Tarihin Alacakaranlığı Sona Eriyor

Sağlıklı teori ayrışarak ilerleyen eylemden ve somutun zenginliğinden doğuyor; şu günlerde böyle bir zenginliği yaşıyoruz. Thomas More’u, Macyavel’i ve Erasmus’u yan yana getiren, onları ortak bir paydada buluşturan nedir diye sorularak başlanabilir. Deliliğe Övgü, Prens ve Ütopya’nın birbirleriyle herhangi bir içerik ortaklığı taşımamalarına rağmen bunu sormak gerekir. Önemli olan bu eserlerin içeriklerinden ve önerdiklerinden çok, sezgisel bir tutkuyla neye karşı çıktıklarıdır. Üçü de bitmekte, ölmekte olan ortaçağ egemenliğine karşıdırlar ve karanlığın sona ermekte olduğunu haber veriyorlar.

Engizisyon Avrupası’nda, bu baskının kıskacında aydınlığı haber vermek büyük bir iş sayılmalıdır. Öyle bir basınçtır ki bu ilkel eşitlikçi Kathar Şövalyelerinden İbn-i Haldun’u okuyan aydınlara kadar bütün muhalifler itirazlarının karşılığını ateşe atılmak olarak alıyorlar. Bu üç eserin sahipleri de reddediyorlar. Marks teorik yolun başında, Lenin Rusya’da, Che Latin Amerika’da yola koyulduklarında silahların eleştirisinden önce de eleştiri silahını kullanırlarken aynı şeyi yapıyorlar; önce koptuklarını haber veriyorlar. Kitleler eyleme geçtikçe ve geçtikleri oranda düzenden koparlarken öncüler önce kopuyor ve sonra kalanları koparmak için eyleme çağırıyorlar.

11 Eylül ve Ladin, Irak, K. Kore, emperyalist küreselleşme karşıtı hareketler ve direnişçi Anadolu devrimciliği nasıl bir ortaklığı taşıyorlar? Bu da önemlidir ve ampirikliğin miyoplaştırıcı engeli aşıldığında, olgular düzeyinde biri diğerine geçişsiz bu saydıklarımızın çürüyen sisteme/düzene vurulan varyos darbelerini andırdığı görülebilir. Onların ortak noktaları da budur: Sistemi darbeliyor olmaları. Diğer bütün özellikleri ayrı, hatta birbirine karşı da olsa önemli olan budur.

Kapitalizmin genel krizinin derinleşmesi, sefaletin, baskı ve şiddetin artması fiziksel formüllerin keskinliğinde bir karşı hareket yaratmıyor. İsyan yerine örneğin Hint geleneğinde olduğu türden bir tevekkül de doğabiliyor. Konum otomatik olarak bilinci doğurmuyor. Bilincin oluşumunun önünde setler var. Lenin bunu görüyor. “Ne Yapmalı” bu soruna pratik bir cevaptır; bilinç dışarıdan götürülüyor.

Marks Engels’e yazdığı bir mektupta ütopik sosyalistlerle dövüşü sırasında ekonomik faktörün son kertede belirleyici etken olduğuna yaptığı vurgunun tilmizlerinde, kurtuluş gününün bir gün mutlaka geleceğine inanan hristiyanlarınkine benzer bir beklemecilik, kadercilik yarattığını söylüyordu. Engels’in yayınlanmış son mektuplarından birisinin (Bloch’a mektup: 1890) bütün konusu budur. Engels, Kautsky ve Bernstein’da somutlanan bu anlayışın tahrip ediciliğini netlikle görüyordu ve ne yazık ki artık mektup yazmak dışında bir müdahale olanağı da bulamıyordu. Nitekim bu iki uğursuz revizyonist sonraki yılların teorik üretimlerini bu anlayışlarıyla uzun süre zehirlediler. Marks teorisini ayağa dikmek için ütopyacılarla ve ardından iradecilerle dövüştü. Ancak ardılı Bernstein bu kez ütopyayı öldürdü, “hareket her şeydir amaç hiçbir şey” diyerek iradeyi boğmaya çalıştı. Avrupa marksizminin ideolojik gıdasını bu oluşturdu. Bu bakış açısı ezilenlerin iradesini kabullenmedi veya çeşitli argümanlarla mahkum etmeye çalıştı. Determinist kaderciliğe karşı isyan bayrağı Rusya’da dalgalandı; devrim oradan başladı. Lenin yepyeni söz, eylem ve hareketli örgüt biçimleriyle bu isyanı iktidara taşıdı. Bernstein kitabi sözlerin ve biçimlerin tutsağı olarak kalırken Lenin hiçbir şemanın ve sözün tutsağı olmadı. Ne yapmalı ve Nisan Tezleri bu anlayışın ifadesi olan hala yükseklerde iki örnektir.

Eylemin içkin olmadığı isyan duygusu, durgun göldeki su gibi önce acılaşıyor sonra da çürütüyor. Öfkenin zembereğinden boşalması için tarihin eylemsizlik momentine esaslı bir vuruş zorunludur. Böylesi anlarda ilk vuruşu kimin yaptığının belirleyici bir önemi olmuyor. Önemli olan Bastille’in zaptı, Komünarların Versay hükümetine karşı Paris’te toplanması, Viborg’da kadınların yürümesi, Kürdistan’da “ilk kurşun”un atılması, ikiz kulelerin yerle bir edilmesidir. Yapanlar yaptıkları sırada fark etmeseler de, çoğu zaman fark etmek mümkün olamıyor, eylemlerinin sonuçları ya doğrudan devrimcidir ya da devrimcilik üretiyor.

Marksizm saldırı ideolojisidir ve tarihsel planda savunucu, statükocu olan kapitalizmdir. Devrimcilik bununla umutlu bakmayı başarıp mevcut toplumsal ilişkilerle sınırlı ortalama aklın ötesine geçebilmektir. Marks ve Engels, Avrupa’da bekledikleri devrim olmadığında, devrim fırsatları kaçırıldığında, küçük bir odada volta atıp öyle şeylerden bahsediyorlar ki, kızı Elenor, o sırada onları duyan olsa deli olduklarını düşünürdü, diye yazıyordu. Konuştukları sosyalizm ve daha ötesidir. Devrim istiyorlar. Kapital ilk kez Rusça’ya çevriliyor ve Vera Zasuliç Marks’ın tanıdığı ilk Rus devrimcilerinden oluyor. Rusya’da devrimin olanaklarını tartıştıklarında Marks “hele bir bozkır tutuşsun” diyerek devrim yangınının başlamasını savunuyor. Devrim kendi yolunu nasıl olsa bulacaktır. Devrimin kendi içinde belirsizlikler taşıyarak ilerleyeceği neredeyse bir yasaysa, asgari koşulların sağlandığı yerde politik cüret taşımamak, yani ertelemecilik, bazen gaflet ve bazen de ihanettir... Alman devriminin düşük yapması birincisine örnek oluyor. Marks ve Lenin’e bugün salt teorik belirlemeler için değil onlardan daha çok yöntemlerine dair çıkarsamalar amacıyla bakmak esas amaca dönük faaliyetimizin sacayaklarından birini oluşturuyor.

Bugün iyimser olmak için Marks olmaya gerek yoktur. ABD emperyalizmi hem ciddi bir ekonomik sarsıntı yaşıyor hem de 11 Eylülün sersemleştiriciliğinde dengesizce saldırıyor. Bu onun mutlak denetimi yitirdiğini gösteriyor. “Önleyici savaş doktrini” bunun dokümanter kabulü oluyor. Ergin Yıldızoğlu’ndan okuduğumuz ABD’nin kontrgerilla birliklerinin yeniden etkin kılındığı haberi ise dengesizliğin bir panikle birleştiğini gösteriyor. ABD’nin arzuladığı stabilizasyon bitmiştir. Nedeni ABD olan ve sonu devrimlere açılma imkanları taşıyan yeni bir sürekli istikrarsızlık süreci işlemeye başlamıştır. Bu yer sarsıntılarına ancak bir devrim depremi son verebilir.

Berlin duvarının yıkılmasından ikiz kulelerin yıkılmasına kadar geçen süre ABD emperyalizminin hanesine yazıldı belki, ama ondan sonrası ezilen halkların hanesine yazılıyor. Hava dönmüştür, ezilenler daha ağır baskı koşullarında olsalar da bu böyledir. Fukuyama “tarihin sonu”nu ilan etmişti. Gayet ironik biçimde bu kez tarih “ABD’nin sonu”na işaret ediyor. ABD emperyalizminin hazmedemediği de onun sonunu haber veren bu uyanıştır. Fransız devriminden kısa bir zaman sonra iktidara gelen 1. Napoleon yeniden imparatorluğu ilan ediyordu. Oysa eski güzel günlere dönüş olanaksızdı. Devrimin ve yeni ekonomik sistemin yasaları işlemeye devam ederken Napoleon Vaterloo’ya gömüldü! Şairin “yaşayan kimdir gerçekte/ölen kim” dizelerini soru kılmak zamanıdır o halde: Tecrit olan, daralan kimdir gerçekte/büyüyen kim. Ezilenlerin isyan cephesi mi yoksa ABD saldırganlığı mı?

Erasmus başkalarının hükmüyle akıllı olmaktansa kendi aklıyla deli olmayı seçtiğini söylüyordu. Ezilenler de ABD’nin pohpohlamalarıyla itaatkâr “hür/demokratik” kitleler olarak anılmaktansa kendi eylemleriyle ABD’ye göre “terörist” olmayı seçiyorlar. Dün vebalı olan tümüyle ideolojik bu kavram bütün korkutuculuğunu yitirmiştir. Çünkü artık herkes biliyor ki ABD emperyalizmine karşı olmanın adıdır teröristlik. Ortadoğu’nun ezilen müslüman halkları başta olmak üzere yeryüzünün ezici çoğunluğu “terörist” diye nitelenmeyi göze aldıklarını gösteriyorlar.

Tarihin alacakaranlığı bitiyor. Bir dönem bütün diskuruyla beraber çöküyor. ABD’ye karşı yükselen sesler her yanı kaplıyor. Anın basıncı altında kilitlenen, felç olan ezilen insanlık yeni bir hareketlenmeyi/uyanışı yaşıyor. Kıtalararasında Emperyalist Küreselleşme karşıtı hareketlerden, savaş karşıtlarına, eş zamanlı bir hareketin doğuyor olması sürpriz değildir. 1905’te savaşı Japonya’ya karşı kaybeden Rusya’da ezilenler “babaları” Çar’a karşı devrime kalkışıyorlar. 1906’da İran, 1908’de Tük burjuva devrimleri başlıyor. 1910 ve 1911’de de Meksika ve Çin ulusal devrimleri patlak veriyor. Keza Hitler’in yenilgisi sonrası peşpeşe demokratik devrimler gelişiyor. Burada kalmıyor, ABD Vietnam’da ağır bir yenilgi alınca neredeyse bütün L. Amerika isyana başlıyor. Kissenger’in “domino teorisi” doğuyor. Bir taş çekilince tümü artarda yıkılıyor. Egemenlerin gücünü abartarak kendi gücünü ve olanaklarını göremeyen ortalama toplumsal akıl, o gücün yıkılabilir olduğunu gördüğünde hücuma geçiyor. Durgun görünmesi sistemden memnun olduğu anlamını taşımıyor, korkunun kabuğunu kıramadığı için onun yıkılamayacağını düşünüyor; neredeyse bütün devrimcilerin ailelerinin onlara karşı çıkış gerekçelerinin çerçevesini çizen de bu güvensiz ortalama toplumsal akıldır. Çabuk değiştirilebiliyor ve öncünün bütün işi de burada somutlanıyor.

Yeni bir dönemde olduğumuzun en önemli göstergesi ABD emperyalizminin süreğen bir tecrite yuvarlanmasıdır. Irak’a saldırının gerçekleştirildiği Ocak 1991 yılında emperyalistlerle kurulan ittifakla yapılan Irak’a saldırıdan bu yana geçen süre içinde ABD kimi kez yavaş kiminde hızla kendi kaderi ile baş başa kalmaya doğru yol aldı. Uluslararası tekellerin ve onların sopaları olan devletlerin ittifak gösterileri uzun sürmedi. Kosova’da bunun içinin boş olduğunu gördük. “Pax Roma”dan esinlenen “pax Amerikana” çöktü. Sürekli yayılma hevesi tekellerin zorunlu hareket yasasıdır. Dünya bu emperyalist heveslerle yeni bir paylaşım savaşının kıyısına getirildi. “Tek kutuplu” olduğu iddia edilen emperyalist cephenin aslında birkaç “kutuplu” olduğu görüldü. Emperyalist cephe kısa zamanda yol ayrımına geldi. Bugün Ocak ‘91’de ki ittifak yerle yeksan olmuştur. ABD emperyalizmi karşısındaki cepheyi sürekli olarak büyütürken kendisi ittifak kuvvetlerini kaybetmiştir. Yazgısı Roma İmparatorluğunun yazgısından farklı olmayacaktır.

Bir sınıfı, örneğin işçileri, tarif ederken mekan ve duygu birliğinden söz ediyoruz. Ortak davranış çizgisini bu belirliyor. Ancak bugün aynı mekan içinde nerede ise birbirleri ile temassız çalışıyor işçiler. 1800’lü yılların ortak mekanları olan barakalar, şimdilerde Güney Doğu Asya’da boy veriyor. Bu ve diğer birçok şey kapitalist üretim biçimindeki değişiklikler, dolayısıyla da işçi sınıfının yapısı üzerine verimli tartışmalar için bir zemin oluşturabilir. Bu yazı kendisini şuna dikkat çekmekle sınırlıyor: Bütün bu dağıtılmaya rağmen değil, işçiler birbirleri ile organik bağları olmadan, ezilen diğer toplumsal katmanlarla beraber değişik ülkelerde, eş zamanlı, ABD emperyalizmine karşı nefretle eyleme yöneliyorlar.

Yabancılaşmanın batağında gündelik çıkarlar için birbirine düşürülen ezilenler cephesinden binlerce insanın ABD emperyalizmine karşı Irak halkının yanında canlı kalkan olmayı istemesi veya bunu coşkuyla karşılaması önemlidir. ABD’li genç bir kadının Filistin yoksullarını ölümden korumak için buldozerlerin altında can vermeyi göze alması ve bunu yapması mücadelenin, isyanın insanı büyüttüğünün, onu en soylu eylemlere yönelttiğinin ifadesidir. Direnişin sürmesinin ezilenler üzerinde onlarca yıldır kurulan kültürel hegemonyanın dağılması, Amerikan yaşam tarzının yeni kuşaklar için imrenme değil iğrenme imgesi olması türünden sonuçları da olacaktır. Sistemin ideolojik aygıtlarının başında gelen medyanın içler acısı hali orta yerdedir. Çıplak zoru örtme ve egemenler yararına rıza yaratma aracı olan medya kitleleri savaş için ikna edemedi. Herkesin gözünde bu yağmacı haksız bir savaş olarak kaldı. CIA’nın ayırdığı milyonlarca dolarlık savaş propagandası fonuna rağmen bu böyle.

20. asır sosyalizmindi. Sosyalizmin varlığı kapitalizmi kendisine göre biçimlenmeye zorunlu kıldı. Keynesçilik, “refah devletleri” projesi savunma psikozunun adımlarıydı. Sosyalizmin geriye düşüşünün pratik yenilgi ile resmileşmesi ardından tekeller tam bir ittifakla dün kabul etmek zorunda kaldıkları ekonomik demokratik hakları budamaya başladılar. Dün sosyalizmin basıncıyla kitlelerin daha kısa mücadele süreçlerinde elde ettikleri hakları elde tutmaları veya yenilerini kazanmaları artık daha ısrarlı, sert mücadelelerle olanaklıdır. Kapitalizm bir anlamda aslına rücu ediyor. Asla eskinin basit bir tekrarı olmayan, kapitalizmin neoklasik dönemi olarak adlandırılabilecek yeni bir evredir bu. 1848’in Lyon sokaklarıyla 1997 Endonezya sokakları arasında sömürünün modern aygıtlarla katmerlenerek sürdürülmesi dışında özsel bir fark yoktur. Klasik dönemde feodalizme göre devrimci olan, reformların uygulayıcısı kapitalistler bugün tarihsel planda gereksizleştikleri gibi en gerici zor aygıtlarıyla tarihin değiştiriciliğine direniyorlar. Burjuva demokrasileri faşizmlere doğru daralıyor. Neo-faşizm, burjuva demokrasileri ile klasik faşizmlerin bileşkesi olarak yeni yönetme biçimi. Faşizm sosyalizme karşı emperyalist tekellerin savunma reflekslerinden birisiydi. Neo faşizm ise ezilenlerin küresel direniş olanaklarının da arttığı “ayaklanmalar yüzyılı”nın savunma refleksidir. Devletler tekellerin sopalarına dönüşüyor. ABD ve İsrail bütün egemenler için rol-model olmaya aday olarak sunuluyor. Bağımlı ülkeler yeniden işgal altında. ABD ordusu gerek gördüğü bütün stratejik alanlara, gözdağı vermekten de çekinmeyerek yerleşiyor. İşgale karşı direniş tek tek ülkelerdeki ezilenlerin mücadele konusu oluyor yeniden. Dünyanın neresinde olursa olsun ABD’ye karşı bütün direniş noktaları önemlidir. Pratik formu ve ideolojik zemini ne olursa olsun bu mevzilerin korunması, direnişin uzaması nesnel olarak ileri bir rol oynuyor. ABD emperyalizmine karşı olmak birleştirici bir üst çelişki düzeyindedir. Buna karşı direniş odaklarını koordine edebilmek, enerjilerinin tümünü ABD emperyalizmine boşalttırabilmek dönemsel mücadelenin esas konularındandır. Bu durum geçici ittifak kuvvetlerindeki artışı da beraberinde getiriyor. Savaşımın çetin olacağı gerçeği her bakımdan kendimizi yeni ve daha üst boyutlarda saldırılara hazırlıklı savaşçı bir parti olarak örgütlemek görevi ile yüz yüze getiriyor.

Amerikan emperyalizmine karşı devrimcilerin direnişi tarihsel bir tutarlılık taşıyor. Bu yeni direniş döneminde bunu bir kez daha göstermek, sosyalizmi ABD emperyalizmine karşı dövüşen cephede yeniden çekim merkezi haline getirmek pratik dövüşkenliğin desteklediği ideolojik bir savaşımla olasıdır. Sözümüzün gücünün eylemimizden doğacağı unutulmamalıdır. Bunun için ısrarla ve yeniden “devrim” ile “irade” kavramlarına vurgunun ve bu vurgunun gerektirdiği pratiğin en tam biçimde gösterilme zamanına/dönemine girmiş bulunuyoruz. “Cüret cüret daha fazla cüret”! Yeni dönemde berrak bir zihinsel açıklık ile devrim ve irade kavramları pratiğimizin kaldıraçları olacaktır. Her alanda her biçimde direnişi büyütmeye!

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi