteydi.

T.C devletinin kurucu anlaşması olan Lozan anlaşması ise, Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesinin resmi belgesi olması kadar, Türk devleti sınırları içerisindeki Kürtlerin her türlü kimlik haklarının gaspı ve inkarı anlamına da gelmekteydi. Lozan, müslüman ve gayri-müslimleri tanımaktadır. Kürtler kurucu unsur olarak yer almadığı gibi, azınlık haklarının da dışında tutulmuştur. Lozan azınlık olarak gayri-müslimleri kabul etmektedir. Türk heyeti, dini azınlıklar dışında azınlık yer almaması konusunda çok özel bir çaba içerisinde olmuştur. Kürtler ‘müslüman” kategorisi içerisinde eritilmiştir. Müslüman kavramının da o zaman ve süreç içerisinde Türk anlamına geldiği/dönüştüğü biliniyor. Lozan anlaşmasının maddelerinde yeralan, varolan bütün yerel dillerdeki ‘eğitim ve yayan hakkı’ ise, anlaşmanın ruhunda ve bütünlüğünde bir ayrıntı teşkil ettiği için sonradan gündeme dahi gelmemiştir. Lozan’da Kürtlerin haklarının gasp edilmesinde İngiliz, Fransız emperyalistleriyle Kemalist burjuvazi hemfikirdir. Bu, Lozan’dan günümüze süregelmiş bir ortaklıktır.

Abdullah Öcalan dahil, değişik siyaset eğilimdeki bir çok çevre tarafından savaşım ve kuruluş sürecindeki Türk-Kürt ilişkilerine yapılan olumlu atıflar gerçeği yansıtmamaktadır. Atatürk ve dönemin Türk burjuva önderliğince Kürtlere biçilen rol nettir; savaşım süresince Kürtlerin pratik desteğini almak ve bunun gerekli kıldığı politik söylemleri kullanmak; sonrasında ise Kürdün inkarına da dayanan etnik ulus-devleti kurmak. Birincisi ne kadar net ise, ikincisi de o kadar nettir.

29 Mayıs 1919 tarihli Atatürk’ün şifreli yazısında şunlar belirtilmekteydi: “Kürtlere ve Kürdistan üzerinde tesiri bulunan ve harp esnasında hukuk ve maksatlarını pek ziyade kazandığım Kürt umerasından meşhur müteaddit zevata re’sen ve kolordu vasıtasıyla telgraf yazarak devletin vaziyet-i esasiyesi bakımından (bu) ve kendileriyle ittihası lazım gelen vaziyet hakkında icabı gibi beyanat ve müessir ve yasada bulundum.” (D. Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-3. s. 312

“Türk’ün makus talihini değiştirmek” için Kürtlerin de desteği alınarak verilen Türk ulusal kurtuluş savaşı, Kürdün ‘makus’ trajedisine dönüştürülmüştür. Türk kurtuluş savaşının temelinde etnik nedenler ön plandadır. “Anadolu’da Ermenilik ve Rumluk iddialarına karşı mücadele” savaşımın bütünleştirici en önemli unsurlarının başında gelmektedir. Buna İzmir ve çevresinin Yunanistan tarafından işgal edilmesi tüy dikmiştir. Ancak bu sayede mücadele bölgesel olmaktan çıkarak genel bir niteliğe kavuşabilmiştir.

Osmanlının çöküş ve parçalanma döneminin trajik ruh haliyle şekillenmiş Türk burjuva önderliği açısından etnik ve dini topluluklar parçalanmanın temel nedeni olarak algılanmaktaydı. Parçalanma paranoyası cumhuriyet dönemine de miras kalan önemli unsurlardan birisidir. Bugün aynı kuşkunun devletin yönetici iradesince misliyle sürdürülüyor olması, her fırsatta sevr korkuluğunun ortay atılması tesadüf değildir. Dağa, taşa Türk yazılması, Türk olmayan her şeyin yabancılaştırılıp düşmanlaştırılması, “Ne mutlu...”, “Bir Türk ...” ırkçı parolaları, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları vs. bu korkuyu hafifletmeye yetmemiştir. Cumhuriyet Türkiyesi’nde Türkler dışında diğer ulusal topluluk olarak Kürtler, bu parçalanma korkusunun, Türk şoven milliyetçiliğinin ve militarizminin geliştirilmesinin nesnesi olarak kullanılmıştır. Farklılık parçalanmak demektir, o zaman herkes Türktür!

Burada küçük bir parantez açarak ırkçı şovenizmin hedefinin yalnızca Kürtleri kapsamadığını da belirtelim. Her türden ulusal, kültürel, dini farlılık bir parçalanma unsuru olarak görülmektedir. Bu yüzden farklılıkların dıştalanması, bastırılması temel politika olmuştur. Cumhuriyet öncesinin uygulamaları, Ermeni Rum trajedileri bir tarafa, Kemalist rejim kendisini tamamen tekçi etnik Türk temelde tanımlamıştır. Türkeş’in bir zamanlar “ne mozaiği ulan, mermer” yaklaşımı neyse, O. Ekşi’nin “Türkiye vatandaşlığı” söyleminin dahi “alçaklık” ve “ihanet”le damgalanması aynı ideolojik yapıya dayanır. E. Özkök’ün “Hürriyet gazetesinin logosundaki “Türkiye Türklerindir” yazsını değiştirmeye benim de, gazetenin de gücü yetmez” demeci de aynı nedenledir.

Bu Türkçü/ırkçı ideolojiyi, Kemalizmin ideologlarından, tek parti döneminin ve CHP’nin güçlü isimlerinden Mahmut Esat Bozkurt, Adalet Bakanı sıfatıyla “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, memleketin kendisi türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” biçiminde ifade etmekteydi.

Aynı M. E. Bozkurt ikinci dünya savaşı günlerinde de; bir makalesinde “Türkçü ırkçılığının Alman ırkçılığından kopya edildiği” suçlamalarına karşı çıkarak “Türk milliyetçiliğinin esasında ırkçı olduğunu, çünkü dil ve kültürün yanında, kan faktörünün de birliğin unsurlarından biri olarak kabul ettiğini” belirtmekteydi. (Bozkurt’tan Turan’a, G. Göksu Özdoğan, s. 235)

Keza dönemin Başbakanı Ş. Saraçoğlu 1942’de hükümet programını meclise sunarken yaptığı konuşmada, “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laçkal (en azından) o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” demekteydi. (age, s 595) Alman faşizminin yenileceğinin kesinleşmesi üzerine 1944’de açılan ırkçılık/Turancılık davasının 1946’larda “milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı ifadesi” olarak aklanması da, sonraki süreci de tanımlayan aynı ideolojiye dayanmaktaydı.

Belki bugün ırkçı söylem aynı katılıkta ifade edilmiyor. Fakat mantığın aynı olduğu şüphesizdir. Irka, kana dayalı politika geçerlidir. Farklı olmanın ve bunu ifade etmenin “kanı bozuk” olmayla ifade edildiği, ancak Türk kimliğiyle özdeşleşildiği oranda yaşam hakkı tanındığı Türkçü bir ideolojidir.

Bu ideolojinin sonuçlarını politik konjonktüre göre değişik etnik ve dini topluluklar farklı düzeylerde yaşamışlardır. Hala aynı düşmanca yaklaşım sürdürülmekle birlikte, gelinen aşamada Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani vb. topluluklar çok küçük azınlıklara dönüşmüş durumdadır. Yine de Ermeni ve Rum düşmanlığı dış politika gündemlerinden ve Kıbrıs sorunundan hareketle popülerliğini sürdürmektedir. 550 yıl önce tarih olmuş Bizans’la hala sanal kavga yürütülüyor olması, bu düşmanlığın ideolojisinin hangi düzeylere vardığını göstermektedir.

Diğer etnik, dini toplulukların eritildiği durumda geriye büyük bir ulusal topluluk olarak Kürtler kalmıştır. Kürt ulusu Türkçü düşmanlığın sonuçlarını çok yönlü olarak yaşamıştır/yaşamaktadır. Kürtler içeride ve dışarıda bölücü bir unsur olarak görülmesinin yanında; fetihçi sömürgeci “büyük devlet, yönetici ulus” kompleksini de malzemesi olarak da ırkçı düşmanlığın hedefi olmaktadır.

Belirtilenlerden de anlaşılacağı üzere TC, ideolojik ve politik olarak etnik Türkçü bir devlettir. Bu etnik Türkçülük, Türkiye dışındaki bütün Türklerin, Türki toplulukların da haklarının savunucuğunu, hamiliğini üstlenen, zaman zaman da pan-türkçü içeriğe bürünen karakterdedir. Fakat aynı devlet Kuzeydeki Kürtler bir tarafa, Güneyli Kürtlerin federasyon talebine karşı çıkmaktadır. Düşmanlık gütmekte ve savaş nedeni saymaktadır. Dünyadaki bütün Türkler, diğer bütün topluluklar ulusal kimlikleri etrafında örgütlenebilirler, fakat Kürtler asla!

Bu politika Cumhuriyet tarihi boyunca geçerliliğini korumuştur. Musul, Kerkük sorununun 1925’te Milletler Cemiyeti kararıyla İngiltere lehine çözülmesinden sonra, Türk burjuva devletinin bölge devletleriyle ilişki ve anlaşmalarının merkezi sorununu da Kürtler oluşturdu. Dört parçaya bölünmüş Kürtlerin İran, Irak, Suriye’yle birlikte kontrolü sömürgeci ortaklığın temeli oldu. Her üç devletle ayrı ayrı yapılan anlaşmaların dışında, esas olarak Kürtlerin kontrolü için Türkiye’nin girişimiyle 1935 yılında ‘Sadabat Paktı’ adında bir pakt da kuruldu. Paktın temel nedeni olan Kürtlerin kontrolü sorunu 7. Madde’de şu biçimiyle yer aldı: “Bağıtlı tarafların her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kuramlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimi bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir” (B. Oran, Türk Dış Politikası, C-1, s. 368) Irak, İran, Suriye devletleriyle ayrı ayrı da yapılan anlaşmalarla bu Kürt karşıtı koalisyon, her üç devletle de değişen düzeylerde farklılaşan ilişkiler içerisinde sabit kalan tek konu oldu. T.C., Güney’e 90’lı yıllar boyunca yaptığı sınır ötesi operasyonları bu anlaşmalara dayandırdı.

1974 yılında Güney Kürdistan’a Irak anayasasında özerk statü verilmesine de ilk tepki gösteren ve karşı çıkan da Türkiye oldu. Musul-Kerkük; Kürtlerin kontrolü, Türkmen varlığı gibi olguların yanında, Türk burjuvazisinin fetihçi, yayılmacı eğilimleri açısından da büyük önem taşıdı. Misak-ı Milli sınırları içerisinde olan Musul-Kerkük’ün, 1925’de İngiltere/Irak lehine kaybedilmesi, Türk burjuvazisinin bir türlü içine sindiremediği, uygun her fırsatta dillendiği bir sorun oldu.

1968 yılında Demirel tarafından işgal planları yapıldı.

Bunu Demirel yakın zamanda “o zaman öyleydi, şimdi şartlar değişik” sözüyle itiraf etmekteydi. Birinci Körfez savaşı döneminde Özal bu yayılmacı politikayı en üst düzeyde sürdürdü. Aktarılanlardan da anlaşılacağı üzere Türk devletinin Güney Kürdistan’a ilgisi çok yönlüdür. Kürtlerle ve rejimle ilgili nedenlerle, yayılmacı emperyal yönelimlerin harmanlandığı bir tablo söz konusudur. Sorunun basit bir dış politika sorunu olmadığı kolayca anlaşılacaktır. Çok güçlü tarihsel/ideolojik bir arka plana dayanmaktadır.

Şimdi Türk burjuva devletini bu denli pervasız kılan da, bu tarihsel ideolojik arka planın, güncel/siyasal gelişmelerin aleyhte tetiklemesiyle birleşmiş olmasıdır. Yurtsever Kürt ulusal özgürlük hareketi, 1984-1989 arasındaki savaşımıyla, geleneksel sömürgeci inkar politikasının her yerinde gedikler açarak kalbura çevirmişti. Yazının başında belirtilen Güneydeki gelişmelerin dışarıdan etkisi ise, bu politikayı bütünüyle sürdürülmez kılmaktadır. Politikada yaşadığı iflas ve açmazı, düşmanlık ve saldırganlık dozunu yükselterek dengelemeye çalışıyor. Bu yüzden federasyona karşı olduğunu her fırsatta açıklıyor.

Türk devleti kimlik vurgulu federasyonu, bağımsız Kürt devletine geçişin aşaması olarak değerlendiriyor. Daha genel olarak Türk egemenleri, federasyon, özerklik, otonomi adı her ne olursa olsun, Kürtlerin inisiyatif kazanacağı her kombinezona düşmanlığını peşinen ilan ediyor. Müdahale nedenlerine Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesini ve petrol zenginliğine sahip olmasını da ekliyor. Ayrıca merkezi Irak yapılanması içerisinde Kürtlerin inisiyatif sahibi olmasından da hoşlanmıyor. Sömürgeci devlet Kürtlere karşı Saddam’ın yokluğundan doğan boşluğu da doldurma zorunluluğu duyuyor. Abdullah Gül. Saddam’ın kendilerine “Kürtlerin kellesini birlikte keselim” teklifi yaptığını fakat kabul etmediklerini söylemişti. Fakat niye bir başkasına değil de Türk devletine önerdiği sorusunun cevabı ortada kalmıştır. Demek ki Saddam’da kime ne teklif edeceğini iyi biliyor. Kürtlerden yana güzü arkada kalmayacaktır, bu kesin.

Sömürgeci rejim etnik federasyona karşı oluşan gerçek nedenlerini gizleyerek demagoji yapmaktan da geri durmuyor. Demokratik Irak’tan, toprak bütünlüğünden, etnik özellikleri ön plana çıkarmanın çatışmalara neden olacağından söz ediyor. Fakat gerçekte Kürtlerin iradesine ipotek koyarak, kendi geleceklerini belirlemelerini engellemeye çalışıyor. Bu yüzden Türkiye “Irak’ın geleceği”yle değil, “Kuzey Irak’ın geleceği”yle ilgilidir.

Güneyli Kürtlerin federasyon istemi ve yönelimlerinin Kürtlerin özgürleşmesinde nasıl bir yer tutacağı ayrı bir konudur. Güneyli Kürtlerin ABD—lngiliz emperyalizminin işbirlikçiliğini yaparak, sırtını emperyalizme dayayarak özgürlüğe ulaşamayacağı ise, kendi tarihsel deneyimleriyle de sabittir. Feodal, aşiretçi, burjuva siyasal önderliğin Kürtleri ABD bayraklarıyla yürütmesi, Kürtler gibi mazlum bir hak açısından utanılası bir durumdur. Fakat bu utanç halka değil, burjuva-feodal milliyetçi siyasal önderliğine aittir. ABD’nin, Kürtlerin özgürlüğüyle değil, kendi emperyalist çıkarlarıyla ilgili olduğu kesindir. Erdoğan’ın ABD gezisinde basına yansıdığı biçimiyle Türkiye’ye “etnik federasyon olmayacağı, Kerkük’ün Kürtlerin kontrolüne bırakılmayacağı” güvencesi vermesi de bunun göstergesidir. Barzani ve KDP’nin “Kabul etmeyiz, yeniden isyan ederiz” vb. açıklamalarını bu gerçekliğin bilincine varmaları şeklinde yorumlamak da oldukça güçtür. Güneyli siyasal önderliklerin de ötesinde Kuzeyli Kürtlerde de ABD’nin müdahalesiyle eski statünün yıkılmasının Kürtlere özgürlük getireceği gerici düşüncesi yaygınlık kazanmaktadır. A.Öcalan’ın da yer yer Güneyli siyasal önderlikleri (demokratik cumhuriyet stratejisi gereği) eleştirmekle birlikte “demokratik sömürgecilik” değerlendirmesiyle bu yönelime farklı bir eksenden katılmaktadır.

Bugün ulusal sorunun çözüme ulaşmadığı birkaç ulustan biridir Kürt ulusu.

Hatta 30-40 milyonluk nüfusunun dört parçaya bölünmüş olması gerçekliği, Ortadoğu’nun ve petrolün, emperyalistler arası çıkar çatışmasının merkezinde yer alması gibi nedenler dikkate alındığında çözümü en zor ve kapsamlı olanıdır. Kürdistan’nın parçalanması, emperyalistler sayesinde sağlandığı gibi, bölgesel sömürgeci güçler de sömürgeci boyunduruklarını, emperyalist güçlerin göz yumması, onayı ve desteği sayesinde sürdürebilmişlerdir. Kürt ulusunun tarihi, tarihsel dramlar, katliamlar, ve ihanetlerle iç içe geçmiştir. Güneyli Kürtlerin de 1920’li yıllarda İngiliz emperyalizmine karşı mücadeleden günümüze değin uzanan büyük bir mücadele tarihi vardır. Siyasi ve hukuki temeldeki kazanımları esasen bu uzun soluklu mücadele üzerine kuruludur. Güneyde ve bütün parçalarda yürütülen bu mücadele olmasaydı, Güneyde bugünkü fiili olarak kendi kendini yönetme durumundan ve siyasi hukuki kazanımlardan söz edilemezdi. Saddam rejiminin ve eski statükonun yıkılması, Kürt sorununu daha geniş çaplı ve çözüm bekleyen bir sorun olarak uluslararası kamuoyunun gündemine daha yakıcı biçimde taşımıştır.

Kürt gerçeğini yok sayan, eski statükoyu sürdürmekte ısrar eden, her türlü çözümü dıştalayan çizgi iflas etmiştir. Kürt sorunu parçalardan hareketle çözümü dayatmaktadır. Bölgesel sömürgeci devletlerin düşmanlığı ve emperyalist güçlerin ihaneti de çözümsüzlüğü sonuna değin sürdüremez. Bunun hangi biçimde çözüme kavuşacağı ise Kürt ulusunun siyasal iradesine ve bununla birleşen diğer unsurlara bağlıdır. Diğer bölge halklarıyla demokratik çözüm veya milliyetçi çözümü kadar; burjuva emperyalist çözümler de gündemdedir. Güneyde yürürlükte olan burjuva emperyalist çözümden hatta Türk-Kürt, Kürt-Arap vb. gerici ulusal boğazlaşmalara dönüşmesi olasılık dışı değildir. Bölge devletlerinin düşmanlığı, bayram günlerinde Erbil’de patlayan bombalarda, Irak’lı ulusal ve dini topluluklar arası son tartışma ve kamplaşmalar dikkate alındığında bu, yakın ve somut bir tehlike olarak varlığını sürdürmektedir. Şüphesiz ki böylesi bir durum bölge halklarına büyük bir yıkım getirecek, yıllarca sürecek düşmanlık ve boğazlaşmalara neden olacaktır. Türkiye’in Türkmen kışkırtması da bu çatışma tehlikesinin hizmetindedir.

Kürt sorunun yapısından kaynaklanan zorukları bir tarafa, günümüzde ulusal sorunların çözümü de oldukça zor ve karışık bir niteliğe bürünmüştür. Daha yakın dönemde Yugoslavya ve Balkanlar’da yaşanan kanlı ve emperyalistler tarafından şekillendirilen süreçler hafızalardadır. Keza Filistin ulusal sorunu, Çeçenya ve Kafkasya’daki diğer ulusal sorunlar ve aldığı biçimler ortadadır.

Soğuk savaş dönemde ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler, SSCB’ ve Doğu Bloku’nu zayıflatmak için, ulusal farklılıkları kışkırtarak rekabette avantaj sağlama siyaseti izlemişlerdi. 1990’larda SSCB’nin dağılması sonrasında ise hemen bütün uluslar bağımsız ulus devletlerini kurdular. Burjuva milliyetçi önderlikler tarafından ulusal devletlerin kurulması temel eğilime dönüştü. Bu durum, emperyalist devletlerin müdahalesini kolaylaştıran, etnik çatışmaları körükleyen bir sürecin de yaşanmasını sağladı. Diğer taraftan egemenlik altında bulunan ulusal, kültürel ve dini toplulukların kimlik eksenli örgütlenme, mücadele ve hak taleplerini yükselttikleri bir süreç yaşandı. Bu süreç ve eğilim günümüzde de sürmektedir. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, uluslararası proletarya hareketinin müttefiki olarak tarihsel devrimci rolünü bugün de sürdürmektedir. Fakat bu rol günümüzde oldukça sınırlanmış durumdadır. Ulusal kurtuluş hareketlerinin genel olarak devrimcilikten reformculuğa doğru bir seyir izlemesi gerçeği bir tarafa; güncel olarak ulusal mücadelelerin burjuva milliyetçi önderliklerce sürdürülmesi, emperyalist devletlerin kışkırtma ve müdahalelerine daha yatkın siyasal atmosferin oluşması, yakın dönem ulusal hareketlerinin hemen tamamının emperyalist çözüm koridoruna girmesi, egemen devletlerin örgütlenme ve militarist yapılanma düzeyinin ulusal savaşımların başarı şansını zayıflatması ve bunun da emperyalistlerin desteğini almaya daha fazla yöneltmesi, devrimci proletarya hareketinin zayıflığı gibi nedenler bu rolün sınırlanmasının nedenleri olarak sayılabilir.

Farklı bir gelişimin sonucu olmakla birlikte emperyalist küreselleşme süreci de önemli bir unsurdur. Emperyalist güçler, küresel emperyalist yönelimleri temelinde dünyanın entegrasyonunu derinleştiriyorlar. Bu süreç ulus-devletlerin ekonomik, siyasi egemenliklerinin sınırlandırılıp yeniden yapılandırılarak emperyalist küreselleşme sürecine entegre edilirken; aynı zamanda ‘güvenlik devleti’ fonksiyonlarının pekiştirilerek ulusdevletlerin güvenlik devleti şeklinde etkinlik kazandırıldığı bir süreç yaşanıyor. Bu sürecin tamamlayıcı bir diğer yanı da “alt kimlik” diye tanımlanan etnik, kültürel ve dini kimlik ve azınlıkların ön plana çıkarılmasıdır. Bu dönem emperyalist güçlerin kontrol, müdahale ve yönlendirme olanaklarını güçlendirirken, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi inisiyatif dışına çıkan devletlerin parçalanarak sisteme entegre edilmesini de içeriyor. Emperyalizmin geleneksel böl-parçala-yönet politikasının güncelleştirilmiş bir versiyonudur söz konusu olan. Keza emperyalistler arası rekabette “alt kimlik” siyaseti de etkili bir unsurdur. Rakip güçlere karşı koz elde etme, hegemonya mücadelesinde avantaj sağlamanın unsuru olarak da kimlik siyaseti emperyalistlerce kullanılmaktadır.

Irak işgali sonrası Ortadoğu’nun ABD’ci yeniden yapılandırılması çalışmaları sürdürülüyor. ABD’nin “Büyük Ortadoğu” projesinde şapkasından neler çıkacağı tam olarak netleşmiş değil. Birden çok projenin çekmecede tutulduğu ve gelişmelere göre bunlardan hangilerinin geçerlilik kazanacağının netleşeceği de söylenebilir. Keza süreci yönlendiren unsurun sadece ABD’nin emperyalist iradesinin olmadığı, Irak ve Ortadoğu halklarının direnişçi karşı iradesinin de devrede olduğu, daha şimdiden bir çok hesabı boşa çıkardığı da unutulmamalıdır. ABD’nin “Irak’ın geleceği”ne ilişkin senaryolarında üç devlete bölünmesi de yer alıyor. Emperyalistlerin bölge istikrarının bu şekilde sağlanacağı, denetiminin de daha kolay olacağı varsayılıyor. İsrail’le dost bir Kürt devletinin, İsrail’le bölgedeki tecrit konumundan kurtaracağı, bu yüzünden İsrail’in de Kürt devleti kurulması yönünde faaliyet yürüttüğü yaygınca ifade ediliyor. İsrail’in Güney’deki çeşitli faaliyetlerde bu çabalara kanıt olarak sunuluyor. ABD iktidar çevrelerinde bu tür senaryoların taraflarının olduğu muhakkaktır. Irak’ta direnişin güçlenerek devam etmesi de ABD açısından böyle bir senaryoyu öncelik haline getirebilir. Fakat ABD emperyalizminin bugünkü önceliğinin federal temelde birleşik Irak olduğu anlaşılıyor. Daha çok federasyonunun hangi temelde kurulacağı tartışması yürütülüyor. Bu federal yapının orta ve uzun vadede bağımsız bir Kürt devletine düştürüleceği de varsayılabilir.

ABD’nin Irak’ı işgali Türkiye’nin en temel kozu olan jeo-stratejik önemini azalttı. Dahası siyasal denklemde Kürtler önemi bir unsur haline geldi. Ortadoğu siyasi haritasında Kürtlerin böyle bir konum kazanması, Kürtlerin ve Kürdistan’ın inkarına dayanan siyaseti geçersizleştirdiği gibi; işbirlikçi Türk burjuva iktidarıyla ABD arasındaki Kürt sorunundan kaynaklı çatlağın yapısal bir kriz niteliğine dönüşmesini de sağladı. Kırmızı çizgiler politikasının iflas etmesi ve çuval hadisesi, Türk devletinin askeri tedbirlerle bölgedeki eski statükoyu sürdüremeyeceğini ortaya çıkardı. Yer yer üst perdeden yapılan açıklamalara rağmen devletin yönetici çevreleri bunun bilincindedirler. Kürt sorunu krizi dönemsel olarak artıp azalsa da, Türk devletinin ABD’yi doğrudan karşısına alan bir politika izleyemeyeceği kesindir.

ABD’yle farklılaşan politika, öncelik ve zamanlama sorunlarını uyumlulaştırmaya çalışırken, karşılıklı olarak ‘farlılık olmadığı’ açıklamaları yapılıyor. Türk yönetici çevreleri Kürtlere karşı tehdit ve şantaj politikasını sürdürürken, ABD’yle işbirlikçiliği derinleştirerek istedikleri sonuçları elde etmeye çalışıyorlar. Erdoğan’ın ABD gezisi öncesi lncirlik’in yeniden ABD’nin hizmetine tahsis edilmesi bunun içindi. Gezi sonrası yüksek sesle dillendirilen Türkiye’ye “yeni rol” tartışmalarının anlamı da budur. Buna göre Türkiye, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne bağlı, jeopolitik eksende ‘model ülke’ olarak bölgeye ılımlı islam ihraç edecek! Türkiye’nin son ‘Kıbrıs atağı’ndan da, Kıbrıs’ta ABD’ye üs verilmesi sürprizinin çıkması da bu çerçevede okunmalıdır. Kısaca Türk devleti, işbirlikçiliği derinleştirilerek kendisinin ABD için vazgeçilmez olduğunu göstermeye, istediği siyasal sonuçları da bu yoldan elde etmeye çalışıyor.

Bütün bunlar bir tarafa, Güneyli Kürtlerin kendi kendini yönetme, kendi geleceğiyle ilgili karar vermeleri en doğal haklarıdır. Bunun hangi biçimde somutlanacağına karar verecek olan da Kürt halkıdır. Her şeyden önce bütün uluslar gibi, kendi bağımsız ulus-devletlerini kurabilirler. Buna arşı çıkmak gericiliktir, sömürgeci statükonun devamını istemektedir. Türk devleti ve diğer sömürgeci devletler Güneyli Kürtlerin iradesine ipotek koyamaz, onlar adına karar veremezler. Güneyli Kürtlerin genel federasyon temelinde karar vermeleri de kendi kaderlerini tayin etmenin bir biçimi olarak görülmelidir.

Burada temel sorun Kütlerin kaderlerini hangi biçimde tayin edecekleri değildir. Komünistler hakların kendi kaderlerini belirlemelerine saygı duymanın yanında, hakların özgürlüğüyle ilgilidirler. Güneyli siyasal aktörler ve Kürt halkı özgürlüğe ABD-lngiliz emperyalizminin himayesi altın ulaşabileceğini düşünmektedir. Bu, özgürlük adına büyük bir yanılgıdır. Genel olarak Kürt halkı, somut olarak da Güneyli Kürtler bu yanılgının acı tarihsel deneylerine sahiptirler. ABD-lngiliz emperyalistleriyle işbirliği Kürt halkına kölelikten başka bir şey getiremez. Emperyalistler Kürt halkının dostu değildir. Emperyalislerin dostları değil, sürekli çıkarları vardır.

Kürdistan’ın parçalanması kadar, sömürgeci statünün sürdürülmesi de ancak emperyalistler sayesinde mümkün olmuştur. 1920’li yıllarda Güneyli Kürtleri bombalayan İngiliz Kraliyet uçaklarıydı. Halepçe katliamını Saddam’ın, emperyalistlerin göz yumması ve ABD’den temin edilen gazlarla yaptığı unutulmuş değil. 1. Körfez savaşı sonrası Güneyli Kürtleri yüzüstü bırakan da ABD’ydi. Kuzeyli Kürtlerin özgürlük mücadelesinin bastırılması ve sürdürülen sömürgeci boyunduruk ABD’nin Türk sömürgeciliğine açık desteğiyle mümkün olmaktadır.

ABD-lngiliz emperyalistleriyle işbirlikçilik bugüne kadar hiç bir halkı onurlandırmadı. ABD, emperyalist çıkarları doğrultusunda bölgeyi biçimlendirmek, Irak ve bölge halklarını köleleştirmek için Irak’ı işgal etmiştir. İşbirlikçilikle ABD himayesi altında kurulacak bağımsız devlet ya da federasyon, ABD’nin emperyalist çıkarlarına hizmet etmekten başka bir rol oynayamaz. Böyle bir devlet emperyalistlerin kukla devleti olacaktır. Irak halkının akan kanı ve gözyaşı üzerine Güneyli Kürtler ‘özgürlük’ inşa edemezler. Güneyli Kürt önderliği, işbirlikçilik ve ulusal dar görüşlülükle, bölge halkları arasında kin ve düşmanlığın gelişmesine hizmet etmektedir. Güney’de Kürt sorununun bu emperyalist çözümü bölge halkları arasında iç savaşa kapı aralamaktadır. Elbette bunun tek sorumlusu olarak Kürtler görülemez. Bayramda Erbil’de patlayan bombalar da böyle bir yönelime hizmet etmekle birlikte, bir yönüyle de Kürt önderliğinin ABD işbirlikçiliğine tepkiyi yansıtmaktadır.

Kürt halkı yaşadığı büyük acılarla mazlum bir halktır. ABD işbirlikçiliği en büyük zararı da mazlum Kürt halkına vermektedir. Zarar gören Kürtlerin yüz yıllık ulusal özgürlük düşüdür. Kurulacak devlet işbirlikçiliğin ABD tarafından ödüllendirilmesi olarak damgalanacaktır. Bu mazlum Kürt halkının haklı ve onurlu ulusal özgürlük mücadelesini lekelemekte, bölge halklarının düşmanlığını kazanmaktadır.

Elbette, gırtlağına kadar ABD’yle işbirliğine bulaşmış Türk devleti ve diğer gerici devletler, Güneyli Kürtleri ABD işbirlikçiliğiyle suçlayamazlar. Onlar Kürt düşmanı statüko zarar gördüğü için bu söylemi kullanmaktadır. Kürtleri aşağılamanın, meşru taleplerini gölgelemenin unsuru olarak ifade etmektedirler. Sorun işbirlikçiliğin, Kürt halkının ulusal özgürlük davasında nasıl bir yer tuttuğunun bilince çıkarılmasıdır. Güneyli Kürtlerin taleplerinin meşruluğuyla, tuttukları yolun özgürlük mücadelesi ve halklar nezdinde meşru olmadığı arasındaki ayrımı kesin olarak yapmak gerekiyor. Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayini, sömürgeci güçlere olduğu kadar, anti-emperyalist temelde ABD-İngiliz işgalcilerine karşı mücadele ve bu temelde Kürt, Arap, Türk, Fars vb. halkların birlikte mücadelesiyle kazanılacaktır.

*****

Türk burjuva devletinin Güneydeki gelişmelere karşı ‘etnik’ alerji ve düşmanlığının versiyonu içeride de geçerlidir. Uzatmaya gerek yok, yalnız bir kaç noktaya vurgu yapmak önem taşıyor. Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesi, egemen güçler ve ‘iliştirilmiş’ burjuva aydınlar tarafında ‘dış güçlerin uzantısı’ olmakla, etnik siyaset yapmakla suçlanıyor. Hatta Kürtleri ‘ırkçı’ politika güttüğü (T. Akyol, Erdoğan v.d.) şarlatanlığı yapılıyor. Söz konusu olan ırkçı/şoven Türk milliyetçiliği değil de, Kürtlerin etnik/ırkçı politikaları! Sömürgeci Kemalist devlet geleneğinin sözcüsü olarak D. Baykal, SHP ile işbirliğine gitmeme nedenini, SHP’nin DEHAP’la işbirliği yapmasına, bunu ‘etnik siyaseti gündeme taşımakla’ suçlayarak açıklıyor. O. Ekşi ‘Türkiye vatandaşlığı’ söylemini alçaklık ve ihanetle suçluyor. Kemalistler şovenizm ve Kürt düşmanlığını anti-ABD’cilik, anti-emperyalizm olarak ambalajlıyor. Irkçı MHP’yle milliyetçi ‘Kızıl Elma’ koalisyonları kuruluyor. Güneye müdahalenin ve federasyon karşıtlığının bayraktarlığını CHP yapıyor. Öyle ki AB’ye üye olmak için dil, yayın kapsamında atılan sınırlı adımlar dahi Kürtlere karşı savaşı, düşmanlığı güçlendirmenin vesilesi yapılıyor. AKP hükümeti, Kürt sorununda geleneksel politikayı sürdürmeyi kendini rejime kabul ettirmenin aracı olarak görüyor. Kürt sorununun varlığını dahi kabul etmeme, sessizlik çizgisinde son derece sinsi bir politika izliyor. İslamcı basın geleneksel şoven çizgisini, hükümet olmanın olanaklarından nasiplenmeyle birleştirerek devam ediyor.

Kürt ulusu en temel demokratik haklarından dahi mahrum durumda. AB’ye uyum kapsamında dil eğitimi ve yayın konularında bir hak nasıl kullandırılmaz mantığıyla atılmış kimi adımlara rağmen Kürt hakkının kolektif kimliği tanınmış değil. Haklar bireysel hak kategorisinde değerlendiriliyor. İnkar siyasetinde gerek yürütülen mücadeleler sonucu, gerekse ABD kapsamında gedikler açılmış olsa bile geçerliliğini sürdürüyor. Güneydeki gelişmelere karşı düşmanca pozisyon alınırken, aynı zamanda Kuzeydeki Kürtler de tehdit ediliyor. İçeride ve dışarıda Kürtlere karşı uygulanan politika bir bütün, Kürt sorununun gündeme geldiği her durumda ‘kırmızı çizgiler’ politikası devreye giriyor.

Kürt sorunu sömürgeci faşist rejimin temel sorunudur. İç ve dış politika gündemi bu sorun tarafından belirlenmektedir. Zaten genel olarak devletlerin iç ve dış politikaları bir birinin devamı, bütünleyeni durumundadır. Türk burjuva devlet geleneği ve siyaset tarzı açısından ise bu iç içelik çok daha barizdir. Örneğin Kıbrıs sorununu, bir biriyle doğrudan ilintili olarak hem dış, hem de iç politika gündemidir. Kürt sorunu söz konusu olduğunda bu durum çok daha belirleyicidir. Kimi teknik yanları bir tarafa bırakıldığında bir ayrım yapmak mümkün değildir.

Rejim güncel olarak Kürt sorunundan kaynaklanan ‘Tehdit’i içeriden çok dışarıdan algılamaktadır. Güneydeki Kürt devleti yönelimi bir tür çarpan etkisi yaparak rejimin Kürt politikasını zorlamaktadır. “lçeri”ye dönük algılamada daha çok Güneydeki gelişmelerin etkisi çerçevesinde yorumlanıyor. Güney Kürdistan’daki özel harpçı askeri varlık, Kongra-Gel ileri sürülse de, daha çok Güneydeki gelişmelere müdahil caydırıcı bir güç olarak konumlandırılmaktadır.

Gelinen aşamada geleneksel politika mevcut ortamın, değişkenlerin ve yönelimlerin dıştan ve içten etkisiyle hıza çözülüyor. Çözülme politikada meşruiyet krizini derinleştiriyor. Rejim her bakımdan politik itibar kaybı, itibarsızlaşma süreci yaşıyor. Çözülme politik iflasın ve krizin derinleşmesiyle el ele gidiyor. 1999’da Öcalan’ın yakalanmasıyla lehine çevirdiği denge durumu ‘dış Kürtler’ konjonktürünün devreye girmesiyle yeniden bozulmuş durumdadır.

Devletin yönetici güçleri mevcut durumumun yarattığı iflas, zorlanma ve açmazların şüphesiz ki bilincindedir. Fakat bu iflas, rejimin Küt sorununda geleneksel inkar ve düşmanlık politikasını değiştireceği anlamına gelmiyor. Tersine, sıkıştıkça, uluslararası dayanaklarını yitirdikçe daha fazla saldırganlaşmaktadır. Mevcut ideolojik, politik yapılanma ve devlet geleneği dikkate alındığında kolay yoldan politika değiştireceğini düşünmek saflık olurdu. Ulusal hareketin tasfiyeci barış söylemine ve Güneydeki gelişmelere taknılan tavrın anlamı da budur. Buradan hareketle görünür gelecekte rejimin geleneksel politikasını yeni unsurlarla tahkim ederek sürdüreceğini düşünmek kehanet olmayacaktır. Diğer taraftan rejim ABD’ye karşı yaltaklanma, taviz, işbirlikçilik politikasını derinleştirerek de sonuç almaya çalışıyor. ABD’nin de, 50 yıldır sadık işbirlikçiliğini yapan Türk devletini kolayca gözden çıkarmayacağı ve yükleyeceği yeni rollerde dikkate alındığında, politikanın ikamesi açısından verilecek tavizlerin önemli bir unsur olduğu anlaşılacaktır.

Bununla birlikte politikanın Güney ayağında, konjonktürün zorlanması ABD’yle karşı karşıya gelme ihtimali, AB’ye üyelik yönelimi gibi bir dizi unsurun etkisiyle, ABD politikaların daha uyumlu bir çizgiye adım adım gelebilir. Kimi zaman yapılan açıklamalarda, koşulların bu yönde zorlanmasına dönük ifadeler olarak değerlendirilebilir. Fakat bu her bakımdan rezerv bir söylempolitika durumundadır. Bilinçli, iradi bir yönelimi, politika değişikliğini ifade etmez. Fiili durum ve gelişmelerin zoraki kabulü, sürükleme ve bu durumun politik bir düzeye yükselmesi şeklinde olabilir. 1991 sonrası Güney’deki fiili durumla ilişkileniş buna örnektir. Her durumda inişli-çıkışlı gerilimli bir süreç olacaktır. Fakat rejim her durumda müdahale tehdidini sopa olarak sallamayı sürdürecektir.

***

Kürt ulusuna karşı ırkçı/şoven inkara dayalı devlet politikasının, geniş toplumsal kesimlerin de kimi zaman açık, kimi zaman da hayırhah desteği sayesinde sürdürülebildiğini kabul etmek gerekir. Özellikle 1990’lı yıllarda yükseltilen milliyetçi/şoven ortamın etkisi, toplumsal katmanlarda gerici reaksiyoner bir tablo ortaya çıkardı. Elbette bunun toplumsal yapının tarihi, ideolojik, politik özellikleriyle, devlet kültüyle,

Türk uluslaşmasının yapısal özellikleriyle vb. ilgili çok yönlü nedenleri var. Milliyetçi, şoven toplumsal refleks yalnızca Kürt sorununda değil, egemenlerin “milli çıkar/politika” olarak tanımladıkları Ermeni sorunu, Kıbrıs, azınlıklar, Ege-Yunan anlaşmazlıkları vb. konularda da genel olarak geçerlidir. Bu Milli Güvenlik ideolojisi etrafında şekillendirilmiş toplumların az-çok ortak karakteristik özellikleridir. Toplumsal bilinç, ‘düşman’ tanımlamasına göre şekillendirilir, devlet politikası tabu, tartışılmaz kılınarak arka plana itilir.

Kürt sorununda egemen sınıflar cephesinde daha çok 90’lı yıllarda geçerli olan küçük itirazları bir tarafa bırakırsak, burjuva anlamda dahi muhalefetin olmadığı, olanın da özel savaş atmosferi içerisinde hınçla bastırıldığı bir durum söz konusudur. Sorunla az-çok ilintili dinamikler ise, bu belalı konuya fazla bulaşmama eğilimi egemendir. Bu da kolaylıkla sosyal-şoven bir konumda yer almalarını sağlıyor. En uç örneğini ÖDP’nin oluşturduğu ilerici, reformist güçlerde bu durum açık sosyal şoven bir özelliktedir. Devrimci militan güçlerin çoğunluğunda ise, güncel devrimci politikaya teğet geçme, “kitleselleşme” adına Kürt hareketinin kimi yanlışları, 1999 sonrasında ise tasfiyeci bir çizgiye kayması, sorunun etrafından dolaşmanın, ilgisizliğin, sosyal şovenizmin dayanağı yapılmaktadır.

Kürt sorunuyla devrimci temelde ilişkilenen güçler ise, Marksist-Leninist komünist güçler de dahil olmak üzere, Türk emekçi kitlelerini aydınlatarak şoven milliyetçiliğin kırılmasında çok da başarılı olamamıştır. Yaratıcı mücadele ve eylem biçimleri geliştirilememiş, gerekli ajitasyon dili yaratılamamıştır. Kürt hareketiyle devrimci dayanışma, politik duruş netliği, reaksiyonel refleksler sınırı aşılamamıştır. Sonuçta Kürt sorunu emekçi halk yığınlarının gündemine taşınamamıştır. Batıda ikinci cephenin geliştirilememesinde böylesi bir aydınlatıcı düzey eksikliğinin sınırlandırıcılığının da çok yönlü etkileri olmuştur.

Gelinen aşamada emekçi yığınlar sezgisel olarak da olsa, “milli güvenlik/devlet politikası/milli çıkar” politikalarını sorgulama eğilimi gösteriyor. Şoven milliyetçiliğin kırılma eğilimi ve bu kırılmanın yumuşak zeminleri ortaya çıkıyor. Diğer taraftan Kürt sorunu son derece özgün bir içeriğe kavuşmuş durumda. Güney boyutu, ırkçı söylem resmi politikanın içten ve dıştan çözülmesi vb. Bu durum sorunun emekçi yığınların gündemine taşıyarak gerici yargıların kırılmasına önemli olanaklar sağlıyor. Keza aynı şey resmi ideoloji ve politikaların şoven burjuva siyasal güçlerin teşhiri açısından da geçerlidir. Şoven milliyetçiliğin kırılması, devrimci politikanın kitlelerle ulaşarak devrimci politikaya manevra alın sağlamada tayın edici bir rol oynayacaktır. Fakat bu süre, komünistlerin önderleşme iddia ve yönelimine uygun olarak, geleneksel politika tarzı ve rutin refleks düzeyini Kürt sorunu kapsamında da çok yönlü olarak aşma doğrultusunda sergileyeceği politik pratikle de doğrudan ilgilidir. Öncelik ise, Kürt sorunu kapsamında yaşanan değişkenlerin politika düzeyinde tespiti ve bunu bir hareket planının dönüştürülmesine verilmelidir.

* Konferanstaki konuşmacılardan biri olan Prof. Dr. Anıl Çeçen, “Emperyalizmle Amerika ve Avrupa ile ilişkilerimizi keselim. Onlarla işbirliği yapmak yerine Avrasya ile İran, Rusya, Çin ile işbirliği yapıp yeniden mazlum milletlerin lideri olalım” mealinde sözler etmiş... Avrasyacılık hem bütün kemalist güruhlarda hem de ülkücü milliyetçilerde işlenen bir hülyadır, murattır. A. ilhan’ın “mazlumlar enternasyonali, Sultan Galiyevcilik” yazılarından, ASAM’ın, Eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’a kadar birçok kişi kurum tarafından dile getirilmektedir. Ordu içindeki bölünmenin de temelinin Avrasyacılık-Batıcılık olduğu söylenebilir. MHP’li milliyetçiler zaten eskiden beri Türki Cumhuriyetler, Dış Türkler üzerinde, Turan ideali çerçevesinde bu anlayışı işlemekteydi. Bunlar toplumda, güncel politik bir seçeneği ifade etmese de hem bürokraside hem de sivil siyasette ‘birleştirici” bir hülya ya da idealdir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi