Barış Ve Devrim

Emperyalizm ve proleter devrimler çağında savaş ve barış sorunu, her zaman insanlığın gündeminde olagelmiştir. Sayısız sözüm ona yerel savaşa yol açmakla, işçilere, emekçilere ve ezilen katmanlara karşı her türden faşist ve gerici şiddeti kışkırtma ve desteklemekle, sosyalist ve demokratik ülkelere ve ezilen halklara karşı saldırı savaşları yürütmekle yetinmeyen emperyalist devletler ve tekel grupları insanlığı, 75 milyon dolayında insanın ölümüyle sonuçlanan iki dünya savaşına sürüklemişlerdir. 1962’de bir nükleer savaşın eşiğine kadar gelmekle birlikte, insanlık bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın zorlu sınavından geçmemiştir.

Ancak, emperyalist devletlerin ve onların yerli ortaklarının vahşeti ve silahların yok edici kapasitesinde meydana gelen gelişmeler sayesinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen yarım yüzyıllık süre içinde meydana gelen çeşitli yerel ve iç savaşlarda 25 milyondan fazla insan can vermiştir. Bu savaşlar, geniş işçi ve emekçi kitlelerine görülmedik acılar çektirmiş ve Afganistan ve Ruanda örneklerinde olduğu gibi, bazı durumlarda koskoca ülkelerin ve halkların yıkımı anlamına gelmişlerdir. Bütün burjuva devletleri ve özellikle emperyalist devletler kendilerini, dünya üzerindeki hemen hemen tüm insan yaşamını pek çok kez yok etmeye yetecek bir dizi nükleer, biyolojik, kimyasal ve konvansiyonel silahlarla donatmakla yetinmemişlerdir. Onlar, cephaneliklerinin boyutlarını ve yok etme kapasitelerini arttırmaya, ordularını, polis ve istihbarat örgütlerini ve diğer baskı aygıtlarını genişletmeye devam etmişlerdir.

Öte yandan, genel olarak burjuvazi ve özel olarak emperyalistler saldırgan ve savaş kışkırtıcı tutum ve etkilerini ‘barış’, ‘silahsızlanma’, ‘stratejik silahların sınırlandırılması’, ‘insan hakları’, ‘demokrasi’, vb.’ne ilişkin açıklamalardan oluşan bir sis perdesi ardında kamufle etmeye çalışmışlardır ve öyle yapmaya da devam etmektedirler. Ve kendilerinin, tüm güç ve şiddet araçları, aletleri ve aygıtları üzerindeki hemen hemen eksiksiz bir tekele sahip olmalarına ve bu araçları, aletleri ve aygıtları işçilere, emekçilere ve ezilen uluslara karşı sistemli bir biçimde kullanmalarına karşın, onlar ikiyüzlü bir biçimde, komünist, devrimci ve antiemperyalist güçleri ‘terörist, ‘haydut’ vb. olmakla ve insan haklarına, demokrasiye, özgürlüğe vb. karşı savaşmakla suçlamışlardır ve suçlamaktadırlar. Fakat pratik, işçilerin ve emekçilerin bu vahşi düşmanlarının, bir yandan demokratik ve pasifist demogojilerini sürdürürken, bir yandan da baskıcı devlet aygıtlarını ve onların bileşenlerini yetkinleştirmeyi sürdürdüklerini, yalnızca komünistleri, devrimcileri ve antiemperyalistleri değil, işçilerin, emekçilerin ve ezilen ulusların geniş yığınlarını da işkenceden geçirmeye, öldürmeye ve katletmeye devam ettiklerini yeniden ve yeniden göstermiş ve kanıtlamıştır. Sosyal-emperyalist Sovyet imparatorluğunun çöküşünün ardından, burjuva ve emperyalist ideologlar ‘yeni bir barış çağı’nın başladığını müjdelediler. Onlara göre, ‘Soğuk Savaş’ın ve Doğu-Batı cepheleşmesi’nin sona ermesi, dünyada, gönenç ve özgürlüğün yaygınlaşacağı ve demokrasi ve ‘serbest pazar ekonomisi’nin filiz vereceği bir kapitalist cennetin oluşturulmasına olanak verecekti. Geçen zaman bunun, sermayenin savunucuları tarafından pompalanan bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını ve ABD emperyalistleri tarafından ilan edilen ‘Yeni Dünya Düzeni’nin, eski emperyalist dünya ‘düzeni’nin ta kendisi olduğunu fazlasıyla gösterdi. Bu pasifist iyimserlik atmosferini, ABD önderliğindeki emperyalist koalisyonun gerici Saddam Hüseyin kliğine ağır bir darbe indirmesi, Somali’ye karşı BM onaylı emperyalist saldırı, Moldova, Kafkasya ve Tacikistan’da ve eski Yugoslavya’da etnik çatışma ve savaşların patlak vermesi, Haiti’ye ABD müdahalesi, Ruanda’da soykırım, Afganistan’daki iç savaşın yoğunlaşması, Peru ile Ekvador arasındaki görece kısa savaş izledi. El Salvador, Kolombiya, Güney Afrika, Namibya, Filistin, Angola, Mozambik, Kamboçya vb. örneklerinde olduğu gibi bazı çatışmalar, esas olarak emperyalizmin ve gericiliğin yararına bir çözüme kavuşmuştur, ya da daha doğrusu çözüme kavuşmuş gözükmektedir. Fakat ‘uluslararası topluluğun’ bu kuşkulu başarılarını bir yana bıraksak bile, bir dizi ve sayısı giderek artan ülke ve bölgede, özellikle Cezayir, Sudan, Burindi, Kürdistan, Keşmir, Peru, Filipinler, Afganistan, Doğu Timor, Çecenistan, Tacikistan, Liberya, Srilanka, Batı Sahra’da vb. etnik ve iç çatışma ve savaşlar ve emperyalist ve sömürgeci zalimlere karşı direniş ve savaşlar, hızlarından bir şey yitirmeksizin sürmektedir.

Komünistler ve bütün tutarlı devrimciler, özellikle her gün yüzlerce, hatta binlerce işçi ve emekçinin emperyalistler, sömürgeciler ve burjuvazi tarafından sürdürülen karşıdevrimci şiddet ve saldırı ve etnik, aşiretsel ve dinsel çatışmalar nedeniyle canlarını yitirdiği ve bilim ve teknolojinin artan uygulamasının her türden silahların yoketme kapasitesini giderek artırdığı ve insanlığın geleceğinin emperyalistler tarafından başlatılacak bir nükleer ya da biyolojik savaşın tehdidi altında bulunduğu günümüzde barış için savaşmakla ve savaşa karşı savaş yürütmekle yükümlüdürler.

Fakat, barış için savaşabilmek ve kalıcı bir barış sağlayabilmek ve bütün silahları, orduları ve savaşın kendisini tarihin çöplüğüne atabilmek için, şiddetin ve savaşın nedenleri konusunda doğru ve bilimsel bir kavrayışa sahip olmak, bütün sömürülen ve ezilen sınıf ve katmanların işçi sınıfının önderliği altında birliği için çaba harcamak ve çağımızda şiddet ve savaşın başlıca kaynağını oluşturan kapitalizmin ve emperyalizmin devrimci bir tarzda yıkılması için savaşmak gerekir. Genelde güç ve şiddet kullanımı ve özelde savaşın varlığı, sınıf çelişmelerinin ve sınıf savaşımının sonucu ve ürünüdür. Sınıflar, sınıf çelişmeleri ve sınıf savaşımı var oldukça, genelde güç ve şiddet kullanımı ve özelde savaş kaçınılmazdır. Lenin şöyle diyordu: “Proletarya, ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonradır ki, kendi dünya-tarihsel misyonuna ihanet etmeden, bütün silahları hurda çöplüğüne atmayı başarabilecektir ve proletarya bunu mutlaka yapacaktır; ama söylediğimiz koşul yerine geldikten sonra yapacaktır, asla daha önce değil” (“The Disarmament Slogan”, Collected Works, New York, Cilt XIX, s. 354) Ve, “Sosyalizm ve Savaş” adlı yazısında o şunları belirtiyordu:

“Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bularak kınamışlardır. Ancak, bizim savaşa karşı tutumumuz burjuva pasifistlerinin ve anarşistlerin tutumundan farklıdır. Her şeyden önce, biz, birincilerden bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımı arasındaki kopmaz bağı anlamakla, sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını anlamakla ve iç savaşların, yani, ezilen sınıfın ezen sınıfa, kölelerin köle sahiplerine, sertlerin toprak ağalarına, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilericiliğini ve zorunluluğunu bütünüyle kabul etmekle ayrılır.” (Collected Works, Cilt XVIII, s. 219) Lenin’in bu pasajlarından en azından iki çıkarsamaya varılabilir. Revizyonistlerden ve pasifistlerden farklı olarak marksist-leninistler;

a) Güç kullanımının ve savaşın ortadan kaldırılmasının, sınıfların ve sınıf savaşımının ortadan kaldırılmasına bağlı olduğunu ve bunun da egemen sınıfların devrilmesini, burjuva devletinin yıkılmasını ve proletarya diktatörlüğünün kurulmasını gerektirdiğini ve,

b) Devrimci ve karşıdevrimci şiddet, haklı ve haksız savaşlar arasında bir ayrım yapılması ve ikincilere karşı çıkılır ve bunlar kınanırken birincilerin kesin ve açık seçik bir biçimde onanması ve desteklenmesi gerektiğini savunurlar.

Güç kullanımı ve savaş olgusu, politikanın devamı ve uzantısı olduğuna göre, herhangi bir silahlı çatışmanın ya da savaşın doğasını belirlemek için, söz konusu silahlı çatışma ya da savaşı önceleyen politika ve sınıf savaşımının doğasını incelemek gerekir. Silahlı çatışmalara ya da savaşlara yol açan politikayı ve sınıf savaşımını değerlendirmeksizin her türden şiddete ve savaşa karşı çıkmak ve onları toptan kınamak, tümüyle yanlıştır. Böyle bir yol tutan burjuva pasifistleri, işçilerin ve emekçilerin yönlerini şaşırmalarına ve kafalarını karıştırmaya hizmet eder ve egemen sınıfların, kapitalizmin ve emperyalizmin saldırgan ve zalim doğasını gizlemelerine yardımcı olurlar. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı gibi, İkinci Dünya Savaşı da başlangıç evresinde belli başlı kapitalist devletler arasındaki bu savaşları önceleyen emperyalist yarışmanın bir uzantısıydı. Ve hem 1918-21 yıllarının Rusya İç Savaşı ve hem de 1936-39 yıllarının İspanya İç Savaşı devrimci ve karşı-devrimci sınıf ve katmanlar arasındaki savaşımların devamıydılar. Bu yaklaşım, bütün savaşlar için geçerlidir.

Devrimci ve karşıdevrimci terör arasında, haklı ve haksız savaşlar arasında yapılması gereken ayrıma paralel bir ayrım vardır. Emperyalistler ve burjuvazi onyıllardır, sözüm ona komünistlerin ve devrimcilerin ‘terörizmi’, ‘haydutluğu’, ‘vandallığı’ konusunda avaz avaz bağırıp çağırmaktadırlar. Marksist-leninistler ve tutarlı devrimciler bu ikiyüzlü saldırı karşısında asla geri adım atmamalı, asıl teröristlerin emperyalistler ve tüm gericiler olduğunu göstermelidirler. Onlar, işçilere ve emekçilere karşı her gün ve sürekli olarak karşıdevrimci terör uygulayan, komünistleri ve tüm ilerici insanları katleden, işkenceden geçiren, yaralayan ve zindanlara dolduran ve hatta soykırımlar gerçekleştiren ve koca halkları yeryüzünden silen sömürücü sınıfların vahşi ve insanlıkdışı doğasını sistematik bir tarzda sergilemelidirler. Öte yandan komünistler ve tutarlı devrimciler, burjuvazinin ve onun uşaklarının karaçalmalarına aldırmaksızın devrimci terörün meşruiyetini kayıtsız koşulsuz savunmalıdırlar. Ekonomik ve siyasal bunalımların keskinleştiği belirli dönemlerde devrim ile karşıdevrim arasındaki sınıf savaşımı, proletaryanın partisinin devrimci şiddet kullanmasının ve silahlı gericiliğe karşı silahlı savaşıma başvurmasının hem meşru, hem de zorunlu olduğu bir iç savaşa dönüşür. Paris Komünarlarının Versay ordularına, Bolşeviklerin Beyaz Muhafızlara, emperyalist müdahalecilere, emperyalizmin ve faşizmin ajanlarına ve Nazi işgalcilerine, Macar Sovyet Cumhuriyeti’nin kendi gerici cellatlarına, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’nın, Rusya’nın ve Asya’nın antifaşist partizanlarının Nazilere, Japon faşitlerine ve onların işbirlikçilerine, Hint halkının ve devrimcilerinin İngiliz sömürgecilerine, Filistin gerillalarının Siyonist işgalcilere, Vietnam, Laos ve Kamboçya halklarının ABD emperyalistlerine ve onların uşaklarına, Güney Afrika’nın siyah halkının beyaz burjuvazinin Apartheid rejimine, Doğu Timor’un FRETİLİN savaşçılarının Endonezya sömürgecilerine, Nikaragua’nın FSLN’nin Somoza kliğine, Kürt gerillalarının Türk gericiliğine karşı vb. kullandıkları devrimci terör tümüyle meşru ve haklıdır. Ta başından itibaren savunma konumunda bulunan ezilen sınıfların, katmanların ve ulusların kullandığı devrimci terörün meşruiyetini, savaşa ve şiddete karşı çıkma adına yadsıyan, küçümseyen ya da en küçük ölçüde de olsa kuşku altında bırakanlar, sahte barış savaşçıları ve emekçi insanlığın en kana susamış katillerinin ve cellatlarının bilinçli ya da bilinçsiz suç ortaklarıdır. Dahası, onlar tam birer demagog, hatta emperyalizmin, burjuvazinin ve gericiliğin ikiyüzlü bağlaşıklarıdırlar. Lenin, “Sol” Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı adlı yapıtında;

“Elbette ki, biz, bireysel terörü, yerinde bir davranış saymadığımız için reddederiz. Oysa Büyük Fransız Devriminin terörünü ‘ilke olarak’ mahkûm edebilen, ya da bütün dünyanın burjuvazisi tarafından kuşatılmış muzaffer devrimci bir parti tarafından genel olarak uygulanan terörü mahkûm edebilen kimselerle, Plehanov, daha 190003 yıllarında, henüz marksist ve devrimciyken, alay etmiş, onları gülünç duruma düşürmüştür” (Selected Works, London, Cilt X, s. 72) diyordu.

Her tür ve renkten revizyonistler her zaman, savaşa karşı savaşımı, kapitalizme ve emperyalizme karşı savaşımdan ayırma eğiliminde olmuş ve işçilere, emekçilere ve ezilen uluslara karşı ‘demokratik’ ve ‘barışçı’ bir politika güdebileceklerini ileri sürerek kapitalistleri ve emperyalistleri masum göstermeye çalışmışlardır. Bu oportünist yaklaşımın her zaman, sosyalizme barışçı geçiş ve parlamenter yoldan devrim düşününe eşlik etmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Örneğin, emperyalizmi kapitalizmin özel bir aşaması olarak görmeyen ve onun, tarımsal bölgeleri kendi denetimleri altına almak isteyen sınai ulusların uygulayabilecekleri ‘politikalardan’ yalnızca biri olduğunu söyleyen Kautsky, sermayenin genişleme amacına varması için, “...en rasyonel çözümün, en önemli tarım bölgeleri sorununa emperyalist şiddet yoluyla değil, barışçı ve demokratik yollarla yaklaşmak.” (“Ulusal Devlet, Emperyalist Devlet ve Devletler Ligası”, A. Dallin, Diversity in International Communism, s. 282) olduğunu ileri sürüyordu. O, makalelerinden birinde,

“Eğer çeşitli uluslar kendi aralarında anlaşır, silah stoklarını azaltır ve kalıcı bir barış gerçekleştirirlerse, o zaman kapitalizmin savaş öncesi dönemindeki artan moral çürümesinin en berbat nedenleri ortadan kalkabilir.” (“Yeniden Öğrenimin İki Kitabı”, Neue Zeit, 30 Nisan 1915, Ibidem, s. 282) diyordu. Bu satırların yazıldığı sırada İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya, İtalya vb.nin işçileri ve emekçileri egemen sınıfların istekleri doğrultusunda Avrupa’nın savaş alanlarında birbirinin canına kıyıyorlardı. İşte bu dönek ve şilisten, ihanetin çukuruna bu denli derinlemesine batmıştı! Lenin, Kautsky’nin pro-emperyalist yanılgılarını şu sözlerle sergiledi ve mahkûm etti:

“Kautsky, emperyalist siyasetleri, emperyalist ekonomiden ve siyasal tekeli ekonomik tekelden koparıyor ve böylelikle sözüm ona ‘silahsızlanma’, ‘ultra-emperyalizm’ ve benzeri zırvalarda anlatımını bulan kaba burjuva reformizminin yolunu açıyor.” (“Emperyalizm ve Sosyalist Hareketteki Bölünme”, Complete Works of Lenin, Cilt XXIII, People’s Publishing House, 1958) Kautsky’nin açtığı çığırı izleyen Kruşçevciler, kapitalizm ve emperyalizm konusunda pasifist yanılsamaların yaygınlaşmasına aktif olarak katkıda bulundular ve kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin zaferinden önce topyekün bir silahsızlanmanın gerçekleşebileceğini ve savaşsız bir dünya yaratılabileceğini savundular. SBKP’nin Ekim 1961’de toplanan 22. Kongresi’nde sunduğu raporunda Kruşçev;

“Bugünkü koşullar, hâlihazırda dünyayı bölmekte olan toplumsal ve siyasal sorunların çözülmesinin gerekli olduğu bütün bir dönem boyunca barış içinde bir arada yaşama olanaklarını ortaya çıkarmıştır. Olayların gelişimi, dünyada sosyalizmin topyekün zaferinden önce bile, kapitalizmin dünyanın bir bölümünde ayakta kaldığı koşullarda savaşı toplum yaşamından dıştalama konusunda gerçek bir şansa sahip olduğumuzu gösteriyor.” (A. Dallin, Diversity in International Communism, s. 20, İtalikler orijinal metinde) Kendi kötü emellerini yaşama geçirebilmek için devrimin ve sosyalizmin gücünü abartan ve kapitalizmin, emperyalizmin ve gericiliğin gücünü küçümseyen bu oportünist soytarı aslında, “Bugün ortaya barışı savunan ve yeni bir dünya savaşına karşı çıkan güçlü halk kuvvetleri oluştuğuna göre, Lenin’in, emperyalizmin kaçınılmaz olarak savaşa yol açtığına ilişkin tezinin artık eskidiği söyleniyor. Bu doğru değildir” (“Robert V. Daniels, A Documertary History of Communism, Cilt 2, s. 172) diyen Stalin’in marksist-leninist konumuna saldırıyordu. Bu sözcüklerin yazıldığı 1952’den bu yana yaşanan siyasal gelişmeler Stalin’i tümüyle doğrulamış ve baş revizyonist Kruşçev’i yalanlamıştır. Büyük marksist-leninist Enver Hoca, savaş ve barış sorununda Lenin ve Stalin’in çizgisini savundu, Kruşçevcilere karşı kararlı ve tutarlı bir biçimde savaştı ve en başından itibaren onları şiddetli bir tarzda eleştirdi. 1960’da Moskova’da 81 komünist ve işçi partisinin toplantısında yaptığı konuşmada o şunları söylüyordu:

“Gerçeklere dosdoğru bakalım. Başını, en saldırgan müfrezesi ABD emperyalizminin çektiği dünya emperyalizmi, ekonomisinin akışını savaş hazırlıklarına yöneltiyor. O, tepeden tırnağa silahlanıyor. ABD emperyalizmi Bonn Almanyası’nı, Japonya’yı ve tüm bağlaşıklarını ve uydularını her türlü silahla yeniden donatıyor. O, saldırgan askeri örgütler kurmuş ve onları geliştirmiştir; o, sosyalist kampın çevresinde askeri üsler kurmuştur ve kurmaya devam etmektedir. O, nükleer silah stokları oluşturuyor ve silahsızlanmayı ve nükleer silah denemelerine son vermeyi reddediyor ve hareketli bir biçimde yeni kitle yok etme araçları icat etmekle uğraşıyor. Peki, neden yapıyor bunları? Bir düğüne gitmek için mi? Hayır, bize karşı savaş açmak, sosyalizmi ve komünizmi ortadan kaldırmak ve halkları köleleştirmek için.

“Arnavutluk Emek Partisi, bunun tersini söylediğimiz ve düşündüğümüz takdirde, kendimizi ve başkalarını aldatıyor olacağımız düşüncesindedir. Yaşamın zorluklarından korkuyor olsaydık, kendimizi komünist olarak adlandırmazdık. Biz komünistler savaştan nefret ediyoruz. Biz komünistler, ABD emperyalistlerinin hazırlamakta oldukları şeytani savaş planlarını bozmak için sonuna kadar dövüşeceğiz; fakat, eğer bize savaş ilan ederlerse, onlara, emperyalizmi yeryüzünden temelli olarak silecek öldürücü bir darbe indirmemiz gerekir.

“ABD’nin önderlik ettiği dünya emperyalistlerinin nükleer şantajı karşısında, tüm olasılıklarla başa çıkabilecek biçimde, ekonomik, siyasal, moral olduğu gibi askeri olarak da tümüyle hazırlıklı olmalıyız.

“Bir dünya savaşını önlemeliyiz; bu, mutlak olarak kaçınılmaz değildir. Ama, eğer düş görür ve düşmanın bizi gafil avlamasına izin verirsek hiç kimse bizi bağışlamayacaktır; çünkü düşmana hiç bir zaman güvenilmez. Ona güvenmemiz olanaklı olsaydı, o zaten düşman olmazdı. Düşman, düşman olarak, hem de asla güvenilmez bir düşman olarak kalmaya devam etmektedir. Düşmanına güven besleyen, önünde sonunda davasını yitirir...” (Sellected Works, Cilt II, s. 799-800) 1960’lardan bu yana yaşanan siyasal gelişmeler, Enver Hoca’nın analizinin doğruluğunu kanıtlamıştır. Savaşı engelleyebilmek ve kalıcı bir barışa ulaşabilmek için dünya proletaryası ve halkları, emperyalizme karşı acımasız bir savaşım vermeli, kapitalizmi yıkmalı ve asla ve asla kendilerinin pasifist, parlamenter ve reformist yanılsamaların yardımıyla aldatılmalarına izin vermemelidirler.

Bugün dünyanın komünist, devrimci ve antiemperyalist güçleri bir kez daha, başında dünya halklarının baş düşmanı ABD emperyalizminin bulunduğu dünya emperyalizmine karşı savaşma göreviyle karşı karşıyadırlar. Bu ölüm ve kalım kavgasında saflarımızı sıklaştırmalı, emperyalizmin ve gericiliğin birleşik cephesine karşı, proletarya ve hakların birleşik cephesini kurmak için çaba harcamalıyız. Fakat emperyalizme karşı savaşım, emperyalizmin uşaklarına ve yerel gericiliğe karşı savaşımdan ayrılmaz. Komünist ve tutarlı devrimci güçler, emperyalist düşmana karşı savaşımı, iç düşmana, yani işbirlikçi-tekelci burjuvaziye ve toprak ağalarına ve diğer mülk sahibi sınıflara karşı savaşımla birleştirirler ve birleştirmelidirler.

Dünya proletaryası ve halklarının devrimci ve antiemperyalist cephesi, tekil ülkelerdeki proletaryanın ve emekçilerin devrim ve sosyalizm savaşımlarının gelişmesine paralel olarak sağlamlaşacaktır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan komünist hareketinin en güçlü bileşeni ve ülkemiz proletaryasının en olgun müfrezesi MLKP, işte tam da bunu yapmaya çalışmaktadır. MLKP, Türk gericiliğine, faşizmine ve sömürgeciliğine ve ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerine karşı Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle ve Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki tüm devrimci ve antifaşist güçlerle omuz omuza savaşım yürütmek suretiyle hem bölgesel, hem de küresel ölçekte bir antiemperyalist cephenin oluşturulması için elinden geleni yapmaktadır. Değişik milliyetlerden Türkiye ve Kuzey Kürdistan proletaryasının öncü savaşçısı ve uluslararası komünist hareketin önde gelen müfrezelerinden birisi olan MLKP, dünyanın her yanındaki gerçekten devrimci ve antiemperyalist güçlere devrimci yoldaşlık elini uzatıyor. O, Kafkasya, Balkanlar ve Yakındoğu arasında stratejik olarak yaşamsal önem taşıyan kavşakta bulunan Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da emperyalizme, kapitalizme ve gericiliğe karşı sonuna değin savaşmaya yeminlidir. MLKP, bu karışık ve stratejik bakımdan önemli bölgede emperyalizme ve kapitalizme ölümcül bir darbe indirilmesinin, hem dünya devrimi davasına, hem de barış davasına yapılmış devsel bir katkı olacağı inancındadır. Ve emperyalizme ve kapitalizme karşı kavgasına kopmaz bağlarla bağlı olan savaşa karşı kavgasında MLKP; “Savaşların sona erdirilmesi, halklar arasında barışın sağlanması, yağma ve saldırılara son verilmesinin bizim idealimiz olduğu kuşku götürmez. Fakat, ancak burjuva sofistleri, onu devrimci eylem için doğrudan ve ivedi eylem çağrısından kopararak kitleleri bu ideal aracılığıyla baştan çıkarmaya çalışabilirler” (“Barış Sorunu”, Collected Works, New York, Cilt XVIII, s. 266) diyen Lenin’in öğüdünü asla unutmayacaktır.

Marksist Leninist Komünist Parti’nin Antiemperyalist Konvansiyon için hazırladığı yazı, 14-17 Kasım 1995, Calcutta

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi