“Sol” Dalga Nereye Kadar?

18 yıllık Muhafazakar Parti hükümetlerin ardından Tony Blair liderliğinde İngiliz İşçi Partisi ezici bir zafer kazandı. Çok geçmeden Fransa'da da Fransız Sosyalist Parti benzer bir başarıya imza attı. Daha önce İsveç, Portekiz, Yunanistan'da sol partiler hükümeti ve en son İtalya'da “Zeytin Ağacı Koalisyonu” adı altında “sol” partilerden oluşan bir hükümet koalisyonu kurulmuştu. Böylelikle Avrupa neredeyse tamamen “sol”laştı. Avrupa'nın büyük çoğunluğunda sosyalist, sosyal demokrat, işçi ve benzeri isimleri olan burjuva “sol” partiler ya tek başına hükümet oldular ya da Hollanda, Danimarka, Avusturya, Finlandiya, İrlanda, Lüksemburg ve Belçika'da olduğu gibi hükümet koalisyonlarının ortağı. Doğu Avrupa’da yeniden “sol”a dönüş yakın dönemene damgasını vurdu.

Önce “Doğu” Avrupa'nın tekelci devlet kapitalizmleri bir bir yıkıldı. Komünist etiketli, güçlü (!) partiler tarumar oldu. Çoğu CIA beslemeli, emperyalizm destekli sağcı, ekonomik politikaları açısından liberal partiler yeni iktidarın sahipleri ilan edildiler. Eski komünist partiler kendilerini “yeni” sürece “uyarladılar”; isimlerini, örgütleme biçimlerini, programlarını değiştirerek kendilerini yenilediler. Yıkımı büyük gürültülere yol açan eski partiler, çok geçmeden serbest seçimler yoluyla bir kez daha yönetimi devraldılar. Bu hızlı gelişme ve dönüşümdeki çabukluk birçok kesimde şaşkınlık yaratmıştı.

Farklı tarihi süreçlerin ürünü olsalar da Avrupa'nın her iki yakasındaki “sol”a yönelim benzer iktisadi ve politik oluşumların yarattığı sonuçların ürünüdür. Fakat Avrupa bir yana dünyanın bir başka bölgesinde Latin Amerika'da en köklü politik geleneklere sahip Meksika'da 70 yıllık Kurumsal Devrimci Parti'nin aldığı seçim yenilgisi ve “sol” partilerin seçim zaferi ile hükümete gelmesi, “sol” dalganın Avrupa'nın dışında da “muhafazakar”, “sağcı-liberal” hükümetlerin duvarlarını sarsmaya başladığını gösteriyor.

“Sol” dalga, yalnızca “sol” tandanslı siyasal partilerin güçlenmesi, bir çok yerde tek başına hükümeti oluşturmaları ya da koalisyon ortağı olmayı başarmaları biçiminde izah edilemez. Yakın süreçte “sol” söyleme ilginin bir hayli arttığı görülüyor. Burjuva bilim adamları arasında “Marks birçok yönden haklıydı“ görüşü yaygınlık kazanmaya başlarken, üniversitelerde de marksizme ilginin arttığından sözedilebilir. “Sol”a ilgi, bu elit entelijensiya ile sınırlı değildir. Che Guevera'nın dünya çapında bir kez daha ilgi odağı haline gelmesi, Che resim ve figürlerinin basılı olduğu her türlü malzemenin derin bir ilgiye mazhar olması ve yine aynı Che'nin 13 yaşındaki ABD'li genç kızların tişörtlerini süslemeye başlaması, '68'in en çok bilinen “gerçekçi ol, imkansızı iste” sloganının yeniden yaygınlaşması sadece kapitalistlerin her şeyi metalaştırdığı gerçeği ile izah edilemez. Tıpkı Perulu devrimcilerin aylar süren Japon Büyükelçiliği işgalinin dünya çapında Tupac Amaru şahsında yarattığı sempati halesinin geçici bir romantizm olarak açıklanamayacağı gibi. Keza yeri gelmişken Meksika yerlilerinin isyan çığlığı EZLN’nin adı anılmadan geçilemez. Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, farklı anlamlar yüklenmiş olmasına karşın “sol”a politik olduğu kadar kültürel ve etik bir yönelimden bahsetmek gerekir. Ama bütün bunların bir toplamı ve sonuçlarının nedeni olarak, birikmiş ve hızla birikmeye devam eden bir devrimci tepkiden ve bu tepkinin karşılığı olarak adı açıklıkla tanımlanmamış bir özlemden söz edilmelidir.

Tepki; son 25-30 yıldır dozu artarak büyüyen ekonomik, ideolojik, politik, kültürel ve etik kapitalist saldırı dalgasının dünya emekçi halklarında ve genel olarak ilerici insanlıkta yarattığı artan hoşnutsuzluğun sonucudur.

Özlem; bu hoşnutsuzluğun yarattığı arayıştır.

Kapitalist Saldırının Tarihsel Arka Planı

Dünya kapitalizmi, II. emperyalist savaşın ardından nispeten sancısız bir gelişme dönemine girdi. Almanya ve İngiltere savaştan yeni çıkmışlardı. Her iki ülke de harap haldeydi. İngiltere ve Fransa savaşın galip tarafında yer alsalar da savaş yılları onların da ekonomilerini yıpratmış, zayıflatmıştı. Diğer Avrupa ülkelerinin durumu da pek farklı değildi. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” eski gücünden uzaklaşmıştı. ABD, emperyalist liderlik yarışında öne geçmişti. Savaş yıkıntıları arasında kendine gelmeye çalışan kapitalist Avrupa ülkelerine karşın ABD süreçten güçlenerek kapitalist dünya liderliğini tam anlamıyla ele geçirerek çıkmıştı.

Savaşın hemen ertesinde Avrupa ikiye bölünmüş; bir tarafta sosyalist SSCB'nin desteğinde halk cumhuriyetleri kurulmuş Doğu Avrupa, diğer yandan emperyalist ABD hamiyesinde burjuva Batı Avrupa. ABD, sosyalist Avrupa’ya karşı burjuva Avrupa'yı yeniden ayağa dikmek için üstün bir çaba gösterdi. Avrupa'ya yoğun ABD sermaye akışı gerçekleşti. Bu arada Türkiye ve Yunanistan da “bu yardımdan” yararlandılar.

ABD liderliğinde, sosyalizme yönelen Doğu Avrupa ülkelerine karşı, sıkı sıkıya kenetlenen kapitalist Avrupa ülkelerinde savaş sonrası ilk on yıl deyim yerindeyse her açıdan bir yeniden imar dönemi oldu.

Söz konusu dönemde (1950-60) Avrupa halkları “refah toplumu” demagojisi ile avutuldu. Yaşam koşullarında meydana gelen kimi iyileştirmeler, işsizliğin neredeyse yok olma seviyesine düşmesi, dahası işgücü eksikliğini giderebilmek amacıyla Portekiz, Türkiye, Yunanistan gibi ülkelerden işgücü “ithalatı”na yönelinmesi, yaygın sosyal güvenlik uygulamaları, işsizlik sigortası, eğitim ve sağlıkta emekçiler yararına düzenlemelere gidilmesi, geniş emekçi yığınları arasında burjuva “sosyal devlet”e olan inancı pekiştirdi. Bu dönemde devletin istihdam ettiği işçi sayısı arttı. Devlet KIT'leri giderek çoğaldı. İşsizlik sigortası, hastalık ve sakatlık yardımları ile emeklilik ödenekleri önemli oranda artışlar kaydetti.

Bütün bunların sonucunda Avrupa “eski günlerine” dönmekle kalmıyor, eskisinden daha güçlü olma olanaklarını yakalıyordu. Üretimdeki büyük gelişmeler, geri kapitalist ülkelere yönelik emperyalist ilişkilerle birleştiğinde Avrupa'nın sanayisi gelişmiş ülkelerinde zenginlik artıyor, bu artış işçilerin ve diğer emekçilerin yaşam koşullarında iyileştirmeler biçiminde yansıyordu.

1960'ların ikinci yarısından sonra durum değişmeye başladı. ABD'nin lokomotif olduğu, mali piyasaların dolara endekslendiği bu sistem '70'lere gelindiğinde önce sarsıldı, sonra çöktü. Aşırı üretim krizi bir kez daha ve kaçınılmaz olarak kapitalist sermaye birikiminin yakasına yapıştı. Petrol krizi ile sarsıntının sonuçları daha da ağırlaştı. Enflasyon yükselmeye, işsizlik önemli artışlar kaydetmeye başladı. Tekeller arası rekabet daha da kızıştı. Sermaye üretim sürecinde eskiye oranla yeterince “kar”lanmamanın sıkıntısına düştü.

Kapitalistleri esasen yeni arayışlara iten '70'lerin sonlarındaki ikinci kriz dalgasıydı. 70'lerin ortalarında hızlanan ve giderek taraftar toplayan neo-liberal ekonomik politikalar bu ikinci kriz dalgasıyla birlikte doğrudan uygulamaya sokuldu. Neo-liberal politikalar, basit ve önemsiz değişiklikleri değil kapitalist birikim temelinde köklü değişiklikleri ifade ediyordu. Yalnızca ekonomik yapıda değil, politika, kültür ve etik alanda derin izler bırakıyordu. 1929 büyük kriz dalgasının ardından ele alınan ama esasen 1945'lerden sonra uygulamaya sokulan Keynesçi politikalar, yine bir kriz dalgası ile terkediliyordu. Kapitalistler gömlek değiştirme dönemine girmişlerdi. Bu dönemde yaşanan olaylar kapitalistlerin gömlek değiştirmeye başladıklarında bütün toplumsal yapıyı nasıl baştan aşağı etkilediklerini ve bütün toplumsal örgütlenmeyi yeni biçimlere büründürmek için nasıl çırpındıklarını gözler önüne serdi. Dün onlar için zorunlu olan bir çok şey bugün gereksiz hale geliyordu.

Sermaye birikimini engelleyen ya da yavaşlatan her şey sökülüp atılmalıydı. Her türlü ‘kaynak‘ sermayenin emrine verilmeliydi. Hiç bir gerekçe, sermayenin özgürce serpilip gelişmesinin önüne engel olamazdı. Engel olmaya kalkanlar “tuzla buz” olurlardı.

Sermayenin kaynak sorununu gidermek için gözünü ilk diktiği yer, her zamanki gibi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik-politik tarihsel kazanımlarıydı. Öncelikle işçi ücretleri reel olarak düşürülmeliydi. Daha az işçiyle, daha yüksek iş verimliliği elde edilmeliydi. İşçilerin kazanılmış ekonomik ve sosyal hakları gaspedilmeliydi. Sosyal güvenlik harcamaları mutlaka azaltılmalı, kapitalistlerin bu konudaki yükümlülükleri giderek ortadan kaldırılmalıydı. Devlet “gereksiz” bütün yüklerinden arınmalıydı. Eğitim ve sağlık gibi emekçiler için devletçe karşılanması zorunlu hizmetlerden devlet derhal elini çekmeliydi. Her iki alan da özelleştirilmeli, böylelikle hem devletin bu iki temel alana yönelik harcamaları ortadan kaldırılarak kapitalistlerin hizmetine sunulmalı, hem de özelleştirme yoluyla tekellere peşkeş çekilmeliydi. Tarım ürünlerine uygulanan sübvansiyonlar kaldırılmalı, yoksullara yönelik her türlü devlet desteğine son verilmeliydi. Büyük devlet işletmeleri özelleştirilerek kapitalistlerin doymak bilmez iştahlarını gidermede kullanılmalıydı. Devletin görevi “bekçilik” olacaktı. Bunun için polis, ordu ve istihbarat birimleri güçlendirilmeliydi. Çünkü sermayenin “kaynak”larına göz dikenlerin kafası hızla ezilecekti.

Kapitalizm, gözü dönmüş bir canavar gibi “para” kokusu aldığı her yere saldırıyordu. Burjuvazi bu saldırganlığının politik sözcülerini ve politik argümanlarını yaratmakta gecikmedi. Burjuvazinin vahşi politikalarını uygulayacak partiler kısa aralıklarla iktidara geldi. Reagan ve Thatcher dönemin karakteristik politikacıları olarak boy verdiler. Thatcher'in tek cümlede özetlediği sözler kapitalizmin “yeni” döneminin en karakteristik yanını işaret ediyordu. Thatcher; “Toplumsal çıkar yok bireysel çıkar var” diyordu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde muhafazakar-sağ hükümetler kurulurken, emperyalizmin yeni sömürgelerinde normal gelişim sağlanamadığı yerlerde hükümet bunalımları, askeri darbeler ve iç kargaşalıklar yaratma vb. yollarla faşist ya da eskisinden daha gerici yönetimler iş başına getirildi.

1980'lerin sonunda sosyal-emperyalist blokun yıkılmasıyla neo-liberal politikalar dünyanın her tarafında uygulanır oldu. Modern revizyonist ülkelerin yıkıntıları üzerinde neo-liberal saldırganlık bir yağmadan öte bir çapul hareketine dönüştü. Modern revizyonist blokun parçalanarak yıkılması ile birlikte kapitalist saldırı ve vahşet, bentleri yıkan nehir yatakları gibi halkları perişan etti.

Neo-Liberal Kapitalist Saldırının Yarattığı Sonuçlar:

Dümeninde IMF ve Dünya Bankası gibi ABD etkinliğindeki uluslararası finans oligarşisinin bulunduğu, ekonomide neo-liberalizm, politikada Yeni Dünya Düzeni ve buna uygun “yeni sağ”, “yeni sol”, üretim sürecinde esnek üretim (post-fordizm) olarak isimlendirilen bu süreç, gelişmiş kapitalist ülkeler ve yeni sömürge ülkeler arasındaki uçurumun her bakımdan derinleşmesine yol açmakla kalmadı ama bununla birlikte zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun muazzam boyutlara ulaşmasına neden oldu.

Güneydoğu Asya ya da Afrika'da sıkça görülen içler acısı sefalet manzaraları, New York, Paris ya da Londra'nın tarihi ve modern dekorunun parçası haline geldi. İşsizlik, artan yoksullaşma, sosyal güvenlikten yoksunluk, bakıma muhtaç olanlara devletçe yapılan yardımların azalması, kimi yerlerde giderek son bulması, milyarlarca insanın geleceğe ilişkin hiç bir güven duymamasına, umutsuzluk ve karamsarlığa düşmesine ve bütün bunların bir sonucu olarak uyuşturucu ve alkol kullanımı, fuhuş, tecavüz ve cinayet gibi olaylarda patlamalar yaşamasına neden oldu.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) yayımladığı “1996 İnsan Gelişme Raporu”, dünya genelinde kapitalist barbarlığın yol açtığı sonuçları sınırlı da olsa ortaya koyuyor. Kimi burjuva yazarlar “UNDP, yoksulların durumundan dolayı zenginleri suçlayarak sınıf savaşımı propagandası yapıyor” gibi sözlerle, sınırlı da olsa ortaya çıkan gerçeklerin karşısında ürküntüye kapılmış görünüyorlar. Rapor incelendiğinde ulaşılabilecek en önemli sonuçları kısaca şöyle sıralayabiliriz. Gelişmiş kapitalist ülkeler daha da gelişirken, geri kapitalist ülkelerde karşılaştırmalı gelişme oranı düşmektedir. Her iki ülke grubu arasında uçurum derinleşmektedir. UNDP Başkanı James Speth, “Göstergeler artık dünyanın zenginler ve yoksullar olarak ikiye ayrıldığını, eskiye oranla çok daha net biçimde ortaya koyuyor” görüşüyle durumu özetlemiş oluyor. Rapora göre, dünya nüfusunun yüzde 20'sini oluşturan en yoksul ülkelerin küresel gelir içindeki payları yüzde 1,1. Bu oran, 1960'da yüzde 2,3'tü. Bu ülkelerin toplam gelir içindeki payları yarı yarıya düştü. Dünya ülkelerinin en zengin yüzde 20'si ile en yoksul yüzde 20'si arasındaki fark; 1960'da 30 kat iken, 1970'de 32, 1980'de 45, 1990'da 60 kat oldu.

Kişi başına milli gelir Mozambik'te 80 dolar, Çad'da 170 dolar, Nepal'de 200 dolar, Haiti'de 220 dolar, Bangladeş'te 230 dolar düzeyinde kalırken Japonya'da 27 bin, Almanya'da 24 bin, ABD'de 22 bin 500 dolara tırmandı. Geri kapitalist ülkelerin toplam borçları 1980'de 685 milyar dolardan 1993'de 1770 milyar dolara yükseldi. En yoksul ülkelerin toplam borçları 1980-1994 yılları arasında yüzde 400 arttı. Son on yıllık dönemde Latin Amerika'dan Avrupa ve Japonya'ya 500 milyar dolar transfer edildiği belirlenmiştir. Dünya nüfusunun yüzde 10'unu oluşturan geri kalmış ülkelerin dünya ticaretindeki payı yalnızca binde 3'tür.

Hammadde fiyatları 1990'lı yıllarda on yıl önceye göre yüzde 45 oranında geriledi. Zenginlerin fiyatları belirleyen güçte olmaları hammadde ihracatçısı durumunda olan yoksul ülkeleri çaresiz bırakıyor. 1960'da 1 ton kahve ile 37,5 ton kimyasal gübre satın alınırken, 1982'de 1 ton kahve ile 1,5 ton kimyasal gübre satın alınabiliyordu.

Zengin ve yoksul sınıflar arasındaki uçurum akıl almaz boyutlara ulaştı. Dünyanın en zengin 358 kişinin geliri 2 milyar 300 milyon insanın (dünya nüfusunun yüzde 45'inin) gelirine eşit. Alt ve üst gelir grupları arasındaki denge, 20 yıllık sürede yaklaşık yüzde 150 oranında yoksulluk aleyhine bozuldu. 1995'te yayınlanan “Dünya Bankası Raporu”ndaki belirlemeler de farklı değil. Dünyada 1 milyar insan, yani her beş kişiden biri yoksulluk sınırı içinde yaşıyor. Bu rakamın 50 yıl içinde 4 katına çıkacağı hesaplanıyor. Her yıl 13-18 milyon insan yoksulluk sonucu ölüyor. Geri kapitalist ülkelerde 1.3 milyar insan sefalet içinde yaşıyor. Her yıl 14 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Meksika'da en zengin insanın sahip olduğu 6.6 milyar dolarlık servet 17 milyon insanın gelirine eşit. Microsoft'un sahibi ABD'li Bill Gates'in gelirinin 14.07 milyar dolar olduğu düşünüldüğünde kaç yoksulun gelirine eşitleneceğini hesaplamak artık anlamsızlaşıyor. Dünyada her dakikada 47 kişi yoksullar ordusuna katılıyor. UNDP'nin ABD'li yöneticisi Gustav Speth çıkan veriler karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor. “Küresel bir seçkinler oligarşisi olağanüstü bir servet biriktirirken insanlığın yarısı, yani 3 milyar insan hala günde 2 dolardan az bir gelirle yaşıyor. Böyle iki sınıflı bir dünyada yoksul insanlar için öfke ve ümitsizlik zemini hazır. Giderek keskinleşen aradaki fark, insanlık dışı bir görünüm arzediyor.” BM Kalkınma Programı, Temmuz 1996 raporuna göre beş milyonu gelişmiş ülkelerde olmak üzere 100 milyon insan evsiz. 120 milyon insan işsiz, bunların 35 milyonu gelişmiş ülkelerde. 70 ülkede ortalama gelir 1980 düzeyinin altına indi. 43 ülkede ise 1970 yılındaki düzeyinin de gerisine düştü.

Çok uluslu şirket (ÇUŞ) olarak adlandırılan uluslararası tekellerin sayısı 1970'de 7 bin kadar iken bugün 37 bine ulaşmış bulunuyor. Bu 37 bin tekelin dünyaya yayılmış 200 bin şube, acenta ya da üretim birimi bulunuyor. En büyük 200 uluslararası tekelin 172'si ABD, Almanya, Japonya ve Fransa'da konumlanıyor. En büyük 200 tekelin 10 tanesinin yıllık toplam karları (34.8 milyar dolar) geri kalan 180 tekelin yıllık toplam karına (38.6 milyar dolar) neredeyse eşit. Yatırımları 1983 yılından beri dünya ticaretinden 5, dünya üretiminden 10 defa daha hızlı büyüyor. Uluslararası tekellerin günlük döviz işlemleri 1973 yılında 10-20 milyar, 1983'te 60, 1995'te 1.3 trilyon dolara yükseldi. 19831993 yılları arasında tahvil piyasa hacmi 30 milyar dolardan 500 milyar dolara tırmandı.

General Motors'un 1993 yılında yıllık cirosu Danimarka'nın GSYİH'ne denk: 135 milyar dolar, Ford'un cirosu ise Norveç'in GSMH'den daha yüksek; (103,5 milyar dolar) Toyota 85,3 milyar dolarlık cirosuyla 82,5 milyar dolarlık Finlandiya GSMH'ini geride bırakıyor.

1995 yılına gelindiğinde uluslararası tekelin cirolarına ilişkin rakamlar daha da büyüyor. Örneğin Japon Mitsubishi tekelinin yıllık cirosu 180 milyar dolara erişirken Avusturya GSMH'ye ulaşmış bulunuyor.

Daha genel bir rakam verelim. ABD eski Çalışma Bakanları’ndan Robert Reich'in belirttiğine göre ABD'de zenginlik 1975-1995 yılları arasında yüzde 60 büyümüş. Ama bu artan zenginlik nüfusun yüzde 1'inin cebini şişirmiş.

Spekülatif amaçlı ekonomik faaliyetlerde patlama yaşanıyor. Dünya finans piyasalarında günlük değişim 1986 yılında 290 milyar, 1990'da 700 milyar, 1994'de 1 trilyon doları aşmıştır. “Yalnızca uluslararası mali işlemlerin toplam değeri, fiziksel mal üretiminin toplam değerinin tam yedi katı büyüklüğünde” (The Wall Street Journal).

Neo-liberal kapitalist saldırı dalgasının ezilenler cephesinde ve buradan başlayarak bütün toplumsal yaşamda yol açtığı derin tahribatlar hakkında kapitalist çevrelerin endişe dolu sözleri bir çok şeyi özetlemeye yeter.

“Günümüzde küreselleşen kapitalizmin, emek ve sermaye arasında, sermayeden yana gerçekleşen büyük bir gelir kayması yaratan yıkıcı bir eğilime” sahip olduğunu söylüyor kapitalistler için fikir üretimi yapan Prof. Heilbroner. IBM, 4 yılda işçi sayısını 122 bin kişi azalttı. İşçi maliyeti üçte bir oranında düştü. ABD Merkez Bankası direktörü Grens Pen'de bu tip gelişmeler nedeniyle aynı yönde konuşuyor: “Artan işsizlik, toplumumuza ciddi bir tehdit oluşturuyor.” Clinton'un danışmanlığını yapmış olan Lauro Tyson; “ABD'de ekonomik büyümenin arkayüzü işçi ücretlerinin düşüşü, eşitsizliklerin büyümesi, zengin-yoksul uçurumunun 20 yıl önceye göre çok daha vahim” olmasıdır diyor.

Uluslararası tekeller için çalışan uluslararası stratejik incelemeler merkezi ekonomistlerinden Edward Luttak her şeyi çok daha açık ve net biçimde ifade ediyor. Luttak'a göre “kapitalistler daha da zenginleşirken, işçi sınıfı yoksullaşıyor. Global rekabet insanları öğütüyor, toplumu parçalıyor”.

Kapitalistlerin aşırı kar hırsının en üst düzeyde tatmini için uğraş veren burjuva profesörler, devlet adamları ve özel stratejistler aynı noktalarda buluşuyorlar, “Yıkıcı bir eğilim”den, “ciddi bir tehditten” söz ediyor, “insanları öğüt”üp “toplumu parçalayan” sistemden bahsediyorlar. Bu söylemin kendisi burjuva cephenin emekçilere yönelik yıllardır süren saldırı dalgasının sonuçları üzerine yeni bir pozisyon alma ihtiyacı duyduğunu gösteriyor.

Politikada “Yenilikler ve “Dalga”lar

Sömürünün daha da yoğunlaştırılması, sermaye birikiminin önündeki her türlü engelin kaldırılması, işçi ve emekçilerin yaşamlarının çekilmez hale gelmesi ile sürüp giden neo-liberal saldırı dalgası koyu bir siyasal gericilikle at başı yürüdü. Her şeyde olduğu gibi burjuvazinin bütün kurumları da sermayenin yeni ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendi. “Sağ” ve “sol” burjuva partiler arasında programatik düzeyde, söylem biçiminde dahi hiç bir ayrım kalmadı. Neo-liberalizm bir tanrı buyruğu kadar kesin ve reddedilemez bir gerçeğe dönüştürüldü. Bütün burjuva partiler ve sözcüler aynı ses tonuna sahip bir koroya dönüştü. En pespaye “sağ” politikalar büyük yenilikler olarak sunuldu. Devletin küçülmesi, özelleştirmelerin yapılması, sosyal güvenlik kurumlarının işlevsizleştirilmesi, eğitim ve sağlığa, tarımsal ürünlere devlet sübvansiyonlarının kaldırılması vb. uygulamalar büyük “özgürlükçü” gelişmeler olarak propaganda edildi. Reagan, Thatcher, Özal, bu “yeni”liğin sembolleri oldular.

Son 15 yıla damgasını vuran muhafazakar sağ hükümetler kapitalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda iktisadi, siyasi ve sosyal bir dizi değişiklikler gerçekleştirdiler ve bu yönüyle esasen misyonlarını tamamladılar. İnsanlığın bütün birikmiş-kültürel, sosyal-siyasal kazanımlarını aşırı kar için yok edip yağmalamaya yönelen kapitalistler, aralarında şiddetlenen rekabetin, bu rekabetin bir sonucu olarak hızla büyüyen ve farklılaşan tekniğin, bu farklılaşmanın üretim süreçlerindeki etkilerinin ve bu etkilenmelerin işin örgütlenmesine yansımalarını ve tüm bunlara bağlı olarak toplumun bu yeniliklere uygun siyasal ve sosyal olarak uluslararası tekeller lehine bir yeniden düzenlemesine ihtiyaç duyuyorlar. Bu bakımdan “yeni” sağ misyonunu tamamlayıp “eski”meye başladı. Eski “sol”, muhafazakarların sloganlarını sol sosa batırarak “yeni”lendi. Bunun içindir ki “sol” dalganın öncü kuvvetleri burjuva partiler ikili bir görevin yerine getirilmesinden sorumlu bulunmaktalar. Birincisi yukarıda burjuva sözcüler tarafından dile getirilen, emekçiler cephesinde hızla biriken öfkenin sönümlendirilmesi, ikincisi toplumsal yaşamın ve örgütlenmenin kapitalistlerin ihtiyacı doğrultusunda yeniden düzenlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması.

15 yıldır “sağa” dümen kıran burjuva siyasal oluşumlar “aşağıdan” baskının dayanılmaz ağırlığı altında “sol”a dümen kırmaya yöneldiler. '70'li ve '80'li yıllarda sağ politikalar o denli yaygınlaştı ki eski kavramlarla gelişmeleri ifade edebilmek bile neredeyse olanaksız hale geldi. Burjuva ideolojik saldırı, beyinleri bu yönde de esir aldı. Muhafazakar tutucu sağ partiler liberalizmin bayraktarlığına soyundu, “sol” partilere de yalnızca liberalizmin kuyrukçuluğu düşüyordu. Bu dönemde gerçekte revizyonist adı “Komünist” partiler “sol” partilerin, yani sosyal-demokrat, sosyalist ve işçi partilerin boşalttığı kulvara yerleşti.

Süreç yeni bir aşamaya doğru evriliyor: Bu evrilmenin belirleyici esas faktörü işsizlik, açlık ve sefalet içinde kıvranan ve yaşam koşulları her gün biraz daha bozulan milyonların neo-liberalizme duydukları şiddetli tepkidir. Son yıllarda “sol” partilere giderek daha fazla oy veren milyonlar, neo-liberal yıkım politikalarına karşı duygularını ifade ediyorlar. Kazanılmış haklarına sahip çıkmak, patronlara meydanları bırakmadıklarını göstermek, “kader”lerrine razı olmayacaklarını anlatmak için “sol” partilere oy verdiler, “sol” partiler de onların bu yönlü istemlerine sahip çıkar göründüler. “Sürpriz” oylar bu nedenle büyüdü. Ama bu “sürpriz” sonuçların aslında beklenen bir gelişme olduğu son bir kaç yıldır dünya çapında yaşanan işçi, çiftçi, öğrenci mücadeleleri incelendiğinde de daha iyi anlaşılır. Fazla uzağa gitmeden kapitalizmin en gelişmiş olduğu Avrupa ülkelerine bakmak yeterli bir veri sunar. Belçika’da jandarmaya barikat kuran çiftçilerin, yine Yunanistan ve Fransa'daki eylemleri, Fransa'da 1995'te gerçekleşen büyük çaplı işçi öğrenci eylemleri ve büyük genel grev vb. olaylar Avrupa'nın bir çok bölgesinde irili, ufaklı biçimde boy göstermişti. Denilebilir ki, “sol” partilere yönelik yaşanan “sürpriz” bu şiddetli tepkinin sandığa yansımasıdır.

“Sol” Dalga ve Avrupa

Emperyalist-kapitalist rekabetin büyümesi, emperyalist ülkeleri rakiplerine bir çok bakımdan engel olan, kendileri için ise sınırsız (siz sömürü okuyun) özgürlüğü sağlayan bölgesel işbirliklerine yöneltti. Bu emperyalist “yeni yaşam alanlarından” biri NAFTA'dır. “Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması” ABD, Kanada ve Meksika'dan oluşuyor. AET'nin kabuk değiştirerek AB'ye dönüşmesi aynı ihtiyacın ürünüdür. Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi “güçlü” AB ülkeleri Rusya'nın sınırlarına kadar bütün Avrupa'yı tek bir pazara, “yaşam alanı”na dönüştürüyorlar.

Avrupa'nın bu yapılanması Mastricht Anlaşmasıyla yeni bir yol aldı. Anlaşma sonucu, AB ülkeleri 1999 yılı sonuna kadar şu gerekleri yerine getirme kararı aldılar:

AB üyeleri bütçe açıklarını GSYİH'in yüzde 3'ü düzeyine düşürecekler.

Devlet borçları GSYİH'nın yüzde 60 düzeyine çekilecek.

Enflasyon yüzde 3 oranını aşmayacak.

Uzun vadeli faiz oranları yüzde 7'yi geçmeyecek.

Mastricht Anlaşması Avrupalı emekçi halklar için Neo-liberal saldırının daha da körüklenmesi anlamına geliyordu. Zira alınan kararların her biri Avrupalı emekçilere yönelik hak gasplarının artmasına neden olduğu gibi, emekçilerin yaşam düzeylerinin daha büyük bir hızla düşmesinden başka birşey de ifade etmiyordu. Örneğin burjuva ekonomisi bakımından bütçe açıklarının GSYİH'nin yüzde 3'ü düzeyine çekilmesi demek toplumsal yaşamda emekçiler lehine bir dizi düzenlemeye son verilmesi anlamına gelir. İlaç yardımının kaldırılması. İşsizlik yardımları ödeme süresinin ve miktarının kısıtlanması bunlardan bazılarıdır. Mastricht'te finale yaklaşılmasıyla daha sıkı biçimde uygulamaya konulmak istenen kararın Avrupa emekçilerinde tepkiyi hızlandırdığını belirtmek gerekir. Örneğin kamu açıklarının GSMH içindeki payı 1994 yılında bir hayli yüksekti. Bu oran Fransa'da yüzde 6, İngiltere'de yüzde

İtalya'da yüzde 9, Portekiz'de yüzde 5.7, İsveç'te yüzde 10.4, İspanya'da yüzde

Yunanistan'da yüzde 12.5 düzeyindeydi.

Fransa'da önemli bütün devlet işletmeleri bir kaç yıl içinde özelleştirmişti. Bunlardan bazıları; Total, BNP, Credit local de France, Rhöne-Poulene (1993), ELF, Aguitaine, VAP, Renault (1994), Seita (1995) tamamen ya da kısmen özelleştirildi. Bu oranda demiryolları (SNCF), havayolları (CNAF), şehiriçi taşımacılığı (RATP) da Mastrich Anlaşması’na uyum gerekçesiyle özelleştirilecek kurumlar arası alındı. Bir başka örnek de yaşlılık aylığı kapsamında verilebilir. Çıkarılan yeni yasalar yaşlılık aylığı hesaplarında en iyi 10 yıl değil, 25 yıl hesaplanıyor. Tavan yaşlılık aylığı hakketmek için gerekli katkı süresi 37.5 yıldan 40 yıla çıkarıldı ve ilaç paraları iadelerinde kısıntıya gidildi.

Almanya, Fransa, İspanya, İtalya ve İngiltere'de yapılan bir araştırmanın sonuçlan Avrupa halklarının neden “sol”a yöneldiklerini çıplak biçimde ortaya koyuyor.

Adı geçen ülkelerdeki insanlara “Aşağıdaki on konuda hangisi sizi en çok endişelendiriyor?” sorusu soruluyor. Sorulara verilen cevapların yüzdeleri şöyle;

Avrupalı emekçilerin en büyük sorunları işsizlik. Ankete göre işsizliğin hemen ardından suç ve şiddet (ahlaki yozlaşma), sonra da fakirlik ve sosyal eşitsizlik (fiziki yozlaşma) geliyor. Anketi yapanlar diğer sonuçlarıyla birlikte Avrupalıların karamsar olduğu yargısına varıyorlar. Anket sonuçlarına göre Almanya'nın yüzde 76'sı, İspanyanın yüzde 48'i, İtalya'nın yüzde 66'sı hükümetine güvenmiyor. İngiltere'de ise seçim sonrasında halkın yüzde 72'sinin hükümete güvendiği ortaya çıkmış. Yine aynı ankete göre halkın büyük çoğunluğu (Almanya yüzde 81, Fransa yüzde 77, İspanya yüzde 62, İtalya yüzde 63, İngiltere yüzde 42) ekonominin durumundan endişe ediyor.

Avrupa halklarının son yıllarda karşı karşıya kaldıkları sorunlardan bazıları biraz daha yakından incelendiğinde, neden bu denli “endişeli” oldukları daha iyi anlaşılır. Fransa'da son onbeş yılda işsizlik oranı yüzde 5'den yüzde 13 sınırlarına dayandı. Bu, 3.5 milyondan fazla Fransızın işsiz olduğu anlamına geliyor.

 

Yıllara göre Fransa'da işsizlik oranı

Yıl

Yüzde

1975

4

1980

6.2

1985

10.2

1990

8.9

1994

12.5

1996

12.8

 

Fransa'da yüksek işsizlik oranları mercek altına alındığında sorunun bir başka boyutu görülür. Fransa'da işsizlerin önemli bir bölümü 16-25 yaş arası gençlerden oluşuyor. (yüzde 23.2) Bu oran da gösteriyor ki 25 yaşın altındaki her dört genç Fransız’dan biri işsiz. Yine bir başka önemli nokta da işsizliğin en fazla kalifiye olmayan düz işçiler arasında görülmesi. Kalifiye olmayan düz işsizler arasında işsizlik oranı yüzde 21.5, işsizliğin nispeten düşük olduğu kesim ise kalifiye kol işçileri (10.2).

Çok somut bir örnekle Avrupa sermayesinin işsizlik sorununu ele alış tarzını görelim. Electrolux; dalında lider, mali durumu çok iyi, kar oranının ise bir hayli yüksek olduğu belirtiliyor. Buna karşın patronlar 12 bin işçiyi işten atma kararı aldılar. Bu karar alınır alınmaz firmanın hisse senetleri borsada yüzde 14 yükseldi. İşten atma kararının “savunma” değil “saldırı” amaçlı olduğu çok açık. Patronlar pervasızca hareket ediyorlar ve aşırı kar hırsı sınırsız bir saldırganlığa dönüşüyor.

Yalnızca işsizlik değil yoksullaşma olgusu da Avrupa halkları için her geçen gün daha da büyük önem kazanıyor. Fransa'da onbeş yıl içinde GSYİH yüzde 30 büyürken, toplam ücretler alım gücü olarak yüzde 23 arttı. Birim işgücü maliyetlerinde yıllık artış oranı 1980'de yüzde 13, ‘88'de yüzde 4, ‘90'da yüzde 3,5, ‘94'de ise yüzde 1,5 olarak gerçekleşiyor. Şirketlerin amortisman hariç net karları ise yüzde 121'lik bir artış gösterdi. Bir başka hesaplamaya göre 1994-’96 yılları arasında Fransa'nın 25 büyük tekeli, karlarını beşe katladılar. Buna karşın çalışanların yüzde 60'ı ortalama ücretin altında aylık alıyor.

Tek başına bu rakamlar bile sefalet ve zenginliğin nasıl hızla karşı kutuplarda biriktiğini gösteriyor. Bugün burjuva ölçülere göre Avrupa'da 50 milyonu aşkın kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor, ve bu rakam her yıl bir milyon artıyor. Fransa'da 500 bin kişi evsiz, 1,5 milyon insan sağlık koşullarına uygun olmayan evlerde yaşıyor. 1 milyon kişi yılda 4.500 dolar yardım alarak “idare” edebiliyor. Bir başka bulgu da Fransa gerçeğinin aynası neredeyse. Yüksekokullarda okuyanların yüzde 49'u zengin çocuğu ve işçi çocuklarının oranı sadece yüzde 6. Fransa'da yüzde 20'lik en üst tabaka gelirin yüzde 43,8'ini alıyor. En alttaki yüzde 20'lik kesime ise kalan yüzde 6,1. En zengin bu yüzde 20 mülkiyetin de yüzde 68,8’ini elinde bulunduruyor.

“İngiltere'de Eşitliğin Durumu” adlı The İnstitute of Fiscal Studies'in yayınladığı rapordaki belirlemeler ise İngiliz işçi ve emekçilerin giderek kötüleşen yaşam koşullarını gözler önüne seriyor. Raporun önsözünde ülkenin son 20 yılına damgasını vuran en önemli olayın gelir dağılımında büyüyen uçurum olduğu ileri sürülüyor.

Rapor'da 1983-93 yılları arasında toplumun en düşük yüzde 5'inin ücretlerinde herhangi bir değişim olmazken, en zengin yüzde 5'in gelirlerinde yüzde 50 artış ortaya çıktığı belirtiliyor. 1961-93 yılları arasında reel ücretlerde artış yüzde 30 düzeyinde kalırken en zengin yüzde 5'in gelirlerindeki artış yüzde 45'ten fazla. 1970'lerde yoksulluk sınırının altındakiler nüfusun yüzde 6'sını oluşturuyorken bugün bu oran yüzde 20 düzeyine ulaşmış bulunuyor.

En yoksul yüzde 10 GSMH'nın yüzde 3'ten daha azını alırken, en zengin yüzde 10 GSMH'nın yüzde 33'ten fazlasını alıyor.

Bir başka belirleme de İngiltere 'de bölgeler arasında büyüyen eşitsizliktir. Galler ve İskoçya en fazla yoksullaşan bölgeler olarak öne çıkıyorlar.

Bir başka yazının konusu olmakla birlikte sermayenin temerküzündeki artışın tekellerin artan etkinliğinin Avrupa sınıfsal ve sosyal yaşamında önemli sonuçlar doğurduğu ve doğurmaya devam ettiği belirtilebilir.

Almanya'da (1987) sanayi işletmelerinin binde 3'ü (1000) toplam sanayi işletmelerinin yıllık cirosunun yüzde 43,4'ünü gerçekleştiriyorlar. Demek oluyor ki binde 3, yüzde 99,7'nin toplam cirosunun yarısını üretiyor. Yine bu binde üç çalışanların yüzde 39,4'ünü istihdam ediyor.

1950'de 886 bin 500 zanaatçı işletme faaliyet gösteriyor, 1986'da bu rakam 489 bine düşüyor. 1950'de tarım sektöründe çalışanların sayısı ise 1 milyon 646 bin 751, 1988'de bu rakam 1 milyon eksiliyor ve 665 bin 517'ye düşüyor. Keza 1971'de 173 bin 576 olan perakende ticaretle uğraşanların sayısı 1988'de 73 bine geriliyor.

Zanaat, tarım ya da perakende ticaretindeki işletme ya da çalışanlar sayısındaki bu önemli düşüş iki temel sonuç doğuruyor. Tekeller küçük işletmelere yaşam şansı bırakmadan hızla büyüyor. İkincisi kapanan küçük işletme sahipleri ve aileleri işçilerin saflarına akıyor. Gelişme iki yönlü oluyor. Tekellerin sayısı artıkça küçük üretimle uğraşanların sayısı düşüyor, işsizlerin sayısı da büyüyor. Küçük üretimin hızlanan tasfiyesi ile işçileşenler, hemen iş bulamıyor. İşçileşmek iş bulmak anlamına gelmiyor. Büyüyen gerçekte işsizler ordusudur.

Daimler Benz'le ilgili birkaç veri durumu açıklamaya yeter. Daimler Benz'in cirosu 1993'te 97 milyar 737 milyon DM, 1994'te 104 milyar 75 milyona çıkarken çalıştırdığı işçi sayısı 366 bin 736'dan 310 bin 551'e düşer. Bir başka Alman sanayi devi Siemens AC için de aynı şeyler söylenebilir. 1993'de 81 milyar 648 milyon DM olan ciro 1995'de artarak 88 milyar 763 milyon DM'ye yükselir. Buna karşın işçi sayısı 391 binden 373 bin 800'e geriler.

Vaadler ve Gerçekler

Fransız Sosyalist Partisi lideri Jospin, Fransızların en öncelikli sorunlarını çözmeye yönelik vaadlerde bulunarak sürdürdü seçim kampanyasını. Jospin, 700 bin kişiye yeni iş mikanı sağlanacağını, haftalık çalışma süresinin 39 saatten 35 saate indirileceğini, KDV oranlarının azalacağını, ücretlerin yükseleceğini, büyük çaplı özelleştirmelerin durdurulacağını, emeklilerin haklarının korunacağını vb. bir dizi konuda emekçilerin haklı taleplerinin karşılanacağını ileri sürdü.

İngiliz İşçi Partisi lideri Blair, Jospin kadar “bonkör” davranmadı. Neo-liberal politikalara esasen sadık kalacağını, ama bu politikalar yürütülürken yoksulların haklarının korunacağını vaat etti. 18 yıllık muhafazakar cendereden sonra Tony Blair İngiliz emekçileri için en azından bir nefeslenme molası olarak algılandı.

Jospin nispeten klasik sosyal-demokrat söylemle amacına ulaşırken, Blair pespaye neo-liberal politikaları “yeni-sol” olarak sahiplendi. “Yeni sol”, “ekonominin kendi kuralları çerçevesinde işlemesine özel önem verilmelidir“ düşüncesindedir. Her şey bu düstura uygun olmalıdır. Bunun için teşvikler verilmeli sermayenin “güven” içinde hareketi sağlanmalı, üretim sürecinin yeni durumuna uygun olarak eğitim yeniden örgütlenmeli, sermayenin lehine olmak üzere “siyasi istikrar” mutlaka sağlanmalıdır. İskoçya ve Galler'de yerel meclislerin oluşturulması, Kuzey İrlanda sorununun çözümü için bazı adımlar atılması bu aranan “istikrar” ihtiyacının ürünüdür.

İngiliz ve Fransız emperyalistleri dünya çapında şiddetlenen rekabet kavgasında etkin olmak ve öne geçmek için çok yönlü bir çabanın içindedirler. Fransa, ABD'nin tazyikleri sonucu Afrika'daki pazarlarını birer birer kaybetmekte, sözün doğrusu; Afrika'dan sökülüp atılmaktadır. İngiltere bugüne değin sürdürdüğü ABD eksenli politik duruşu kısmen değiştirerek daha rekabetçi kendi deyimleriyle “kişilikli” bir dış politika izlemek istiyor. ABD'den “bağımsız”laşmak isteyen İngiltere ile Fransa AB'de hem daha etkin olmak hem de diğer uluslararası rekabet alanlarına hazırlıklı girmenin çabaları içindedirler.

Son birkaç yılda kapitalistlerin aşırı kar hırsı gibi, emperyalistlerarası rekabet de adeta dizginlerinden boşandı. Her bir emperyalist ülke açısından emperyalist-kapitalizmin “eşitsiz gelişme yasası”nın “mağdurları” olmamak, şiddetlenen rekabetten başarıyla çıkmak için bir dizi iç ve uluslararası önlem alma ihtiyacı kaçınılmaz hale geldi. SSCB'nin yıkılmasıyla dünyanın yeniden paylaşımı gündeme geldi. Önceden Balkanlar’da kozlarını paylaştı emperyalistler. Bugünlerde sıra Kafkasya ve Ortaasya'da. Enerji kaynaklarını (petrol, doğalgaz) denetleyenlerin rakiplerine göre üstünlük elde edecekleri açıktır. Buna karşı hegemonya savaşında rakip sayısının artığı da bir başka gerçektir. Bu durumda “güç”lenmek, ülke içinde siyasi “istikrarı” elde etmek emperyalist burjuvazi için öncelikli bir konu haline gelmiştir. Emperyalist burjuvazinin “sol” hükümetleri bu ihtiyaca cevap verebildikleri ölçüde iktidarda kalmaya devam edeceklerdir.

Fransa ve İngiltere'deki çiçeği burnunda söz konusu “sol” hükümetlerin işçi ve emekçilerin lehine henüz ciddiye alınır hiçbir adım atmadıkları ortadadır. Halkların yaşamında önemli hiçbir değişim olmadı. Fransız “sosyalist” hükümetinin ilk icraatı, “yüksek gelir grubu”ndan alacağını iddia ettiği ek vergilerden vazgeçmesi oldu. Büyük çaplı özelleştirmelere karşı olduğunu, bu nedenle, kapatılması planlanan otomobil fabrikasına ilişkin kararın iptal edilmesi için düzenlenen kampanyalara aktif olarak katılan Fransız sosyalistleri, daha iktidarlarının ilk günlerinde söz konusu fabrikanın kapatılmasına onay verdiler. İngiliz İşçi Partisi ise icraatlarıyla kendisine umut bağlayan herkesi şaşırtmaya devam ediyor. Devlet yönetimine ilişkin bütün önemli bürokratik atamalarda Muhafazakar Partilileri tercih etmesi Blair yanlılarını bile çileden çıkarmış durumda.

“Sol dalga”nın ardındaki itici kuvvetin emekçilerin birikmiş tepkisinin olduğu, kimi “sol” hükümet değişikliklerinin bu tepkinin oyların rengine yansıma gerçeğini ifade ettiğini belirttik. Ama aynı zamanda seçilen “sol” partilerin, burjuvazinin çıkarlarını savunan diğer siyasal partilerden farksız olduğunu ve esasen ömürlerinin uzunluğunu emekçilerin acil sorunlarına yaklaşım tarzları olduğu kadar emperyalist-kapitalist burjuvaların ihtiyaçlarını ne ölçüde karşılayacaklarının belirleyeceğini vurguladık. Bir kez daha belirtilmelidir ki, söz konusu partiler, emekçilerin taleplerini ne karşılama isteğindedirler ne de programları ve yaklaşım tarzları ile böyle bir yeteneğe sahip olabilirler. Onların görevi emekçileri aldatmak ve birikmiş öfkelerinin herhangi bir patlamaya yol açmadan sönümlenmesini sağlamaktır. Aynı zamanda sermayenin çıkarları doğrultusunda toplumsal yaşamın, ihtiyaç duyulan alanlarında yeniden düzenlenmesi için adımlar atılmasına hizmet etmektir.

Bütün bunların toplamından ne sonuç çıkarılabilir? “Sol” partileri hükümete getiren sorunlar çözülmek bir yana daha da ağırlaşarak varlıklarını koruyacaklardır. İşsizlik artacak, ücretlerin düşme eğilimi sürecek, eğer işçi sınıfı ve emekçiler tarafından önü kesilmezse sosyal güvenlikle ilgili hak gaspları devam edecek, özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma konularında işçiler lehine herhangi bir gelişme olmayacak, çiftçiler her zamanki gibi mağdur edilecek, evsizlerin sayısı büyücek, sosyal yaşamdaki çürüme ve çözülme her zamankinden daha çok etkili olacak vb.

Günlerin Getirdiği

Emperyalist burjuvazinin mevcut “sol” partilerin emekçi halklara yönelik kapitalizmin vahşi saldırılarına karşı doğal olarak koruyucu etkin tedbirler alamayacağı / almayacağı ortada. O halde emekçilerin yakıcı, güncel ve derhal çözüm bekleyen talepleri hangi siyasal platformda ifadesini bulacak. Doğal ve kaçınılmaz olarak söz konusu “sol” partiler parçalanarak yeni sol partilerin doğumuna yol açacaklar ya da eğer varlarsa daha “uç”taki sol partiler etkinlik kazanacak.

Avrupa'daki sol tandanslı partilerin sermayenin çıkarları doğrultusunda çaba gösteren klasik burjuva partileri olduğu gerçeği Avrupalı emekçiler tarafından anlaşıldığında, daha doğru ifadeyle bu bilince çıkarıldığında Avrupa'da siyasal arayış hızlanacaktır. Daha bugünden İşçi Partisi'ni destekleyen İngiliz işçi ve emekçileri talepleri ile İşçi Partisi'nin “yeni sol” programının örtüşmediği görülüyor. Yapılan bir anket çalışmasında halkın yüzde 80'i özelleştirmeye taraftar değil ve özelleştirilen büyük KİT'lerin tekrar devletleştirilmesini destekliyor. Nüfusun yüzde 43'ü ve İşçi Partisi'ne oy verenlerin yüzde 61'i Sosyalist Planlamadan yana görüş bildiriyor. Halkın yüzde 76'sı ise sınıf mücadelesinin sürdüğünü kabul ediyor. “Komünist” partilerin klasik sosyal-demokrat partilere dönüştüğü kimse için sır değil. (Gerçekte ideolojik düzlemde komünist sıfatı taşımayı hak eden ama pratik etkinlikte genelde başarılı olmayan kardeş partileri nitelemenin dışında tutarız.) Keza “sol” sendikaların da (Fransa'da sendikalaşma oranı yüzde 9'a kadar düştü. İngiltere'de ise 1975'lerden bu yana sendikalar, toplam üye sayısının yüzde 50'sini kaybetti.) “eski tarz”da işçileri aldatma şanslarının önemli ölçüde zayıfladığı açık. Zira burjuvazi ile işçiler arasında uzlaşma köprüsü rolü oynayan eski sendikal anlayışın zemini giderek ortadan kalkıyor. Uzlaşmaya yanaşmayan ve saldırganlığı her geçen gün artan burjuvaziye karşı “uzlaşma” beklentileri, sadece zavallılığın dışa vurumu anlamına gelir.

İşçilerin taleplerini yerine getirmeye aday ve bu yönde mücadeleci sendikal anlayış ile yine aynı paralelde sınıfın genel olarak iktisadi ve siyasi çıkarlarına sahip çıkacak politik akım ve partilerin etkili olma şansı artıyor.

Günümüzde söz konusu edilen “sol dalga” onu taşıyanları bir kenara fırlatarak, “sol” koldan ilerleme potansiyeli taşıyor. “Dalga”nın mevcut “sol”dan daha “sol”a doğru açıkça eğilim gösterdiği ve göstermeye devam edeceği neredeyse kuşku götürmez bir gerçek.

Burada sorun daha “sol”da kimin durduğu. Avrupa açısından “euro-komünizmin” günümüzdeki uzantılarının ve yanısıra komünist sıfatını hak eden partilerin gelişme potansiyelinin her zamankinden daha fazla olduğu ileri sürülebilir. Ayrıca bir başka gelişme olarak da Fransız Komünist Partisi vb. gibi köklü geleneklere sahip partilerin içinde işçi sınıfının çıkarları ekseninde politika yapmaya yönelen grupların, platformların doğma koşullarının daha fazla olanaklı hale gelişi, en azından bu tip gelişmelerin nesnel zemini olgunlaşmış bulunuyor. Demek oluyor ki “Avrupa solunu” önümüzdeki dönem parçalanma bekliyor. Bu parçalanma bir ayrışmanın ve yeniden farklı tarzlarda birleşmenin olanaklarını yaratabilir. Sol adına konuşan, politika yapan her olgun sendika, dernek, parti vs. bu parçalanma, ayrışma, oluşum ile karşı karşıya gelmekten kaçınamazlar. Bu ayrışma ve parçalanma sürecinin ilerici bir nitelik taşıdığını, komünistlerin bu süreci doğru tarzda değerlendirebilmesi gerektiğini belirtmek gerekir.*

“Sol”a yönelimin yakın tarihi süreçte hızlanarak süreceği anlaşılıyor. Bu yönelimi yaratan maddi koşullar değişmediği sürece de bu eğilim devam edecek.

“Sol”a yönelim belli başlı üç biçimde uç veriyor. Birincisi; parlamenter “sol” partilerin güçlenmesi şeklinde gerçekleşiyor. İkincisi; kitlesel ve militan grev ve gösterilerde yankısını buluyor. Güney Kore işçi sınıfının militan direnişi bunlardan biri. ABD'deki UPS grevi bunun en güncel örneği. Üçüncü; Meksika, Arnavutluk ve çoktan beri devam eden Kürdistan devrimi ve silahlı ayaklanmaları ile tepkinin silahlı “şiddet”i de kapsayacak biçimde gösterilmesi olarak açıklanabilir.

Doğaldır ki, “sol”a yönelimde etkili olmaya çalışacak komünistlerin bu yönelimin her üç biçiminden de bulundukları yere ve zamana göre yararlanmasını, değerlendirip kullanmasını bilmeleri gerekir.

Birinci biçimin işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınları parlamenter yolla burjuva sisteme yeniden bağlama yolu olduğu, ikinci gelişmenin kendiliğindenci ve düzen sınırlarını aşmadığı ve ancak devrimci ve komünist öncünün önderliği ile devrimci sonuçlara vardırılabileceği, üçüncü biçimin daha çok küçük burjuva önderliklerin damgasını taşıdığı ve devrimci patlamaların kesin zafere ulaştırılamadan sönümlendirilmesi tehlikesini gündemde tuttuğu bilince çıkarılmalıdır. Ama bunların hiçbirisi başta üçüncü ve ikinci biçim olmak üzere kitlelerin “sol”a yönelik eğilimlerini kesintisiz ve proleter devrimlere dönüştürülmesi koşullarını artırdığı, artırmakta olduğu gerçeğini karartmaz.

İşçilerin ve emekçilerin “sol”a yönelik bu açılımları kucaklanamazsa açıktır ki yozlaşma kaçınılmaz olacaktır. Bu siyasal yozlaşmanın kaynağı umutsuzluk ve çaresizliktir. Bunun da anlamı açık; “sol”a doğru giderken en sağa ulaşmak. Yani faşizmin Avrupa semalarında bir kez daha hortlaması.

Faşizm Tehlikesi

Avrupa bakımından faşizm tehlikesinin daha bugünden önemli bir yer tuttuğu görülüyor. 1972'de küçük radikal sağ örgütlerin birleşmesiyle kurulan Front National’nın (Milli Cephe) 1984'de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Fransa çapında yüzde 11 oy almasından sonra son seçimlerde (1996) yüzde 15 oy toplaması tehlikenin boyutlarını ortaya koymaya yeterlidir.

FPÖ (Özgür Avusturya Partisi) 1987 seçimlerinde yüzde 9,7 oy aldı. 1990'da bu oran yüzde 16,6'ya çıktı. 1994 seçimlerinde ise yüzde 22,6 oy oranına ulaştı. Belçika'daki Vlooms Blach (VB) ‘92 seçimlerinde parlamentoya 12 milletvekili sokmayı başardı. İtalya Toplumsal Hareket (MSI) genel olarak yüzde 5 oy oranına sahipti. Özellikle yoksul Güney kesiminde taban buluyor. 1993 aralık genel seçimlerinde yüzde 10 oy oranını aştı. Roma, Napoli gibi büyük kentlerde yüzde 30 oranında oy topladı.

Fransa, Belçika ve Avusturya'daki faşist partilerin temel sloganları neredeyse aynı. FN “Önce Fransızlar” diyor. FPÖ “Viyana Viyanalılarındır” şiarını yükseltiyor. VB Fransızları takip ediyor, onların da sloganı “Önce Belçikalılar”. Her üç partinin aldıkları oy oranları dikkate alındığında bu ırkçı-milliyetçi sloganların etki gücü daha iyi anlaşılır.

Faşist partilerin güçlenmesine neden olan sorunlar ile, “sol” partilerin yelkenlerini şişiren taleplerin yol açtığı sorunlar aynıdır: İşsizlik, yoksulluk, evsizlik, geleceğe olan güvensizlik, ahlaki ve fiziki çürüme vb. Farklı olan farklı çözüm yollarına yönelimdir. Faşist partiler “yabancı” düşmanlığı temelinde propoganda yapıyorlar. Buradaki “yabancı”da kastedilenin “yabancı işçi” olduğu açıktır. İşsizliğin nedeni yabancılar gittiklerinde her şey düzelecektir. Bu söylemin arkasında Avrupa’nın burjuva devletleri vardır. Faşist hareketlerin devletle bağlantıları defalarca ortaya çıkmıştır. Faşist parti yöneticilerinin bir çoğunun bulundukları ülkenin istihbarat örgütleriyle doğrudan bağı olduğu açığa çıktığında her zaman olduğu gibi kamuoyundan gizlemeye çalışıldı. Ama Gladio skandalları patladığında bir çok ülkedeki faşist partinin doğrudan NATO eliyle örgütlendiği belli oldu. Kontrgerillanın militer güçleri olarak kullanılan faşist gruplar, emperyalist-kapitalist burjuvazinin ikiyüzlü ve sahtekarlığını bir kez daha ortaya koydu.

Faşist partilerin daha da güçlenmesinin önündeki en büyük engel olarak Avrupa halklarının demokratik bilinci gösterilebilir. Faşizmin Avrupa ve dünya çapında yarattığı tahribatın zihinlerde bıraktığı iz henüz tazeliğini korumaktadır.

Hem bu olgular hem de (20'li, 30'lu yıllarda olduğu gibi) sistemli politik bir akım olmanın ötesinde dağınık tepki gruplarını andıran faşist hareketlerin halkların taleplerini formüle edecek bir toplumsal model sunamamaları faşizmin önündeki nesnel engellerdir. Kabul edilmelidir ki '“sol” dan etkili bir çıkış olmaması halinde, her şeye karşın faşist partilerin güçlenmeye devam edeceği ve buradan hareketle “sol dalga”nın bir sağ, faşist “dalga” halinde belirmesi halinde şaşırmamak gerektiği belirtilmelidir.

Almanya'da işsiz 4 milyon 447 bin kişiden biri olan Nico “Bu böyle gitmez, Almanlar işten çıkarılıp yerlerine yabancıları alıyorlar”. Ya da 16 yaşındaki Patrick, “yabancılar veba kadar tehlikeli” diyor.

“Veba kadar tehlikeli” faşizmin bir kez daha Avrupa halklarının başına bela olmaması Avrupalı komünistlerin, devrimcilerin, ilericilerin militan antifaşist mücadelesiyle gerçekleşebilir. Faşist hareketlerin, en kudurgan temsilcileri oldukları emperyalist-kapitalizmin sonuçları üzerine demagojilerinin işçi yığınları üzerinde ciddi bir etkide bile bulunmasını engellemenin tek yolu, işçi sınıfı hareketine komünist hareketin devrimci önderlik görevlerini başarıyla gerçekleştirmesinden geçecektir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi