Kürdistan’ın Parçalanma Süreci Ve Kuzey Kürdistan’ın Statüsü

GİRİŞ

Emperyalistlerin ve günümüzde Kürdistan’ı ilhak altında tutan bölge devletlerinin kanlı pençeleri altında yaşam savaşı veren Kürt ulusunun dört parçaya bölünmüş ülkesinde geçirdiği binlerce yıllık tarihsel macerayı bütün yönleriyle incelemek yazının konusu değildir. Ancak Kürdistan’ın tarih içindeki yerinin, varlık koşullarının ve parçalanma sürecinin ana hatlarıyla da olsa ele alınması gerek Kürdistan’a dair çeşitli tezlerin irdelenmesi, gerekse de Kuzey Kürdistan’ın mevcut statüsünün hangi özgün koşulların ürünü olduğunun ortaya konulabilmesi açısından önemlidir. Yazıda bu yol tutulmuştur. Keza dört parçaya bölünme ve sömürgeleştirilen Kuzey Kürdistan gerçeklerinin emperyalistler ve Türk burjuvazisi yönleriyle doğru biçimde değerlendirilebilmesi için 1914-1923 ve 1924-1938 süreçleri nispeten ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Tüm bu on yıllar aynı zamanda Kürt ulusal direnişlerinin ve özgürlük kavgasının tanıklığını yapması bakımından da incelenmeyi gerekli kılmaktadır. Temel amacı Kuzey Kürdistan’ın mevcut statüsünün belirlenmesi olan yazıda Doğu, Güney ve Güney Batı Kürdistan’ın yakın tarihine ancak yukarıda ifade edilen amaçların gerektirdiği ölçüde değinilmiştir.

***

Gerçeğe sadık kalan tarihçilerin yazdığı ve belgelerin de kanıtladığı gibi Kürtler Anadolu, Önasya ve Ortadoğu coğrafyasının en eski halklarındandır. Kuzey Avrupa’dan göçerek M.Ö. 9. ve 10. yüzyıllarda anılan bölgeye gelip yerleşen ve Med Devleti’ni kuran Kürtler ari ırkına mensuptur. Dilleri Hint-Avrupa grubuna girmektedir. Med’ler M.Ö. 550’ de Persler’le giriştikleri savaşı kaybetmeleri sonrası güçlerini ve birliklerini yitirmeye başlamışlardır. Med kralı Astiyas’ın esir düştüğü yenilginin ardından bazı Med aşiretleri Pers yönetiminde görev alırken, kimileri dağlara sığınmayı seçmişlerdir. İran’daki Pers İmparatorluğu ile (M.Ö. 247 M.S. 227) Romalılar arasındaki savaşta Med ülkesi Neron ordularınca işgal edildi. Roma ve Pers İmparatorluğu’nun anlaşmasıyla yönetim Ermeni kralına verildi. Bu gelişme Kürtler’in savunma-korunma güdüsüyle onlarca boydan oluşan aşiretler olarak dağlarda yaşamalarına ve aşiretler arası bağların giderek zayıflamasına başlangıç olarak kabul edilebilir.

Med Devleti sonrası Kürt tarihinde yer alan iki devlet görüyoruz. Bunlardan birincisi Mervani devleti (M.S. 985-1087), ikincisi ise Eyyübi devletidir. (1117-1250) Türk ve Moğol istilalarıyla yıkılan bu devletler sonrası Kürtler yüzyıllar boyunca güçlü-merkezi bir devlet kuramadılar ve beylikler halinde yaşadılar.

***

Tarihin en fazla acı çeken halklarından biri olarak Kürtler, ulusal gerçekliklerini özgürce yaşama olanağına hala kavuşamadılar. Günümüzde, parçalanmış yurtlarında sömürgeci boyunduruk ve zulüm altında tutuluyorlar. Yüzyılın başından itibaren ulusal haklar temelinde veya düpedüz ulusal kurtuluşu amaçlayan taleplerle başlatılan onlarca ayaklanma, Kürdistan kan gölüne çevrilerek bastırıldı. Bebekler ve yaşlılar dahil onbinlerce Kürt kurşunlanarak, bombalanarak sığındıkları mağaraların girişlerinin taşla örülmesi suretiyle açlığa ve susuzluğa mahkum edilerek, darağaçlarına çekilerek ya da kimyasal silahlarla katledildi. Maruz kalınan soykırım, asimilasyon ve sürgün 20. yüzyıl Kürt tarihinin başta gelen unsurları oldu. Tüm bunlara karşın Kürt ulusal mücadelesi şu veya bu düzeyde sürdü. Günümüzde ise uluslararası bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Faşist sömürgeci Türk burjuvazisinin efendileri başta olmak üzere, Ortadoğu ve ön Asya üzerine söz söylemek isteyen tüm emperyalist devletler sorun karşısındaki konumlarını yeniden belirlemek zorunda kalıyorlar. Bunda dışsal nedenlerin de bir paya sahip oldukları kabul edilebilir (değişen dünya dengeleri, ulaştıkları iktisadi ve askeri güce uygun bir pay talep eden emperyalistlerin pazar arayışları vb.) fakat temel belirleyici olan onyılı aşkın bir süredir Kuzey Kürdistan’da yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesidir.

Sorun hangi biçimler alırsa alsın, hangi yönde gelişirse gelişsin kesin olan bir şey varsa, o da artık Kürt gerçeğinin, yüzölçümü 530 bin kilometrekareyi bulan bir ülkenin, otuz milyona varan insanını kapsayan Kürt ulusal sorununun ve özgürlük eyleminin tarihin bir kıyısına itilemeyeceği, inkar ve sömürgecilik politikasının dikiş tutmayacağıdır.

Osmanlı İmparatorluğu ve Kürdistan

Osmanlı İmparatorluğu, Kürtler ve Kürdistan konusunda özellikle 70’li yıllarda oluşturulan tezlerde iki temel yanılgı ortaya çıkıyor. Bunlardan birincisi, Osmanlı devletiyle ilişkisi içinde Kürdistan’ı sömürge olarak tanımlayan ikincisi ise, statüye dair bu belirlemenin yanlışlığını kanıtlama amacıyla Osmanlı devletinin sömürgecilik yapmadığını veya yapamadığını ileri süren görüştür. Aslında her iki tez de olgunun somut bir incelemesi yerine Kürdistan’a dair stratejilere dayanak yaratma tutumunun ürünüdür. O nedenle de aşırı subjektivizm ve bilimsellikten kopuş vurgulanan görüşlerin temel karakteristiğidir. Bu niteliklerinin sonucudur ki tarihsel gerçekler karşısında ya da tarihin eleştirisi karşısında fazlasıyla dayanaksızdırlar.

Sömürgecilik kavramının salt kapitalizme ait olmadığı, fakat köleci ve feodal sömürgeciliğinde yaşandığı konuyla ilgilenen herkesin bildiği bir gerçektir. Kapitalist sömürgeciliği diğerlerinden ayıran kriter, sömürgeci devletin sömürgeden daha ileri bir iktisadi düzeye veya üstünlüğe sahip olması gerçeğidir. Fakat aynı şey feodal sömürgecilik için zorunlu değildir. Politik ve iktisadi ilhakın birlikte varlığıyla karakterize olan sömürgeciliğin feodal dönemdeki yansısı, başka halklara ait toprakların işgali, buraya göçmenlerin yerleştirilmesi ve bahse konu toprakların işgalcilerin ihtiyaçları-çıkarları doğrultusunda mülkiyet ve kullanımında ifade buluyordu. Stalin, Rusya’nın feodal sömürgeci eylemini şu sözlerle dile getiriyor: “ Eski devlet, büyük toprak sahipleri ve kapitalistler, bize miras olarak toprakları Rusya’nın kazak ve kulak ögeleri için bir sömürgeleştirme konusu olan Kırgızlar, Çeçenler ve Osetler gibi iyiden iyiye çöken halklar bırakmıştır.”(abç) “Son olarak Kırgızları, Başkırları ve bazı dağlı aşiretleri yıkılıştan kurtarmak, sömürgeci Kulaklar zararına onlara gerekli toprakları sağlamak da zorunludur.”

Osmanlı devleti de askeri gücüne dayalı olarak işgal ettiği kimi ülkelerin (Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Sırbistan) topraklarını uç beyleri, sipahiler vb. için “sömürgeleştirme konusu” yapmış, kimi ülkelerde ise (Kürdistan, Mısır ve Cezayir) yıllık vergi ve savaşta asker desteğiyle yetinmiş, buna karşın iktisadi düzene müdahale etmemiş, kendi toprak sistemini uygulamamıştır. Değişik kanıtlarını sunacağımız bu gerçekler Osmanlı devleti sömürgecilik yapmamış (veya yapamamıştı) tezinin de, Kürdistan 1639’dan günümüze sömürgedir savunusunun da niyetlere dayalı teoriler olduğunu gözler önüne sermektedir. Kanıtları sunarken vurgulanmalıdır ki, Osmanlı devletinin sömürgeci kimliği ile, salt fetihçi ve yağmacı eylemi arasında çelişki aramak anlamsız bir çabadır. Bu imparatorluğun çıkarları, ekonomik askeri ve politik ihtiyaçları ile ilişkili bir sorundur. Tümüyle nesnellik üzerinde yükselmektedir.

Osmanlı tarihi ve toprak düzenleri konusunda yetkin araştırmacılardan biri olan Ömer Lütfi Barkan başta olmak üzere bir çok Osmanlı tarihçisi Balkanlar’daki Osmanlı sömürgeciliğini adını koyarak ifade etmektedir. Bunun egemen-şoven bakış açısıyla övülmesi yazarların dünya görüşleriyle ilgilidir. Bizi ilgilendiren ise somut olgulardır.

Ömer Lütfi Barkan, imparatorluk kurma girişiminin büyük ölçüde bir sömürgeleştirme hareketi olduğunu vurguladıktan sonra, Osmanlı devletinin Rumeli işgaliyle birlikte buraya yüzbinlerce Türk’ün yerleştirildiğini belirtiyor ve ortaya çıkan sonuçları şöyle özetliyor: “Bu istila Bulgaristan’a bütün kuvvetiyle ve hızıyla çarptı ve kendi özüne has olan nizamı kurmak için sosyal teşkilatını tamamen ortadan kaldırdı denebilir. Meydan muharebelerinde ortadan kaybolan eski Bulgar feodal beylerinin büyük malikaneleri devlet eline geçmiş ve oralara derhal sistematik bir şekilde Türk göçmenleri yerleştirilmeye başlanmıştır.” (abç)

Barkan, Yunanistan’daki gelişmeleri de şöyle özetler: “Osmanlılar (...) Türk işgal ordularına karşı mücadele eden veya onların önünden kaçıp memleketi terkeden senyörlere veya doğrudan doğruya devlete ait araziyi zapt ile kısmen temlik ve vakıf suretiyle kısmen de saraya ait çiftlikler şeklinde idare etmeye başladılar; diğer mühim bir kısmı üzerinde de Türk muhacir köylüleri yerleştirildiler.” (abç) Ö. Lütfi Barkan, toprağın yeni sahipleriyle köylüler arasındaki ilişkiyi şöyle anlatıyor: “Türk kılıcının temsil ettiği yeni davanın zorlu kuvveti önünde meydan muharebelerini kaybeden toprak asaleti sınıfına ait bütün mülkler Türkler’in eline geçmiş ve vaktiyle beylere ait topraklar üzerinde kiracı ve yarıcı olarak çalışan köylü bu defa aynı toprakları aynı devletin veya bu devletin mümessili olan sipahiden kiralamaya devam etmiştir.” (abç)

“Türk nüfusu şehirli ve memur halk karşısında, topraktan başka yaşama vasıtası olmayan ve mütemadiyen çoğaldıkları dağlık mıntıkalardan inerek daha evvel işgal edilmiş olan mümbit ovalarda Türk topraklarını kiralamaya veya oralarda ırgat gibi çalışmaya mecbur olan Balkanlı çiftçiler, kendilerini gittikçe daha darda hissedip daha ağır şartlarda çalışmaya mecbur kaldılar.” (abç)

Osmanlılar’ın Balkan yarımadasını işgallerinin en önemli sonuçlarından biri olarak yerli halkın göç hareketine vurgu yapan Barkan şu somut örneği sunuyor: “İstilayı müteakip Balkan yarımadasındaki ovalar ve büyük yol boyları Türk muhacir ve garnizonları tarafından işgal edildiği için, vaktiyle bu mıntıkalarda yayılmış olan Sırp imparatorluğu ilk şekline yani bir dağ devleti haline sokulmuştur.” (aç.Ö.L.Barkan)

Osmanlı sömürgecilerinin Balkanlar’a “uygarlık” götürdüğü inancında olan Ö. Lütfi Barkan’ın yazdıkları ve pek çok yazarın tıpkısını ifade ettiği gerçekler politik ve iktisadi ilhakın çürütülmez kanıtlarını oluşturuyor.

Bunlara rağmen Osmanlı devletinin sömürgecilik yapmadığını ileri sürmenin ne akıl dışı bir tutum olacağı kendiliğinden anlaşılırdır.

Osmanlı imparatorluğu işgal ettiği ülkelerdeki toprakları yerli sahiplerinin elinden alıp kendi düzenine uygun olarak veziri azam, beylerbeyi, vuzera, sancakbeyi ve sipahi beyi arasında bölüştürülüyordu. Sömürgeleştirilen topraklar gelirlerine göre Has, Tımar ve Zeamet adıyla anılıyordu. Bunlar arasında yılda 3 ila 20 bin akçe arasında gelir sağlayan Tımar en yaygın biçimdi. Tımarların sahipleri olan Sipahi beyleri gelirlerine orantılı olarak devletin talep ettiği durumda emrine sunmak üzere belirli sayıda asker beslemekle yükümlüydüler.

S. Yerasimos Tımar’la ilgili olarak şunları yazıyor: “Bir Tımar’ın meydana gelmesinde temel unsur, toprağı ve sakinleriyle birlikte köylerdir. Bir Tımar’ı, bir ya da birden çok köy meydana getirebilir. (...)

Tımar’ların daha büyük olanlarına büyük köyler, kasabalar, hatta şehirler ayrıca da pazar yerleri, limanlar, geçitler ve değirmenler gibi özel kazanç sağlayan yerleri de dahildir.”

Osmanlı devleti-Kürdistan ilişkilerinde karşımıza çıkan olgular Balkanlar’da karşılaştığımızdan bambaşkadır. Kürdistan’da işgal edilmiş ve Osmanlı toprak düzenine göre işletilecek şekilde paylaştırılan topraklar söz konusu değildir. Feodal dönemin bu temel üretim aracı yerli sahiplerine aittir ve babadan oğula geçer. Kısacası Kürdistan’da Tımar’a rastlanmaz. Bu, Kürdistan’ı Osmanlı devletinin sömürgesi olarak gören kimi araştırmacıların da kabul ettiği bir gerçektir. Bunlardan biri olan Hasan Yıldız ilk baskısı 1989’da Stocholm’da yayınlanan çalışmasında, “Osmanlılar (...) ele geçirilen toprakları bu temel sistem (Tımar) içinde sömürgeleştirip üretken duruma getirirler.” diyerek feodal Osmanlı sömürgeciliğinde politik ve iktisadi ilhakın gerçekleşme biçimini doğru tarzda ortaya koyar. Keza yazar, “ fethettiği topraklarda kendi sistemini uygulayan Osmanlılar’ın toplum yapısı içinde Kürdistan ayrı bir özellik taşır” der ve Kürdistan’da Tımar’ın bulunmadığını kabul eder. Buna rağmen sömürgecilik tanımı yapması ise araştırmacının paradoksudur. Osmanlı devletinin Kürdistan’da sömürgeciliğe yönelmemesi nasıl açıklanabilir? İmparatorluğun yönünü Avrupa’ya dönmesine bağlı olarak doğu sınırlarında askeri-stratejik güvenliği sağlama politikasının ve din faktörünün bu olguda kendine has ölçülerde rol oynadığı kabul edilebilir bir olasılıktır. Fakat nedenler ne olursa olsun konumuz açısından bizi asıl ilgilendiren sorun Kürtler’in ellerinde tuttukları toprakların Osmanlı devleti tarafından sömürgeleştirme nesnesi yapılıp yapılmadığıdır.

Daha önce vurgulandığı gibi Eyyubi devletinin dağıldığı 1250 yılından sonra Kürtler güçlü merkezi bir devlet kurmayı başaramadılar. Ardından gelen on yıllar boyunca Moğol saldırılarına maruz kaldılar. 13. yüzyıl boyunca ise Türkmen boylarından Kara-Koyunlular ve Ak-Koyunlular’a karşı varlıklarını korumaya ve kuvvet biriktirmeye çalıştılar. Bağımsız beylikler halinde yaşamalarının iyice tehlikeye girdiği bu süreçte son olarak İran Safevi devletine karşı savunma ihtiyacıyla yüz yüze kaldılar. Şah İsmail 1502’den sonra Maraş’la Bağdat arasındaki tüm toprakları işgal etti. Bu, Osmanlılar’ın Doğu sınırında ciddi bir problem demekti. Safevi devletinin özellikle Sünni Kürtlere karşı vahşi bir tutum geliştirmesi sorunun diğer boyutuydu. Bahsedilen nesnel nedenler Şah İsmail’e karşı bir Osmanlı-Sünni Kürt diyaloğu geliştirdi.

Osmanlı padişahı Yavuz Selim “İç bağımsızlıklarına saygı olarak 17 bayrak ve değerli hediyeleri Kürt beyliklerine dağıtmak üzere Şehy İdris-i Bitlisi’ye gönderdi. Onlara parasal ve askeri yardımda bulundu.” Yavuz Selim söz konusu beyliklere “kendi sikkelerini bastırma, cuma namazlarında kendi adlarına hutbe okutma olanağı tanımıştı.”

Şehy İdris-i Bitlisi önderliğinde anlaşma yapan Kürt beyliklerinden Yavuz Selim’in istediği, Osmanlı devletine karşı ayaklanmamaları, sınırlarını genişletmeye çalışmamaları ve sınır güvenliğinde Osmanlı’ya destek olmalarıydı. Kürt tarihi bakımından da önemli sayılan Çaldıran savaşına bu ilişkiler içinde gelindi.

1514’deki Çaldıran savaşında 32 Sünni Kürt Beyliği Osmanlı devletinin yanında saf tuttu. Şah İsmail’i yenilgiye uğratan Yavuz Selim savaş sonunda Kürt Beylikleriyle bir anlaşma imzaladı. Buna göre:

“1- Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt emirliklerinin özerkliğini korumak.

2- Kürt emirliklerinde yönetim babadan oğula geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yönetim yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacak.

3- Kürtler, Türklere bütün savaşlarda yardım edecekler.

4-Türkler Kürtleri bütün dış saldırılardan koruyacaklar.

5- Kürtler devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyecekler.

6- Bu anlaşma Sultan Selim ile ona boyun eğen Kürt emirlikleri arasında yapılmıştır.”

Görüldüğü üzere Osmanlı devletiyle bazı Kürt beylikleri arasında imzalanan anlaşmada Osmanlı otoritesini korumaya karşılık, iç yönetimde tam bir özerklik statüsü söz konusudur. Yönetim atanmaz babadan oğula geçer. İktisadi açıdan ise Balkanlar’dan farklı olarak “eski düzene” dokunmayan Osmanlı devleti, yönetimin olduğu gibi mülkiyetin de babadan oğula geçmesini kabul etmiştir. Feodal sömürgeciliğin temel unsuru olan toprağın işgali, Türk devlet bürokrasisine dağıtılması veya Tımar sistemi söz konusu değildir. Mülkiyet ve işletme hakkı Kürtlere aittir. Buna karşın, güç ilişkilerinden kaynaklı olarak Kürt beylikleri şemsiyesi altında olmayı kabul ettikleri Osmanlıya vergi ödeyecek ve asker vereceklerdir.

Anlaşma verili koşullarda her iki tarafın da çıkarlarına uygundur. Asıl olarak askeri-stratejik ihtiyaçlar temelinde şekillenmiştir. Osmanlı devleti merkezi vergi ve savaş zamanı asker almakla yetinmiş sömürgecilik yolunu tutmamıştır. Çünkü aksi durumda Doğu sınırındaki güvenlik ortadan kalkacak, “ayaklanan Kürt gerçeği” güncel bir tehlike haline gelecektir. Keza yükselme dönemindeki Safevi devletiyle Kürtler arasında ittifakı zorlayan güçlü nesnel koşullar oluşacaktır. Osmanlı devleti siyasi bağımlılıkla ve haraçla yetinip Kürt’leri bir tampon güç haline getirme tercihini kullanmıştır.

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde bu gerçeği şu sözlerle dile getirir: “Büyük bir ülkedir. Bir ucu kuzeyde Erzurum, Van diyarından, Hakkari, Cizre, İmbadiyye, Musul, Şehruzul, Harır, Erdelan, Derne, Derteng’i de içererek, ta Basraya varıncaya kadar 70 konak yer Kürdistan’ı Sengistan sayılır. Arap Irak’ı ile Osmanlı arasında bu yüksek dağlar içre altıbin adet Kürt aşiret ve kabilesi güçlü bir sed olmasaydı, Acem kavimi için Anadolu (Diyar-ı rum)’yu istila etmek kolay olurdu.(...)

Ve cümle yediyüzyetmişaltı pare kale sayılır ki cümlesinde de insanlar yaşar, inşallah kaleleri dahi yerlerinde tasvır olunur. Devran tükenene kadar Al-i Osman ile Şah-ı Acem arasında Kürdistan ülkesi müetbet olsun.(...)”(abç)

Evliya Çelebi’nin yazdıklarının Kürdistan’a, Osmanlı devleti ile Kürt beylikleri arasında imzalanan anlaşmadan yaklaşık 130 yıl sonra yaptığı gezinin izlenim ve yorumları oluşu değerlendirmeler için önemli bir noktadır.

Çaldıran savaşı sonrası on yıllarda da Kürdistan toprakları üzerindeki savaş sürdü. Bunların en önemlilerinden biri Safevi İmparatoru Şah Tahmasb’ın Adilcevaz, Muş, Erciş, Van ve Bitlis’e saldırıp Kürtleri kılıçtan geçirmesidir. 1554’teki bu saldırıdan sonraki dönemde de benzer gelişmeler yaşandı. Sonuçta Osmanlı devleti Safeviler üzerine sefer yapma zorunluluğu duydu. Kesin bir zafer elde edememelerine karşın anlaşma yolunu tuttular. 17 mayıs 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ilgili devletler açısından sınır güvenliği anlamına gelirken, Kürt halkı açısından ülkesini ilk kez resmen ikiye bölünmesi demekti.

Kasr-ı Şirin sonucu Osmanlı devleti ile Kürt beylikleri arasındaki ilişkilerde bir değişiklik yaşanmamıştır. Daha önce belirlenen statü asıl olarak 19. yüzyıl ortalarına değin sürmüştür. Kanuni’nin aşağıdaki fermanı Osmanlı-Kürt ilişkilerinin somut kanıtlarından bir diğeridir.

“(...) Kürt beylerine gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracat istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasaruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamanlardan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutusarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı, dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir. Bu emr-i celile riayet edilecek hiç bir şekilde üzerinde kalem oynatılmayacak, hiç bir yeri değiştirilmeyecektir. Bey öldüğünde eyaleti kaldırmayıp, bütün hududu ile mülkname-i hümayın uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer mütüadit ise, istekleri üzerine kale ve yerleri aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşmazlarsa Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediye kadar ila ebeddevran mutasarrıf olacaklardır. Eğer bey varissiz, akrabasız ölmüşse o zaman eyaleti hariçten ve yabancılardan hiç bir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona tercih edilecektir. (...)”(abç)

Konuyla ilgili araştırmaların ortaya koyduğu gibi 17. yüzyılda 16 Kürt hükümeti mevcuttu. Diyarbakır’daki Hazro, Cizre, Eğil, Tercil, Palu, Kih, Genç hükümetleri ile, Van’daki Bitlis, Hizan, Hakkari, Mahmudi, Ekard hükümetleri bunlardan bazılarıdır. Yanısıra sancak ve davul gibi simgelere sahip olmayan onlarca Kürt aşiret beyliği söz konusuydu. Evliya Çelebi hükümetlerle ilgili olarak şunları yazıyor: “Hükümet diye yazılan sancaklar içinde timar ve zeamet yoktur. Beyleri kim ise mülk sahibi olarak da hüküm sürer. Evlere arazi ve ürünlere bunlar sahiptir. (...) Bu Kürdistan sancakları büyük eyaletler kadar geniştir.” (abç)

Kemalist Kadro dergisi yazarlarından Şevket Süreyya Aydemir şunları yazıyor: “ (...) Kürt hükümetleri ne variyatına, nede idaresine devletin müdahalesi olmayan, müstakil fakat iptidai derebeyi hükümetleridir. Bu vesikalara göre mesela Palu bir hükümettir. Bu hükümet reislerinin istiklal aleneti olan ‘davul’ ve ‘bayrak’ı vardır.. Kendilerine divandan zaman zaman name ve ferman yazılır.” (abç)

S. Yerasimos ise şu bilgileri veriyor: “Aşiret reisi olan Kürt derebeyi, aynı zamanda toprak rantının mirasla geçen intifa hakkı sahibi ve Osmanlı idari sistemi içinde yönetici haline gelir. (...) Zaten 17. yüzyıl kanun koyucuları bu örgütlenmelere “beylik” ve bazılarına da “hükümet” adı verirler. (...) Bu beyliklerde azil ve tayin şekilleri kabul edilmez. Öldükleri zaman beylikler doğrudan doğruya oğullarına geçer, hariçten kimseye verilmez.”

Gerek Çaldıran savaşının ardından yapılan anlaşma gerek yukarıda aktarılan konuya ait ferman gerekse de Osmanlı belgelerine dayalı incelemeleri bulunan çeşitli düşüncelerden yazarların ortaya koyduğu veriler açıkça kanıtlamaktadır ki Osmanlı devletinin Kürdistan’daki eylemi sömürgeciliğe tekabül etmemektedir. Kürt beylikleri Osmanlı otoritesini tanımasına karşın içişlerinde ve yönetim hiyerarşisinde tümüyle serbesttirler. Kendi kuralları ile hareket etmektedirler. Feodal sömürgecilik döneminde iktisadi ilhakın göstergesi olan toprak işgali, toprağın mülkiyet ve işletmesini fetihçi devletin çıkarları doğrultusunda düzenleme olgusuna Kürdistan’da rastlanmaz. Osmanlı toprak düzenini esas alarak ifade edersek, Kürdistan’da Tımar var olmamıştır. Toprak her zaman Kürt feodallerine ait olmuş ve babadan oğula geçmiştir. Artık-ürünün sahipleri bunlardır. Tüm bu gerçeklere rağmen Kürdistan’ın Osmanlı devletinin sömürgesi olduğunu iddia etmek nesnel gerçeği ve onun bilimsel tanımını bir yana atmak öznel inançlarını gerçeğe ikame etmek demektir.

Osmanlı Devletinin Kürdistan’ı Tek Eyalet Haline Getirme Çabası ve Kürt Direnişleri

Aşağıda görülebileceği gibi tarihsel gerçekler Osmanlı devletinin Kürdistan’a yönelik politikasının 1830’lar sonrası değişmeye başladığını, yüzünü Doğu’ya dönen Osmanlı’nın Kürdistan’ı, siyasi ilhak yoluna girdiğini ve sömürgeleştirme politikası geliştirdiğini gözler önüne sermektedir. Ancak “hasta adam” olma sürecinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu ne siyasi ilhak amacına tam ulaşabilmiş ne de bunu tamamlayacak bir ekonomik ilhak gerçekleştirebilmiştir.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken olgu imparatorluğun son yüzyıllık tarihinde şekillenen bu sömürgeci politikanın Kemalistler tarafından devralındığıdır. Nitekim Kemalist Türk burjuvazisi son İstanbul hükümetinin ilan ettiği Misak-ı Milli kararını aynen benimsemiş ve bunun bir sonucu olarak da Lozan görüşmeleri sırasında bile Güney Kürdistan’ı Türk devlet sınırları içinde tutma mücadelesi yürütmüştür. Bunu başaramamış olsa da Kuzey Kürdistan’ı Misak-ı Milli sınırları içine hapsetmiş ve sonraki onyıllarda önce siyasi ilhakı ardından da ekonomik ilhakı gerçekleştirerek Osmanlı devletinin akim kalan amacını tamamlamıştır.

***

Süreci inceleyelim:

Yavuz Selim’le Kürt beyleri arasında imzalanan ve sonrasında (Kanuni örneğindeki gibi) Osmanlı padişahları tarafından geçerliliği fermanlarla ortaya konulan anlaşma 1800’ün başına değin esasını koruyarak sürdü. Yaklaşık 300 yıllık bu uzun süreçte özerk beylik yapısını, beyliklerdeki politik ve iktisadi egemenliklerini koruyan Kürt beyleri herhangi bir mücadeleye veya başkaldırıya girişmediler. Ancak “ sükunet” l805’te son buldu. Osmanlı yönetimi Baban beyi İbrahim Paşa’nın ölmesi üzerine başa geçmesi gereken yeğeni Abdurrahman Paşa’nın yerine bir başka Kürt beyini rakip aşiretten Halid Paşa’yı Süleymaniye emiri olarak tayin ettiğini ilan edince 20. yüzyıla taşacak Kürt isyanları yayından boşaldı. Baban’lar ayaklanıp Halid Paşa’yı öldürdüler. İsyan ancak 3 yılda bastırılabildi. Sonraki süreçte Osmanlı devletinin Kürt beyliklerine yönelik başlıca saldırıları ve buna karşı güçlü direnişler 1830’dan itibaren boy gösterir.

Osmanlı politikasındaki bu değişiklik neyin veya hangi gelişmelerin ürünüydü? Kısa bir özetle, Batı Avrupa’da egemenliğini kuran kapitalizm ve sanayi devrimi sonucu ekonomik ve askeri alanda ortaya çıkan güçlenme, kapitalist devletlerle imzalanan ekonomik ve mali anlaşmaların imparatorluk aleyhine yarattığı sonuçlar, Balkanlar’daki sömürgelerde Batı Avrupa ile gelişen bağların güçlendirdiği ticari kapitalizm ve bunun ürünü olarak ulusal dalga, Osmanlı devletinin kuvvetini, fetih olanaklarını ve sömürgelerini koruma imkanlarını oldukça zayıflatmaktaydı. İçte ise gelirleri azalmaya başlayan, Sened-i ittifak (1808) sonrası taşradaki ayan’ın oldukça güçlenmesi, devletten bağımsız büyük topraklara sahip olması dahası devlet adına toplanan vergilerin en önemli bölümüne el koyması vb. gelişmeler Osmanlı yönetimini “kendini toparlama” ve “merkezileşme” adımları atmaya mecbur kılıyordu. Fakat tarihin kanıtladığı gibi bunlar umutsuz çabalardı. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu çöküşü yaşıyordu. Bir yarı-sömürge olma yoluna girmişti. Daha yüzyılın sonuna gelmeden Balkanlar’daki tüm sömürgelerini yitirecekti. “Hasta adam” dönemi başlamıştı.

Osmanlı devletinin merkezileşme ve gelirlerini artırma amacıyla Kürdistan beyliklerinin özerk yapısına son verme, bunları birer vilayet haline getirme ve aşiretleri doğrudan vergilendirme saldırısı 20. yüzyıla taşacak Kürt ayaklanmalarına yol açtı.

1805’teki İbrahim Paşa isyanı sonrası irili-ufaklı Kürt başkaldırıları yaşandı. Osmanlı müdahalesi, Kürtleri Osmanlı-Rus savaşının yarattığı olanaklardan azami derecede faydalanmaya yöneltmişti. Yüzyılın en önemli ayaklanmalarından biri Soran beyi Mir Muhammed önderliğinde gerçekleşti. Daha 1814’te isyan gerçekleştiren, bir çok beyliği birleşik bir yönetim altında toplayan ve kopuşunu önlemek için Osmanlı yönetiminin paşa ünvanı verdiği Mir Muhammed aradan geçen yıllar boyunca iyi bir hazırlık yapmıştı. 1833’te 40 bin kişilik bir orduyla harekete geçip Soran, Behdinan ve Musul’da egemenlik sağladı. Doğu Kürdistan’da Azerbaycan’a değin etkinlik kurdu. Osmanlı imparatorluğu, karşısında tutunamadığı Mir Muhammed’i din silahıyla vurdu. Kürt mollalarına yayınlattığı halifenin ordusuyla savaşan kafirdir fetvası Kürt ordusunu böldü. Gelişmeler Mir Muhammed’in teslim olması (1836) ardından ise “uygun biçimde” öldürülmesiyle sonuçlandı.

Bundan yalnızca 3 yıl sonrası bu kez de Bedirhan Bey ayaklanması patlak verdi. Botan beyi, önemli sayıda Kürt beyliğini birleştirmeyi başardıktan sonra Kars ve Muş emirlikleriyle ittifak sağladı. Bedirhan 1845’te Diyarbakır, Musul ve İran arasındaki bölgede tam bir denetim kurdu. Bu dönemde Nasuriler’in vergilerini ödememeleri üzerine Hakkari beyi Bedirhan’dan yardım istedi. Onbin Nasuri’nin öldürülmesi ile noktalanan sefer üzerine Osmanlılar Botan beyinin üzerine ordu gönderdiler. Bedirhan’ın yeğeni Yezdan Şer askerleriyle birlikte Osmanlı saflarına geçince bu sonun başlangıcı oldu. 1839’da başlayan ayaklanma 1847’de yenilgiyle sonuçlandı. Bedirhan sürgüne gönderilirken Yezdan Şer Osmanlı valisi olarak Hakkari’ye atandı. Bu Hakkari’nin Osmanlı vilayeti haline gelmesi demekti.

Yeterince güven duyulmayan Yezdan Şer 1850’de Hakkari valiliğinden azledilince isyan başlattı. Genişleyen ayaklanma sırasında Yezdan Şer Bitlis’i ele geçirdi. Van’da, Diyarbakır’dan Bağdat’a kadar denetim sağladı. Fakat İngilizler’in devreye girmesiyle Yezdan Şer ayaklanmayı durdurup Osmanlı başkentine gitti. İngiliz elçisinin verdiği güvenceler işe yaramadı, Yezden Şer tutuklandı, ayaklanma kendiliğinden söndü.

Aynı dönemde yaklaşık on yıl arayla Dersim’de iki ayaklanma yaşandı. İlki 1861’de başladı ve ancak 1865’te bastırıldı. İkinci başkaldırı ise 1877’de başladı ve Osmanlı devletinin pek çok saldırısının ardından durduruldu. 1878’de Abidin Paşa, “Islahat heyeti” adına Diyarbakır’dan aralarında Milli İbrahim Ağa’nın da bulunduğu yüz aşiret reisini sürgüne gönderdi. Saray bunu “bundan böyle bu gibi kanunsuz işlerde bulunulmaması” talimatı taşıyan bir telgrafla yanıtladı! Abidin Paşa bunun üzerine Sivas valiliği göreviyle yetinme yolunu seçti.

1879’da ise Bedirhanlılar yeniden sahneye çıktılar. 1847 yenilgisi onları teslim alamamıştı. Bedirhan beyin oğullarından Osman Paşa’nın başına getirildiği, Cizre merkezli bir bağımsız devlet ilan edildi. II. Abdülhamit uzlaşma ve hile yolunu seçti. Bir süre sonra İstanbul’a getirdiği Osman’ı orada adeta rehin olarak tuttu. Bu gelişmeler sonrası Bedirhan beyin diğer oğulları ayaklanma girişiminde bulundular fakat başarılı olamadılar.

Yüzyılın sonlarında meydana gelen bir diğer başkaldırı Şeyh Ubeydullah öncülüğünde gerçekleşti. 1870’li yıllarda Ruslar’la savaş halindeki Osmanlı ordusunun halkı haraca kesmesi üzerine Dersim, Mardin ve Hakkari’de ayaklanmalar gelişti. Şeyh Ubeydullah 200’ü aşkın aşireti bir araya topladı. Fakat kendisine vergi veren Doğu Kürdistan aşiretlerinden İran şahının vergi talep etmesi (1872) üzerine, Osmanlı devletinin (İran’a dönük politikasından kaynaklanan) izni ve kısmi silah-cephane desteğiyle kuvvetlerini anılan bölgeye yöneltti. Mahabat, Maraga ve Meyanduap şehirlerini ele geçirdi. Gelişmelerden rahatsız olan İngilizler Osmanlı devletinden Ubeydullah’a desteğin kesilmesini istedi. Osmanlı ordusunun yığınak yapması üzerine Ubeydullah geri çekildi. Abdülhamit’in çağrısıyla İstanbul’a gitti. Bir süre sonra gizlice kaçma gereği duydu. Fakat 1882’de yakalanıp sürgüne gönderildi.

II. Abdülhamit daha sonraki süreçte makam ve rütbe dağıtarak, böl ve yönet metodları kullanarak Kürt beylerini Osmanlı şemsiyesi altında tutmayı başardı. 1890’da Kürt beylerinden 36 alay (Hamidiye alayları) kurarak onları Osmanlı hizmetine koştu. Her biri 1200 atlıdan oluşan bu alayların sayısı daha sonra 56’ya çıkarıldı. Başlarında kaymakam ve yarbay rütbesi ile ödüllendirilen aşiret reisleri vardı. Bunlar salt Ermeni soykırımının kılıçları olmakla kalmadılar fakat Dersim ve Musul çevresindeki Kürt ayaklanmalarını da bastırdılar.

1861 ve 1877 ayaklanmalarından sonra Dersim’deki ayaklanmaların bir yenisi de yüzyılın başında, 1907’de patlak verdi. Kocan ve Ferhadan aşiretlerinin isyanı Hozat’taki jandarmaların silahlarının alınması, Türk memurlarının görevden alınıp yerlerine Kürt’lerin getirilmesi yolundan gelişti. Ovacık ve Elazığ’la bağlantıyı sağlayan telgraf hatlarını kesen isyancılar Pertek geçitlerine hakim oldular ve yönlerini Elazığ’a döndüler. Kocan aşireti ise Pülümür’ü ele geçirdi. Osmanlı ordusu Erzincan’dan Diyarbakır’a kadar askeri güçlerini ayaklanmayı bastırmak üzere seferber etti. Munzur dağlarındaki çatışmalar 1908’e değin sürdü. 2.Meşruiyetin ilanıyla (23 Temmuz 1908) Osmanlı ordusu komutanı defalarca yenilgiye uğradığı ayaklanma güçleriyle anlaşma yolunu tuttu ve Elazığ’a çekildi. Bu ayaklanma 1909’da yapılan yeni bir Osmanlı saldırısıyla etkisizleştirildi.

1800’lerin başında ortaya çıkan fakat asıl olarak 1830-1880 dönemini kapsayan süreçte belirgin hale gelen yeni Osmanlı politikası, yani merkezi denetimi güçlendirme, bunu beylikleri vilayet haline getirerek merkezileştirmeyi gerçekleştirme, Kürt beylerinin ellerinde toplanan gelirleri doğrudan devletin kasasına akıtma saldırısı beyliklerin özerkliklerine ağır bir darbe vurdu. Tam bir istikrar sağlanamasa da bir çok Kürt beyliği vilayet haline getirildi. Fakat tüm bunlar aşiret reislerinin iktisadi ve politik güçlerini sarsmadı. Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Erzincan Merkezi imzalı ve 29 Eylül 1908 tarihli belgede, Dersim ve çevresindeki durum şöyle dile getiriliyor: “Dersim ve Korhan yola getirme (kuva-yi tedbiye) kumandanlıklarınca parlak biçimde doğrudan bildirilen çatışma ve yola getirme işlemlerin asılsızlığı, haydutluğun önlenememesi ve geniş bir çarpışma olmaması ve çevredeki halkın sürüp giden yakınmalarıyla kanıtlanmıştır.”

Çoğu TKP’li döneklerden oluşan Kadro dergisi yazarlarından İsmail Hüsrev şunları yazıyor: “(...) Saltanat idaresini Ekradı şecaat nihat diye hürmet ettiği şarktaki serbest Kürt beyliği cumhuriyet idaresine, bilhassa Şeyh Sait isyanına kadar harici şeklini aynen muhafaza etti.” (abç)

Aynı konuda Şevket Süreyya şöyle diyor: “(...) Tanzimat ve bilhassa Meşrutiyetten sonra, bu mıntıkalarda (Kürdistan kastediliyor-bn) yapılmak istenen islahat hiç bir zaman tam bir inkıyat (boyun eğme, kendini teslim etme) altına alınmayan ve içtimai temeli esasında tasviye olunmayan derebeyinin daima mukavemetine maruz kaldı. Yeni Türkiye’nin bu yerlerde eski Osmanlı imparatorluğundan miras aldığı şey, zapt olunmamış, egemenlik altına alınmamış bir toprak parçası üstünde, tecanüsünü bulamamış bir iptidai cemiyetidir.” (abç)

Bu satırların yazarlarının ne denli iğrenç birer şovenist birer ırkçı oldukları üsluplarından ve yakınışlarının içeriğinden anlaşılıyor. Fakat bizi asıl ilgilendiren nesnel gerçektir ki, onun ortaya koyduğu Osmanlı devletinin 1840’lardan itibaren yoğunlaşan saldırılarına rağmen Kürt beyliklerinin zapt edilmediğidir.

Burada vurgulanması gereken bir diğer gerçek, Kürtler’in kaderi üzerine salt Osmanlı ve İran devletlerinin söz söyledikleri dönemin yüzyılın sonunda kapandığıdır. Artık devreye Batı Avrupa’nın kapitalist devletleri girecektir. Osmanlı devletini yarı sömürge haline getiren 1830-1900 sürecinde, önce İngilizler ve Fransızlar, ardından Almanlar Kürdistan’la ilgilenmeye başladılar. Bunların yanısıra Amerika ve doğal olarak Çarlık Rusya’sı da hatırlanması gereken güçlerdir. Daha Bedirhan ayaklanması (1840-1847) karşısında (Fransız’larla birlikte) Osmanlı yönetiminden “bastırma isteğinde” bulunan, Yezdan Şer’i teslim olmaya ikna ederek ayaklanmayı söndüren (1850) ve Kuzey Kürdistan’lı Şeyh Ubeydullah’ın Doğu Kürdistan’da egemenlik kurması üzerine (1880) Babıali’den desteğini kesmesini isteyen İngiltere Lozan anlaşmasına değin Kürt halkının kaderinde uğursuz bir role sahip olacaktır.

Kürdistan’ın Dörde Parçalanması Süreci ve Kürt Direnişleri (1914-1923)

Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında tüm Kürdistan savaş alevleri içindeydi. Kürdistan toprakları emperyalistlerin iştahını kabartıyordu. Müttefik devletler daha savaş sonuçlanmadan Sykes-Picot anlaşması yoluyla Osmanlı’nın “kalıntılarını”nı aralarında paylaşma yolunu tutmuşlardı bile. 6 Mayıs 1915 tarihli bu anlaşmayla İngiltere’nin, Fransa’nın ve Çarlık Rusya’sının emperyalist isteklerine uygun bir “sofra” hazırlanmıştı. Örneğin Musul İngiltere’ye, Güneybatı Kürdistan Fransa’ya, Van ve Bitlis’in güneyi Rusya’ya sunulmuştu! Fakat Sevr ve Lozan’a değin köprülerin altından çok sular akacak, Ekim devrimiyle kurulan yeni Rusya’nın tutumu pek çok hesabı bozacaktı.

Kuşku yok ki, emperyalistlerin Kürt sorununa ilgisi salt askeri-stratejik hesaplarıyla açıklanamaz. Kürdistan coğrafyası bu açıdan önemli olduğu kadar, hatta ondan da fazla zengin iktisadi potansiyeli yönüyle dikkat merkeziydi. I. paylaşım savaşı petrolün stratejik önemini en çarpıcı biçimde ortaya çıkarmıştı. Ve zengin petrol kaynaklarını bağrında taşıyan Kürdistan emperyalistler için ilgi odağı oluvermişti.

İngiliz emperyalizmi 1918 boyunca Kürdistan’da egemenlik kurmak için yoğun bir faaliyet yürüttü. Kürtler arasındaki bu çalışmanın özü, feodal parçalanmışlık içindeki Kürtlerin hiç olmazsa bir bölümünü İngiliz himayesini kabule “ikna etmek”ti. Feodal parçalanmışlığın, aşiret yapılarının muhafazası temelinde bir “özerk Kürdistan” yoluyla İngiliz egemenliğini pekiştirmek ve sürdürmek olası ihtimallerden biriydi. Tam da bu planlarla uyumlu olarak İngiliz sömürgecileri I. paylaşım savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi’nin 7. ve 16. maddeleriyle Kürdistan’ın bütününe “müdahale” edebilme, işgale girişme hakkını kazanmışlardı! Nitekim 1918 yılı sonlarında Musul ve Kerkük Britanya emperyalistleri tarafından işgal edildi.

Başta ilk mücadele kıvılcımlarının çaktığı Güney Kürdistan olmak üzere genel olarak önde gelen Kürt aşiret reisleriyle ve aşiret aristokrasisiyle bir dizi bağlantı geliştiren İngiltere kendini Kürt dostu ve koruyucusu olarak sundu. Ulusal taleplere destek vereceği imajı yarattı. Elbette bunların tümü de sömürgeci politika ve eylemin maskeleriydi. İngiltere hiç bir zaman Bağımsız Birleşik Kürdistan’dan yana olmadı. Tersine tüm planlarını Güney Kürdistan petrollerini en kolay yutabileceği modeller üzerine kurdu. O nedenledir ki, Kürtler’le İngilizler arasındaki ilişkiler çok istikrarsızdı. Taraflar birbirlerini şüpheyle kolluyorlardı.

Modern bir ulusal harekete dönüşmese bile taleplerinin özü itibariyle ve tarihsel açıdan ilerici ulusal bir karaktere sahip olan Kürt başkaldırısı savaş yıllarından başlayarak bir kıpırdanış içine girdi. 1918 yılında büyüyen Güney Kürdistan merkezli ateş, sırasıyla Doğu ve Kuzey Kürdistan’ı da sardı. Yazık ki feodal parçalanmışlık ve ulusal kurtuluş perspektifine sahip Kürt aristokrat aydınlarının halkla bağlarının cılızlığı hareketin aşil topuğu oldu. Kürdistan üzerine sömürgeci planları olan devletler de bunlardan en iyi biçimde yararlandılar.

İngiliz emperyalizminin Güney Kürdistan’daki sömürgeci planlarında ilk deneyi Şeyh Mahmud Berzenci’yledir. Mahmud Berzenci Osmanlı’nın askeri ve politik kontrolünden kurtulmuş bir Kürdistan özlemi içindedir. Feodal kimliğine karşın ulusal taleplere dayalı bir arayışın simgesidir. Kasr-ı Şirin’le bölünmüş Doğu Kürdistan sınırını kaldırmayı düşlemektedir. İngiliz demagojilerine güvenerek tüm bunlara olanak tanıyacak bir himaye talebinde bulunur: “ Sınırların her iki tarafındaki Kürt halkı doğrudan İngiltere’nin veya şanlı İngiliz bayrağı altındaki İngiliz temsilcilerinin iktidarının oluşmasını istemektedir.” O, İngilizler’den hiç bir koşulda Kürdistan’da bir Türk iktidarının kurulmasına izin vermemelerini talep eder!

Aynı süreçte Kürt ulusal talepleriyle İngiltere’nin sömürgeci amaçlarına dayalı sözde özgürlük vaatleri arasındaki çatışma mayalanmaya başladı. İngiliz emperyalistleri Doğu Kürdistan’da birleşme talebini yükselten Şeyh Mahmud’a “hayır” dediler. Fakat “Kürtler için Kürdistan” sloganının kuvvet kazandığı Süleymaniye ve Kerkük başta olmak üzere Güney Kürdistanlı’lar Şeyh Mahmud etrafındaki birliklerini pekiştirdiler. İngiltere çareyi Şeyh Mahmut’u resmen tanımakta ve Vali olarak atamakta buldu ( Kasım 1918).

Şeyh Mahmud’un kimliğinde Güney Kürdistan halkıyla, sömürgeci planlarını hergün daha fazla açığa vuran İngilizler birbirlerine karşı tetik duran iki zorunlu müttefik durumundaydı. Ve bu, tabiatına uygun bir yola, doğrudan mücadele yoluna girdi. Nisan 1919’da Zaho’da Goyan aşireti ve ardından Barzan’da Ahmet Barzan önderliğinde ayaklanmalar gelişti. İngilizler bunları güçlükle bastırdılar. Sonrasında Şeyh Mahmud Berzenci’nin kuvvetleri Mayıs 1919’da ayaklanarak Süleymaniye’de tam bir egemenlik kurdular. Bağımsız Kürdistan ilan edildi. Hükümdar olan Şeyh Mahmut bir hükümet kurdu. Bayrak, para birimi ve pul damgaları oluşturuldu. “Kürdistan Güneşi” adlı bir gazete yayınlanmaya başladı. Doğu ve Kuzey Kürdistan’ın bugünkü Güney Kürdistan sınırına yakın bölgelerde bulunan kimi aşiretler Şeyh Mahmut’a katıldılar. Berzenci, 1872’deki ayaklanmanın ünlü yöneticisi Şeyh Ubeydullah’ın torunu Seyit Taha ve Doğu Kürdistan’lı İsmail Ağa Simko ile ilişki kurdu.

İngiliz emperyalizmi buna İngiliz-Hindistan ordularını göndererek yanıt verdi. İki Kürt aşiretini de yanlarına çekmeyi başaran İngilizler giriştikleri saldırılarla Şeyh Mahmut’un kuvvetlerini 17 Haziran’da yenilgiye uğrattılar, şeyh tutsak düştü. 3 Ağustos 1919’da isyanın tam olarak bastırıldığı açıklandı. Britanya emperyalizmi idam etmeyi göze alamadığı Şeyh Mahmut Berzenci’yi 10 yıllığına Hindistan’a sürgüne yolladı.

Bu gelişmeler Güney Kürdistan Kürt hareketini 1921 sonuna değin sürecek bir sessizliğe gömdü. Kürtler 1920 Ekim’inde kurulan Irak hükümetine temsilci vermeyi reddederek İngiliz davetini geri çevirdiler. İngiltere Mayıs l921’de aldığı bir kararla Güney Kürdistan’ı dört yönetim bölgesine ayırdı. Biriken öfkenin ilk kıvılcımı 1921 yılı sonunda çaktı. Erbil’in doğusunda yaşayan Syurçi aşireti isyan etti. Direniş hava kuvvetlerinin yoğun bombardımanıyla bastırıldı. l922 başından itibaren yeni isyan ateşleri tutuştu. Güçlü Hemavend aşiretinin katıldığı iki isyan Halepçe (Ocak 1922) ve Çemçemel (Mayıs 1922) İngilizler’i çok uğraştırmıştır.

İngiliz emperyalizmi Güney Kürdistan’da sükunet bulamayacağını anlamıştı. Denetim sağlamak için yaptıkları yeni planın merkezinde Şeyh Mahmut Berzenci vardı. Sürgününe son verilen Şeyh Mahmut 1922 sonbaharında önce Kuveyt’e, ardında Bağdat’a getirildi. Berzenci 3 yıl sonra Ekim 1922’de İngilizler eşliğinde Süleymaniye’ye girdi. O’nu kontrol altında tutup yönlendireceğini, vereceği ünvanlarla susturacağını uman İngiliz emperyalistleri yanıldıklarını anlamakta gecikmediler. Mahmut, Kasım ayında kendini Kürdistan hükümdarı ilan etti. Kardeşi Şeyh Kadir başkanlığında bir hükümet kurdu. “Para, pul, vergilerin toplanmasının düzenlenmesi, Kürtçe’nin resmi dil olarak ilanı ve Kürtçe yayın organlarının kurulması” gibi bağımsızlık emaresi sayılan adımlar attı. Yazık ki etkisini Süleymaniye dışına taşıramadı.

İngiltere Seyit Taha ile, o dönem hem İranlılara hem de Türklere karşı aynı zamanda savaş veren ve yenilerek Güney Kürdistan’a sığınan İsmail Ağa Simko’dan yararlanmaya çalıştı, ancak planları boşa çıktı.

Şeyh Mahmut Berzenci bu dönem yüzünü Sovyetler’e dönmüştür. Bu anti-İngiliz veya anti-sömürgeci tutumunun en berrak ifadesi sayılmalıdır. Berzenci, Tebriz’deki Sovyet temsilcisi aracılığıyla ilettiği mektupta şöyle diyor: “Bütün Kürt halkı Ruslar’ı Doğu’nun kurtarıcıları saymakta ve bu yüzden kendi kaderini onların kaderiyle birleştirmeye hazırdır.” Mahmut, diplomatik ilişki, silah ve cephane isteğinde bulunmaktadır. (20.1.1923)

İngiltere 1923 Şubat’ında Şeyh Mahmud’u Bağdat’a çağırdı. Kürt önderin bunu reddetmesi üzerine İngiltere Kürt devletini tanımadığını ilan etti. Süleymaniye hava bombardımanına tutuldu. Yönetici durumdaki pek çok Kürt tutuklandı. Tutsak düşmeyenlerin bir kısmı Kuzey’e sığındı. Şeyh Mahmud 4 Mart’ta dağlara çekilmek zorunda kaldı. Cihat çağrıları ise etkili olmadı. Dahası İngiltere’ye hizmeti kabul eden kimi aşiret reisleri de güçlerini Şeyh Mahmud’un üzerine yöneltti. Emperyalist İngiltere Şubat sonunda saldırmaya başladığı Revanduz’u Nisan’da ele geçirdi. 28 Mayıs’ta ise Süleymaniye’yi işgal etti. Fakat 17 Haziran’da geri çekilmek zorunda kaldılar. Şeyh Mahmut’un insiyatifini tanıyan Hemavend aşiretinin Süleymaniye’yi ele geçirmesinin ardından Şeyh geri döndü. İngilizler Ağustos’ta yeniden hava saldırısına giriştiler. Ancak işbirlikçi Kürt aşiret beylerinin önerisi ile manevi saygınlığı ve politik etkisi inkar edilmez durumda olan Şeyh Mahmut’la “iyi geçinme” yolunda yürümeye başladılar.

İngiltere, 1919 baharında Kuzey ve Doğu Kürdistan’da dayanak yaratmak için yoğun çabalar harcadı. Başta İstanbul’daki Kürt aristokrat aydınlarıyla olmak üzere Kuzey Kürdistan’daki Kürt aşiret reisleriyle görüşmeler yaptılar. Doğu Kürdistan’da da benzer çabaları oldu. Söz konusu dönemde İngiltere’nin yakınlaşmaya çalıştığı iki Kürt feodal lideri, Seyit Taha ve İsmail Ağa Simko’ydu. Ancak kalıcı başarılar elde edemediler. Her iki Kürt lider de Birleşik Kürdistan fikrine yakındır. Bu, en büyük sorunu oluşturmuştur.

Seyit Taha 1919 Mayıs’ında görüştüğü İngilizler’e Güney ve Doğu Kürdistan’ın bir bölümünü de kapsayacak Birleşik Kürdistan önerdi. Elbette İngiliz himayesinde olacaktı. İngiltere bunu kesin olarak reddetti. Ancak Seyit Taha fikrinden vazgeçmediğini bildirdi.

“Genel af ilan edilmeli; ülke yönetimi tek bir kişide toplanmalı, ülke özerk mülklere bölünmeli; Kürdistan’a geri yollanacak Hıristiyan halkların (Ermeni, Asur-Nesturi) Kürtler üzerinde üstünlük kurmalarına yol açılmamalı, İngiltere maddi yardımda bulunmalı” taleplerini öne süren Seyit Taha’ya evet denmiştir! Elbette bu “evet” sözde kalmıştır. Keza, Taha’ya Neri, Revanduz ve Şemdinli valiliği (hükümdarlığı) vaad edilmiş, daha Kuzey’e doğru açılması halinde “anlayış gösterileceği” söylenmiştir. Kürtler’in çıkarlarının “barış konferansı”nın gündeminden düşürülmeyeceğini taahhüt eden İngilizler Seyit Taha’yı Revanduz yöneticiliği ile görevlendirip maaşa bağlamışlardır.

İngiltere İsmail Ağa Simko ile iyi ilişkiler geliştirmiştir. Katıksız feodal kimliği ve metodlarına karşın Simko nesnel olarak Kürt ulusal hakları doğrultusunda çaba harcadı. İngiliz emperyalizminin Kürdistan üzerindeki hegemonya girişimlerine karşı mücadele etti. Seyit Taha ile ittifak oluşturan Simko, Doğu Kürdistan’da tam bir egemenlik kurdu. Bu çabalar, İran topraklarını işgal etmiş bulunan ve onu eski haliyle muhafaza etme kararlılığı taşıyan İngiltere bakımından kabul edilmezdi.

Ancak İran’da Rıza Han’ın iktidarı ele geçirmesinden (21 Şubat 1921) ve İngiltere’ye tavır almasından sonraki süreçte İngiltere Simko’yla ilişkilerini iyileştirmek için özel bir çaba harcadı.

Simko önderliğindeki hareket 1921 yılı ortalarına doğru çok güçlendi. Kuvvetlerini Mahabad (o zaman Savebulak) aşiretleriyle birleştiren Simko isyana girişmiş ve üzerlerine gönderilen orduları kolayca bozguna uğratmıştır. Ekim ayında karargahını Mahabad’a kuran Simko, başında ordunun karargah başkanı bir general bulunan İran ordusunu bir dizi yenilgiye uğratmış ve inlerine tıkmıştır. Sonraki aylarda İran hükümeti Simko ile Kürt özerkliği temelinde ilişkiler geliştirmeye çalışmıştır. Simko bir yandan Güney ve Kuzey ile bağlarını güçlendirmeye yönelirken, bir yandan da Tahran’la sorunlu hale gelen İngiltere’den Seyit Taha aracılığı ile silah ve para sağlamaya çalıştı. Simko aynı biçimde kemalistlerden de para ve silah elde etmeyi başardı. Yakaladığı bazı elverişli fırsatları iyi değerlendiremeyen Simko, 1922 Mayıs’ında kendini “Bağımsız Kürdistan Hükümdarı” ilan etti. 1922 Haziran’ında Mehabad’da İran ordusunu bir kez daha yenilgiye uğrattı. Mehabad’ı başkent yapan Simko, “Bağımsız Kürdistan” gazetesini yayınlamaya başladı. İran hükümeti çareyi Simko’yla anlaşma yapmakta buldu. Aslında bu bir güç biriktirme manevrasıydı. Ağustos 1922’de İran tüm kuvvetlerini Simko’nun üzerine gönderdi, insan gücü ve teknik açıdan çok zayııf kalan Kürt güçleri yenildiler. Müttefik Lorlar aynı akıbetle karşılaşırken Bahtiyar’ların direnişi sürdü. Simko önce Kuzey Kürdistan’a sığındı, ardından Güney Kürdistan’a geçti. Burada İngiliz emperyalizminin kendisini Şeyh Mahmud Berzenci’ye karşı kullanma manevrasını boşa çıkardı.

1919-’23 döneminde Güneybatı Kürdistan’da da bir dizi eylemlikler gerçekleşti. Fransız emperyalizmine karşı gelişen bu mücadelede örneğin 1919 Aralığındaki Nacip ve Ahmet Ağa Barazi önderliğinde gelişen savaşım ile 1920 yılı sonundan itibaren İbrahim Hananu yönetimindeki Kürt müfrezelerinin Halep’ten İskenderun’a doğru geniş bir bölgede 1923 yılı ortalarına değin süren köylü isyanları iki önemli örnektir.

Bütün bunların yanı sıra Mondros Mütarekesi’nden başlayarak savaşı kazanan emperyalist devletler Kürdistan’ın kaderi hakında değişik kararlar aldılar. Mondros mütarekesiyle İngiltere’nin Kürdistan’ı işgal konusunda “hukuksal dayanaklar” elde ettiği vurgulanmıştı. Paris, San-Remo ve Londra’da “Barış Konferansı” adı altında düzenlenen toplantıda ise paylaşım sorunu yeniden ve yeniden ele alındı.

25 Haziran 1919-’22 Şubat 1920 tarihleri arasında tamamlanan Paris Konferansı’nda Kürtler açısından önem taşıyan yön Kürdistan’ın dörde bölünmesinin planının açıkça ortaya çıkmasıdır. İngiliz temsilcisi Lyod George Mart 1919’da varılan noktayı şöyle açıklıyor: “Ben böylelikle Amerika’nın Konstantinopol ve Ermenistan’ı manda altına alacağını ve Anadolu üzerinde genel bir gözetim oluşturacağını özetledim; Fransa, Suriye ve Klikya’nın bir bölümü üzerinde manda yönetimi oluşturacak, bu konuda Fransa ve Amerika arasında anlaşma sağlanacak; biz de Musul’u içine alan Mezopotamya ve Filistin’i alacağız.”

Nisan 1920’de gerçekleştirilen San-Remo Konferans’ı ise Sevr anlaşmasının esasını oluşturan bir metin üzerinde (İngiltere, Fransa ve İtalya arasında) anlaşma sağlanmasıdır.

Mondros’la başlayan sürece Sevr anlaşmasıyla nokta konuldu. 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr, Kürtler açısından San-Remo Konferansı’nı aşan bir ağırlık taşımıyordu. Türk ulusal özgürlük mücadelesi nedeniyle yalnızca 3 yıl yaşayabilen Sevr pratik bir değer de taşımadı.

Sevr’in Kürtleri ilgilendiren 62. ve 64. maddeleri şöyleydi:

“Madde 62:

İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetleri tarafından kendilerine yetki verilmiş üç üyeden oluşan bir komisyon İstanbul’a yerleşerek, anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle başlayan 6 aylık süre içinde, Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ilerde saptanacak olan Ermenistan’ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezopotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş bulunan ve Kürtlerin çoğunlukta oldukları bölgeler için anlaşmanın 27. maddesi ll, 2 ve 3 derecelerine uygun olarak sürekli otonomi planı hazırlayacaktır.”

“Madde 64:

Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak geçecek bir yıllık süre içerisinde şayet 62. maddede işaret edilen bölgelerdeki Kürt halkı, Milletler Cemiyeti Konseyine başvurur, bu bölgeler halkının çoğunluğunun Osmanlı İmparatorluğu’ndan (Türkiye) bağımsız olmayı arzuladıklarını ispatlarsa ve şayet Konsey de, bu halkın bağımsızlığını gerçekleştirme yeteneğinde olduğuna kanaat getirir ve bunu yerine getirmesini önerirse, Osmanlı İmparatorluğu (Türkiye) bu öneriye aynen uymayı ve bu bölgedeki bütün hak ve ünvanlarından vazgeçmeyi taahhüt eder.”

Musul’u bu coğrafyadan ayrı tutan müttefik devletler bu Kürt kentinin Kürdistan’a katılmayı istemesi halinde buna itiraz etmeyeceklerini de anlaşma hükmü haline getirdiler!

1918-1923 Sürecinde Kuzey Kürdistan’da Osmanlı ve Kemalist Yönetimle Kürtler Arasındaki İlişkiler Nasıldı?

31 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından İstanbul hükümeti, Kürtleri yanına çekebilmek için onlara özerklik vaadetti. Elbette bunun bir değeri yoktu. Çünkü yenilmiş, parçalanmak üzere olan Osmanlı yönetiminin böylesi önemli bir sorunda irade sergileyebilecek bir konumu yoktu ve olmayacaktı.

Aynı süreçte Kürt, Kürdistan kavramlarını kullanmaktan sakınmayan M. Kemal ve Kemalistler ise, esas olarak Türk politik iradesini kabul ettirme çizgisinde yürümüşlerdir. Zaman zaman Kürt ulusal varlığını tanıdıklarını ve onları yeni Türkiye’nin iki eşit kurucusundan biri olarak gördüklerini söyleseler, hatta özerklikten dem vursalar da gerçekte Kemalistler Kürtler’e özerklik fikrine asla sempati duymamışlar; Kürt bağımsızlık düşüncesine ise her zaman tam bir düşmanlık beslemişlerdir. Kemalistler’in “özerklik şekeri”nin politik egemenlik kurma planlarına hizmet eden bir taktik araç olduğu, güçlenmelerine paralel olarak net biçimde ortaya çıkmıştır.

M. Kemal yönetimi aynı süreçte Doğu, Güney ve Güneybatı Kürdistan’la bağ kurmak için özel bir çaba içinde oldu. Anti-İngiliz, anti-Fransız, anti-Ermeni, anti-Hristiyan propaganda yoluyla ittifak zemini arayan Kemalistler, diğer parçalardaki Kürtler’in bu temeldeki mücadelelerinin Kuzey’deki Kürtler’i de aynı mevziye, dolayısıyla kendileriyle sıkı bir birliğe çekeceği hesabındaydılar.

Kemal’in planları içinde Türk politik kontrolünü Güney ve Güneybatı Kürdistan’a yaymak da vardı. O, Aralık 1919’da Ankara’da, “şehrin asilleri” önünde sarfettiği “bu sınır sadece bizim askeri güçlerimiz tarafından savunulan değil, aynı zamanda Türkler’in veya Kürtler’in yerleştiği bizim sınırlarımıza giren bölgeleri de kapsamaktadır. Bu sınırdan güneye doğru Arapça konuşan dindaşlarımız vardır. Biz bu sınırlar içinde yer alan bütün bölgelerin topraklarımız olduğunu, ondan hiç bir parçanın ayrılamayacağını kabul ettik.” (abç) sözleriyle bunu gözler önüne seriyordu.

M. Kemal önderliğindeki Türk burjuva hareketinin Kuzey Kürdistan’la ilgili tutumlarının evrimi bakımından bir kaç noktayı hatırlamakta yarar var.

Kemalistlerin Damat Ferit Paşa hükümetinin istifasıyla ilgili kampanyalarda imzacı güçlerden ikisinin “Kürt ulusal” partisi ve “Kürt kulübü” oluşu dikkate değerdir. Keza Kürt varlığını tanıyan ve onlarla ittifak peşinde olan M. Kemal dava arkadaşlarından birine şöyle yazıyor: “İngiliz propagandasının yarattığı hareketler, örneğin şu anda çalışan Kürt bağımsızlığı hareketi tanrıya şükür imparatorluğun bölünme sorunu ortaya çıktığında bizim tarafımıza geçmiştir. Bu hareketin katılımcılarıyla mektuplaşma sayesinde onlar genel amaca ilgi göstermişler ve bizlerle birlikte halifelik ve saltanat çevresinde birleşmişlerdir. Aramızda tam bir diyalog oluşmuş, onlar da Kongre’ye (Erzurum Kongresi-bn.) davet edilmişlerdir.”(abç)

Kuzey Kürdistan halkıyla ittifakını anti işgalciler, anti Ermeniler zeminine oturtan M. Kemal, hegemonya hedefini “genel amacın gerçekleşmesi ve eşit kuruculuk” maskesiyle gizliyordu. Erzurum Kongresi kararlarının birincisinde “bu bütünün bir parçası iyi ve kötü günde eşittir, gelecekleriyle ilgili sorunda aynı amaca ulaşmayı isterler” deniyordu (abç). TBMM’nin açılışı vesilesiyle M. Kemal, Lozan görüşmelerinde İ. İnönü Kürtlerin ve Türklerin meclisinden veya temsilciliğinden dem vuracaklardır. Fakat daha önce vurgulandığı gibi tüm bunlar Kuzey Kürdistan üzerindeki politik kontrolün kaybedilmemesi ve Kürt halkının kuvvetini Türk ulusal özgürlük mücadelesinin hizmetine koşma amaçlarının ürünüydü.

Daha savaş yıllarında Kürt bağımsızlık eğilim ve örgütlenmelerine büyük bir kinle saldırılması, özerklik talebini yükselten Koçgiri direnişçilerinin vahşice soykırımdan geçirilmesi bunun açık kanıtıdır.

M. Kemal daha Temmuz 1919’da, aristokrat Kürt aydınları Bedirhan kardeşlerin Diyarbakır’a geleceğini haber alır almaz 13. kolordu komutanına onları tutuklama buyruğu vermiştir. Bedirhan’lar Harput valisi Ali Galip Bey’in yardımıyla gizlenince M. Kemal “herhangi bir uygun zeminde ayırımcı Kürt hareketini yok etmek için önlem almalarını” yazmıştı.(abç) Keza O, 10 Eylül 1919’da şöyle buyruk veriyordu: “Kürt hareketini bastırmak için eldeki araçlarla radikal bir şekilde davranmak ve suçsuz olan hükümete bağlı halktan öç almamak gerekir.”(abç) 13. Kolordu komutanının Kemal’den “Barış antlaşmasına dek Kürdistan’a yerel kökenli üst düzey memur gönderilmesinden vazgeçilmelidir” talebinde bulunması ve “üst düzey memurların sadakatsizliği”nden yakınması Kürt hareketinden duyulan endişeyi dile getiriyor.

Kuzey Kürdistan’daki ulusal kaynaşma asıl olarak 1920 yazından başlayarak yoğunlaştı. Bunun en temel nedeni Kemalist hareketin Türkçü karakterinin belirginleşmeye başlamasıydı. 1919 yılı içinde Malatya, Dersim ve Harput’taki kıpırdanmaları dışta tutarsak ilk ciddi Kürt başkaldırısı Milli aşireti ayaklanmasıyla boy verdi. Milli aşireti Mayıs-Haziran 1920 ayaklanmasıyla Siirt’ten Dersim’e tüm aşiretleri birliğe çağırdı. İngiliz ve Fransızlar’la bağlantı kuran Milli aşiretinin hareketi başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı süreçte, Hamidiye alaylarında kumandanlık yapmış olan Cibran aşireti reisi Halid Bey Bağımsız Kürdistan talebiyle ortaya çıkmıştı. İstanbul’daki ulusal-yurtsever Kürt aristoklarıyla bağ kuran Halid Bey ve arkadaşları Varto, Hınıs, Malazgirt, Karlıova ve Bulanık bölgelerinde kampanya yürütmüşlerdir. M. Kemal Halid’i Erzurum’da “görev yapmaya” zorlarken, Dersim’deki kimi aşiret reislerini de Ankara’da mebusluk yoluyla etkisizleştirmeyi denemiştir.

Talepleri ve örgütlükleriyle dönemin en önemli Kürt özgürlük isyanı Koçgiri’de meydana gelir. Direnişin örgütlenmesine Dersim’li önderler ve aşiretleri de katılmışlardır. M. Kemal’i özerklik sorununda ne düşündüklerini açıklamaya zorlayan direnişçiler asgarisinden özerk Kürdistan düşüncesindedirler. Bu başkaldırı dünya paylaşım savaşı yıllarında kurulan ve başında 1870 ayaklanmasının lideri Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Abdülkadir’in bulunduğu Kürt Teali (yükselme) Cemiyeti’nin Dersim ve Sivas bölgesi üyeleri tarafından örgütlenmiştir. Bunların önde gelenleri Koçgiri aşiretleri beyinin oğlu Alişan Bey ile Alişer ve veteriner Nuri’ydi. Son iki önder Dersim ayaklanmasında da önemli roller üstleneceklerdir. M. Kemal örgütlenme faaliyetini haber almıştır. Erzurum Kongresi sonrası gittiği Sivas’ta görüşme talebinde bulunmuş ve Alişer Bey bu işi üstlenmiştir. M. Kemal Alişan’a örgütlenmeyi bildiğini fakat amaçlarını bir de kendilerinden dinlemek istediğini söylediğinde şu yanıtı almıştır: “Amerika Cumhurbaşkanı Vilson prensiplerine dayanarak, Doğu vilayetlerinin, Sivas’ın Kızılırmak hududuna kadar Ermenistan’a verildiğini ve Kürtler’in hakkı nazara alınmadığını ve bu sebeple Kürdistan topraklarında Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalarda nüfus miktarı tespit ettirilmek suretiyle, Osmanlı saltanatına bağlı muhtar (özerk) bir Kürdistan idaresinin ihdası için ikhari (hazırlık niteliğinde) çalışmalar yapmaktan başka bir maksat takip etmemekteyiz.”

M. Kemal, buna Wilson prensiplerinin “şark milletleri tarafından yırtılıp atıldığı” söyledikten sonra “Dersim müessilleri sıfatıyla işbirliği yapmaklığımızı ve ileride doğru hareket etmekliğimizi teklif etmişti” diye yazıyor Dr. Nuri Dersimi... Sivas’ta Ümraniye ve çevresiyle, Dersim’de Ovacık ve çevresi Koçgiri isyanının hazırlandığı iki merkez oldu. Silaha sarılma kararı Kangal ilçesine bağlı Yillice nahiyesinde alındı. Toplantıya katılanlar Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim ve Koçgiri’yi kapsayan Bağımsız Kürdistan kurulması fikrinde birleştiler.

M. Kemal hükümetine Dersim aşiretleri adına verilen yazılı önergede şunlar talep edilmektedir:

1- Kürdistan Muhtariyet idaresine muafakat eden İstanbul hükümetinin bu baptaki kararını M. Kemal hükümetinin de resmen kabul edip etmeyeceğinin açıklanması;

2- Kürdistan Muhtariyet idaresi hakında, M. Kemal hükümetinin görüş noktası hususunda Dersimlilere acele cevap verilmesi;

3- Elaziz, Malatya, Sivas, Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde mevcut bütün Kürt mevkurların hemen serbest bırakılması;

4- Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan, Türk idare memurlarının çekilmesi;

5- Koçgiri mıntıkasına gönderildiği haber alınan askeri müfrezenin derhal geri alınması. ( 15 Kasım 1920 )

Keza Meclise çekilen telgrafta ise şöyle deniyor:

“ Elaziz vilayeti vasıtasıyla

Ankara Büyük Millet Meclisi Riayetine

Sevr muahadesi mucibince Diyarbakır, Van ve Bitlis vilayetlerinde müstakil bir Kürdistan teşkil etmesi lazım geliyor; binaenaleh bu teşkil edilmelidir ki, aksi taktirde bu hakkı silah kuvvetiyle almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz. (25 Kasım 1920)

Garbi Dersim Ruesası”

M. Kemal hükümeti açık bir cevap yerine oyalama yolunu seçti ve kış koşullarını uygun görerek 4 Mart’ta Albay Halis komutasındaki bir birlik ile Topal Osman çetelerine Ümraniye’ye saldırı emri verdi. Koçgiri bu sırada ayaklanmaya-savaşmaya hazır değildi. Çünkü planlar Dersim’den yardım gelebilmesi için bahara göre ayarlanmıştı. Buna rağmen girilen savaşta Albay Halis’in kuvvetleri yenilgiye uğratılıp esir alındı. Ümraniye merkezine Kürdistan bayrağı çekildi. Savaşı haber alan Ovacık aşiretlerinden 2500 kişilik bir kuvvet kış koşullarına rağmen yola çıktı ve Ümraniye’ye ulaşmayı başardı. M. Kemal hükümeti bu gelişmeler üzerine 10 Mart 1921’de Elazığ vilayetinin Divriği, Zara kazalarında sıkıyönetim ilan etti. Kürt direnişini kanla boğmak üzere Nureddin Paşa’yı görevlendirdi. Bu Kürt soykırımcısı işe Kürtler’in aşil topuğundan, feodal parçalanmışlıktan başladı.

Koçgiri’nin iki aşiretinin reisi olan birini satın aldı ve bazı aşiretleri de tarafsız kalmaya ikna etti! İsyancıları böylesine kuşattıktan sonra giriştiği saldırıda en vahşi yöntemleri kullanarak bu direniş ocağını söndürdü. Nurettin Paşa 24 Mayıs 1921’de Genelkurmaya çektiği telgrafta Fırat Nehri, Erzincan ve İmranlı arasındaki bölgede 500 Kürdün katledildiğini müjdeliyordu! Katliamlar Haziran ortasına değin sürdü. Alişan bey ve 32 Kürt “ileri geleni” tutsak alındığında isyan yenilgiye uğramıştı. Yüzlerce Kürt zindana atıldı. Toplam 117 kişiye idam, geriye kalanlara beş yılla ömür boyu arasında değişen hapis cezaları verildi. İdam cezasına çarptırılanlardan 100’ü yakalanamayan direnişçilerdendi. Mecliste Kürdistan’ı temsilen bulunan “milletvekileri”nin ve daha önemlisi Kürdistan’daki aşiret reislerinin baskıları, M. Kemal hükümetini Nurettin Paşa’yı görevden almak, tutsakların bir kısmının “mecburi iskana tabi tutulmak” koşuluyla salıverilmelerini sağlamak zorunda bıraktı. Asıl amacına ulaşmış bulunan M. Kemal için bu alışılagelmiş titizce hesaplanmış geçici bir manevradan ibaretti. Mart-Haziran arasında Kürtlerde olan inisiyatif Ankara hükümetine geçti.

Koçgiri isyanının soykırımcı yöntemlerle bastırılmasından sonra 1922 ortalarına değin Siirt, Diyarbakır gibi bölgelerde kimi protestolar meydana gelmişse de Kürt hareketi 1925’e uzanan bir suskunluğa gömülmüştür.

Kemalistler, Kürt ulusal-özgürlük arayışlarının tümünü İngilizler başta olmak üzere emperyalist devletlerin kışkırtmalarına bağlamışlar ve her Kürt hareketinin arkasında İngiliz gölgesi dikmişlerdir. Bu, bir demagoji olmak kadar, örneğin Güney Kürdistan’ı işgal altında tutan İngiliz emperyalizmine veya Kuzey Kürdistan’ın kimi kentlerini çizmeleriyle kirleten Fransız emperyalizmine duyulan tepkiyi, bu platformdaki Kürt kitlelerini yanlarına çekmeyi ve Sovyetler’i anti-emperyalist söylemle yatıştırmayı amaçlayan bir psikolojik savaş unsuru, şovenist amaçları gizlemeye hizmet eden bir maskeydi. Kemalistler, Ermeniler’in yanı sıra Kürt mücadelesiyle İngiltere arasında ilişki kurarak Sovyetler’e şöyle yazıyorlardı: “doğu halklarının ulusal özgürlük hareketine karşı koymak ve yeni yapıyı kurma amaçlarında....yeni proletarya ve ulusal özgürlük güçlerinden ...yararlanmak için” bu hareketleri yaratıyor. Keza Mustafa Kemal Koçgiri isyanını da aynı biçimde mahkum etmeye çalışıyordu: “daha öncede İngilizler defalarca bütün Kürdistan’ı yanıltmak ve onu Türkler’den ve diğer dindaşlarından ayırmak için çalışmışlardı. Bir İngiliz yüzbaşı ya da binbaşı büyük aktivite göstermişti; ne yazık ki ona birkaç müslüman da yardım etmiştir. Ayrı dönemde Nevil, Ali Galip Bey’le kontak kurduğu Malatya’da bulunuyordu ve buradaki güçlerin Sivas’a gitmesine önayak olmuştu.” (abç)

Oysa ayaklanmada Kürt Teali Cemiyeti’nin temsilcisi olarak bulunan Dr. Nuri’nin yenilginin nedenlerini sıralarken “ ittifak devletleri bu ayaklanmalara karşı ilgisiz kalmış ve hiçbir yardımda bulunmamıştır.” sözleri hem hareketin “tek devletle işbirliği” iddialarını çürütmekte hem de genel olarak anti-Osmanlı veya özgül koşullarda anti-Kemalist devletlerin durumunu gözler önüne sermektedir.

Kaldı ki 1914-’23 sürecinin tüm olgularının kanıtladığı gibi İngiltere’nin “Kürt ilgisi” emperyalist çıkarlarına zarar vermediği ölçüde olmuştur. Örneğin İran kendi denetiminde olduğu müddetçe İngiltere Doğu Kürdistan’ın Kuzey veya Güney Kürdistan’la birliğine kesin biçimde karşı çıkmıştır. Güney Kürdistan’da Musul’u ayrı ve kendi özel tekelinde tutmaya çalışmış, kapsadığı alan ne olursa olsun bağımsız devlet amaçlı Kürt mücadelelerini (Şeyh Mahmud isyanları vb.) kanla boğmuştur. Kürtler’in Sevr’i uluslararası meşru dayanak yapma arzusu ve İngiltere’nin anti-Osmanlı tutumundan yararlanma düşüncesiyle geliştirdikleri ilişkiler işbirlikçilik çerçevesinde değildir. Kuşkusuz işbirlikçiler vardır ve bunlar özgürlük talep eden kendi halk kuvvetlerine karşı İngiliz veya Türk burjuva temsilcileriyle birlik kurup, isyanlarda cellatlık yapanlardır.

Türk ulusal özgürlüğü mücadelesini yürüten Kemalistler Kuzey ve Güney Kürdistan’ı politik denetimi altında tutabilmek için demagoji, hile, yalan vaad ve şiddet gibi araçları sürekli kullanmışlardır.

Örneğin onlar bu amaca bağlanmış olarak 1921’den 1922 başına değin Güney Kürdistan’da sistematik bir çaba yürütmüşler, anti-İngiliz öfkenin ve mücadelenin büyümesi için başta Revanduz olmak üzere çeşitli yerlerde silah ve para desteğinde bulunmuşlardır. 1922’de Şeyh Mahmud Berzenci’yle ilişki sağlama yolunu tutmuşlar ve destek sunmuşlardır. Benzer çabalar Doğu Kürdistan’da da gözlenmektedir.

Keza 26 Şubat-14 Mart 1921’de yapılan Londra görüşmelerinde millet meclisi adına bulunan delegasyon başkanı Bekir Sami, Türk burjuvazisinin Kürdistan’ı elde tutma tutkusunun derinliğini ortaya koyarcasına sınır tanımaz bir yalan seferine çıkıyordu. Bekir Sami’ye göre Meclis salt Türkler’i değil fakat Kürt bölgelerinden vekilleri kapsadığı ölçüde Kürtleri de temsil etmekteydi. Bu palavralara göre her sancak Türkleri ve Kürtleri temsilen beş delege seçecektir. TBMM’nin belirlediği yerlere yerel özerklik verilmişti. Fakat herşeyden önemlisi Kürtler “her zaman Türkiye ile ayrılmaz bir bütün oluşturduklarını ilan etmişlerdir; her iki ırk ortak duygu, ortak kültür ve ortak dinle birleşmişti.” Tüm bunların adi birer yalan olduğu herkes için açık olsa gerek.

Türk ulusal özgürlük mücadelesi, Kürtlerin kahraman savaşımlarının büyük katkısıyla 1922 yazında zafere kavuştu. İşgalciler Anadolu coğrafyasından kovuldular. 20 Kasım 1922’de ise Lozan görüşmeleri başladı. İnönü’nün Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olduğunu iddia ettiği, M. Kemal’in 24 Ocak 1923’de “Kürtlere muhtariyet verilecektir” dediği, meclise milli kıyafetlerle gelmeleri istenen Kürt milletvekillerine “biz Türkler’den ayrılmak istemiyoruz” telgraflarının çektirildiği bir sürecin ardından 23 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Anlaşması Kürdistan’ı bugünkü İran, Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde dört parçaya ayırdı. Lozan Kürdistan açısından, Mart 1919’da Paris’te İngiltere, Fransa ve Amerika arasında varılan anlaşmanın tekrarından ibaretti. Yegane fark Ermeni devleti projesinin öldürülmesi ve Kuzey Kürdistan’ın paylaşımında Amerika’nın yerini 1919-’23 savaşının galibi olan Türkiye’nin almasıydı.**

Lozan anlaşmasının 38. maddesinde, “Türk hükümeti bütün Türkiyelilerin (Türkiye sakinlerinin) doğum, millet, ırk ve din farkı gözetmeksizin hayatlarını ve hürriyetlerini korumayı taahhüt eder” ve 39. maddesinde “Her Türk vatandaşının, gerek hususi ve ticari münasebetlerde, gerekse din, basın veya her çeşit yayınlarda ve gerek umumi toplantılarda, herhangi bir dili hür olarak kullanmasını kısıtlayacak hiç bir kanun çıkarılmayacaktır.” deniliyorsa da Kürtler bu kırıntılardan dahi yararlanamamışlar, daha 1924’de Kürtçe yasaklanmıştır.

Kuzey Kürdistan’ın Sömürgeleştirilme Süreci ve Yarı Sömürgenin Sömürgesi Sorunu

Cumhuriyetin ilanı sonrası süreci incelediğimizde 1938’de tamamlanmış siyasi ilhakla ve 1950’ler sonrası hedefe ulaşan iktisadi ilhakla, her iki olgunun birlikte varolduğu koşullarda da sömürgecilik gerçeğiyle karşı karşıya geliyoruz. Bu nedenle de “Kuzey Kürdistan Türkiye’nin sömürgesidir” saptaması nesnel durumun en kısa tanımını sunuyor.

Ancak, bu belirlemeye, “doğru değil, çünkü yarı-sömürgenin sömürgesi olmaz” itirazı yükseltilebiliyor. “Ezilen bağımlı ulus” nitelemesinin kullanılması gerektiği savunuluyor. Kuşkusuz böylece, olgunun somut incelenişi yoluyla sonuca ulaşma Marksist yöntemi ele alınan sorunda terkedilmiş oluyor. Oysa bu tarz bir skolastizmle, genellemeler ya da önkararlarla sorunun çözülemeyeceği, bilimsel sonuçlara ulaşılamayacağı aşikardır. Kapitalist sömürgeciliğin siyasi ve iktisadi içeriği bilindiğine, Türk burjuva devletiyle Kuzey Kürdistan arasındaki ilişkiler de bir sır olmadığına göre olguyu analiz edip sonuçları ifadelendirmek tamamen mümkündür.

Yüzyılın başında dünyanın topraksal ve mali açıdan bölüşüldüğü, sömürge tekelinin emperyalizmin eline geçtiği, yeniden bölüşümün ancak emperyalist paylaşım savaşları yoluyla olanaklı olduğu kesinleşmiş gerçeklerdir. Bunlar güncel verilerle de tekrar tekrar doğrulanabilir. Keza II. paylaşım savaşı sonrası yeni sömürgeciliğin tipik hale geldiği, büyüyen ulusal özgürlük ve sosyal kurtuluş savaşları nedeniyle emperyalistlerin doğrudan yönetim yerine, sözde bir siyasi bağımsızlığı, ilgili ülkedeki sömürgeci çıkarlarını güvencelemek açısından daha yararlı buldukları tarihsel ve güncel verilerle gözler önüne serilebilir. Yine ekonomik ve askeri açıdan emperyalistlerle kıyaslanmayacak denli zayıf olan yarı-sömürgelerin “normal koşullarda” emperyalist sömürge tekelini kendi lehlerine bozamayacakları, emperyalistlere ait ganimetleri ele geçiremeyecekleri de anlaşılırdır. Fakat tüm bunlar kendi tarihsel gelişimi içinde Türkiye-Kuzey Kürdistan ilişkilerinin incelenmesine engel gösterilemeyeceği gibi, mevcut olguları açıklanamazlığa da mahkum etmiyor.

“Yarı-sömürgenin sömürgesi olmaz, dolayısıyla da Kuzey Kürdistan sömürge değildir” tezinin olgular yerine alıntılarla izah edilmeye çalışılmasını dikkate alarak, sorunu bir “alıntılar savaşı” haline getirmemek ve sorunun kendisini tartışabilmek için çağın tipik eğilimine “aykırı” bazı istisnalar* olabileceğine dair bir örnekle başlayalım.

Bilindiği üzere Avrupa’da l5. ve l6. yüzyıllarda yaşanan gelişmelerin birkaç merkezinden biri de Portekiz’di. Ateşli silahların bulunması ve denizcilik alanında atılan adımlar İspanya ile birlikte Portekiz’i de üstün kılmış, yeni keşifler yoluyla sömürgeler edinmesine, ticari tekel kurmasına olanak yaratmıştı. Bir dönem sonra yağmacılara Hollanda da dahil oldu ve etkinliğini giderek artırdı. l7. yüzyıl ortalarında ise inisiyatif İngiltere’deydi. Büyüyen pazar ve artan talep manifaktürü yetersiz hale getirmiş, buhar gücünün kullanımı ve makina sanayiinin ortaya çıkışı üretimi büyük bir değişikliğe uğratmış; bu alanlardaki gelişmelerin merkezi olan İngiltere üstünlüğü ele geçirmişti.

Portekiz bu sürecin daha sonraki aşamalarında l8. yüzyılın ilk çeyreğinde “İngiliz himayesi”ne, bir başka ifadeyle pençesine düştü. 20. yüzyıla İngiltere’nin yarı-sömürgesi olarak girdi. Ki artık sömürge tekeli emperyalistlerin eline geçmiş, dünya ekonomik ve siyasi olarak paylaşılmıştır. Fakat Portekiz, bu koşullarda hala bazı sömürgelere sahiptir. Bir yarı-sömürgenin sömürgeleri vardır. Bu “aykırı” gerçek nasıl açıklanabilir? Portekiz “türünün” sonuncu veya yegane örneği midir?

Sözü olguyu eksiksiz biçimde analiz etmiş olan Lenin’e bırakalım:

“Portekiz, siyasal bağımsızlığının yanında, mali ve diplomatik bağımlılığın biraz farklı bir örneğini vermektedir. Bağımsız ve egemen bir devlettir Portekiz, ama aslında, ikiyüz yıldır, İspanya Veraset Savaşı’ndan (1701-1714) bu yana İngiliz himayesi altındadır. İngiltere hasımları olan Fransa ve İspanya’ya karşı savaşımında, kendi durumunu kuvvetlendirmek için Portekiz’i ve sahip olduğu sömürgeleri savunmuştur. Buna karşılık, ticari üstünlükler, Portekiz’e ve Portekiz sömürgelerine meta ve özellikle sermaye ihracı konusunda ayrıcalıklar, Portekiz limanlarından ve adalarından, telgraf şebekesinden yararlanma hakları vb. elde etmiştir. Böylesi ilişkilere büyük devletlerle küçük devletler arasında her zaman rastlanmıştır. Ama kapitalist emperyalizm döneminde bunların genel bir sistem haline geldiği, “dünyanın paylaşılmasını” örgütleyen ilişkiler bütününün tamamlayıcı bir parçası olduğu görülüyor. Dünya mali-sermaye işlemleri zincirinin halkalarını meydana getiriyor.”(abç)

Lenin’in mali sermaye ve büyük güçlerin dış politikasını “dünyanın ekonomik ve siyasi yönden paylaşılması” olarak özetlemesine karşın Portekiz’in (sömürgeci üstünlüğün elinde bulunduğu dönemin mirası olan) sömürgelerini elinde tutabilmesi anlaşılır bir şeydir. Çünkü genel olarak “söz konusu küçük devletlerin çoğu, kendi sömürgelerini, ganimeti paylaşmak için bir araya gelip anlaşamayan büyük kuvvetlerin çıkar çatışmaları ve sürtüşmelerinden ötürü elde tutabilmektedir” (Lenin) (abç)

Bütün bunlardan hangi sonuçlar çıkmaktadır?

1- Sömürge tekelinin emperyalistlerde olmasına karşın kendi tarihi koşullarıyla açıklanabilir istisna* bir olgu olarak yarı-sömürgenin sömürgesi olabilir.

2- Buna imkan tanıyan nedenler emperyalistler arası çelişki ve mücadelelerde aranmalıdır.

3- Yarı-sömürge ile sömürgesi arasındaki ilişki ayrı, kendi başına ele alınamaz, “kapitalist emperyalizm döneminde bunların genel bir sistem haline geldiği “dünyanın paylaşılmasını” örgütleyen ilişkiler bütününün tamamlayıcı bir parçası olduğu” unutulmamalıdır.

Konuyla ilgili 1924 yazında yapılan değerlendirmelere dikkat çekebilmek için bir kaç alıntı yapılması konusunda okuyucunun hoşgörüsüne sığınacağız. Orta Avrupa ve Balkanlar’daki ulusal sorunu görüşen Komünist Enternasyonal 5. Kongresi’nin aldığı kararların giriş bölümünde şöyle deniyor:

“Muzaffer Antant’ın gücüyle dikte ettirilen Versailles, Saint-Germain vs. barış anlaşmaları proleter devrime karşı mücadele için başka kökenli halkların yaşadığı önemli bölgelerin ilhakı üzerine kurulu ve ulusal baskının ve sosyal gericiliğin ocaklarını oluşturan yeni emperyalist küçük devletler Polonya, Çekoslavakya, Yugoslavya, Romanya, Yunanistan- yarattı.”(abç)

“(...) yeni ortaya çıkan emperyalist devletlerde ifadesini —ezilen halkların Polonya, Romanya, Çekoslavakya, Yugoslavya, Yunanistan’ın devlet birliklerinden devlet olarak ayrılması— şiarında bulmalıdır.”

“Kongre, küçük emperyalist devletlerin hakim sınıfları tarafından yürütülen ulusal karşıtlıkların son derece keskinleşmesine yol açan sömürgeleştirme politikasının karşı-devrimci anlamına işaret eder. Kongre, Polonya, Romanya, Yugoslavya, Çekoslavakya ve Yunanistan komünist partilerini bu sömürgeleştirme politikasına karşı enerjik bir mücadele yürütmekle yükümlü kılar.”

Anılan ülkelerin, sözcüğün çağa özgü olarak ifade ettiği anlamda (tekelci kapitalist devletler) birer emperyalist olmadıkları bir sır olmasa gerek. Ancak I. emperyalist dünya savaşı sonrası bunların her biri aynı zamanda “başka kökenli halkların yaşadığı önemli bölgelerin ilhakı üzerine kurulu” devletler durumuna gelmişlerdi. Ve bir “sömürgeleştirme politikası” gütmekteydiler. Sınırlar tümüyle özel bir sürecin ürünü olarak çizilmişlerdi, fakat bir kez çizildikten sonra söz konusu küçük devletler, ilhak ettikleri topraklarda efendi pozisyonu kazanmışlardı ve iktisadi planda bunun meyvalarını toplamaya yönelmişlerdi. Bu durumu skolastik yöntemin ifadesi olan genel bir teorik söylemle açıklamak olası mı? Eğer Versailles ve Saint-German anlaşmalarını hesaba katmazsanız, emperyalist dünya burjuvazisinin Ekim Devrimi ülkesine ve genel olarak proleter devrime karşı mücadele için bahsedilen devletleri mevzilendirme planını bilmezsiniz ve bu özgün koşullarda çok uluslu hale gelen küçük devletlerin bu fırsattan yararlanma yönelimini kavrayamazsınız bu, “bilmeceyi” çözemezsiniz! “Sömürge tekelinin emperyalistlere ait olduğu” vb. şeklinde başlayan cümlelerle meselenin çevresinde dolaşır fakat kendisini somut bir analize tabi tutamazsınız. Eğer belirtilen ülkelerden birinde yaşıyorsanız teoriyi skolastik kavrayışınızın kurbanı olur ve gerek politik saptamalarınız gerekse de stratejik planlarınız bakımından ayaklarınızdan birini yere basamaz hale gelirsiniz.

Kuzey Kürdistan sorununa dönelim:

Kuzey Kürdistan’ın Türk burjuva devletinin bir sömürgesi haline gelmesi kendi tarihi koşulları içinde oluştu. Sömürgeci tekelin emperyalizme ait olduğu 20. yüzyılda böyle bir şey mümkün olabildi. Çünkü;

a) 1919-’23 döneminde yürütülen Türk ulusal özgürlük mücadelesi sonucu, dünya savaşı galibi emperyalistler yenilgiye uğratıldılar. Bu, Türk ülkesinin yanısıra tüm Kürdistan’ı da aralarında paylaşan emperyalistlerin planlarını bozdu. Sevr anlaşması geçersiz hale geldi. Türk burjuvazisi politik yörüngesine aldığı Kürtler’in açık desteğiyle Lozan’da Kuzey Kürdistan’ı kendi devlet sınırları içinde tutacak bir antlaşma imzaladı. Bu, daha önce emperyalistlerin paylaştığı ve dört parçaya böldüğü Kürdistan’ın bir parçasını onlara rağmen ele geçirmek demektir. Dolayısıyla Sevr anlaşmasının Kuzey Kürdistan için öngördüğü “derhal özerklik ve bir yıl içinde isteğe bağlı olarak bağımsız devlet” kararının savaşla iptali anlamına geliyordu. Tüm bunlar sömürge tekelinin emperyalistlerde olduğu, dünya pazarlarının emperyalistlerce bölüşüldüğü çağda oldu. Üstelik de yeniden paylaşım kavgasının ortasında...

b) Türk burjuvazisine bu olanağı sağlayan şey emperyalistler arası çelişkiler ve Sovyetler Birliği’nin varlığıydı. Gözlerini dünyanın ilk sosyalist devletini yıkmaya çevirmiş Anadolu’daki işgalci güçlere karşı mücadelede, Sovyetler Birliği’nin maddi ( silah, cephane, para) ve politik desteğini alan; Sevr’den çok da memnun olmayan ve Antep’te Urfa’da Adana’da yenilgiye uğratılmış işgalci Fransa ile (Güney Kürdistan’a olan açlığını doyurarak) daha 1922’de anlaşma imzalayan (bir başka ifadeyle I. emperyalist paylaşım savaşı galipler arasındaki çıkar çatışmalarından ustaca yararlanan)*; Lozan’da Musul (ve çevresi) talebinden “vazgeçerek” İngiltere’nin “gönlünü alan” M. Kemal hükümeti Kuzey Kürdistan’ı, yürüttüğü silahlı direniş ve savaş zemininde emperyalistlere rağmen politik egemenlik sahasına aldı.

c) Kuzey Kürdistan Kürtlerinin ulusal özgürlük doğrultusunda birleştirici, etkili bir örgütlenme ve mücadele geliştirememeleri; Kürt halk kitleleri içinde ulusal bilincin alabildiğince zayıf oluşu, aşiret ve mezhep bölünmüşlüğünün toplumsal yaşam ve ilişkilere damgasını vurması; Kürdistan’da 1919-’23 sürecinde başlatılan Kürt isyanlarının lokal kalması ve feodal parçalanmışlığın ürünü ihanet ortamında bastırılmaları; Kuzey Kürdistan halkının, Türk burjuvazisinin yükselttiği anti-işgalci sloganların yanısıra, anti-Ermeni ve anti-Hıristiyan çağrılardan derinden etkilenmesi, Sevr’in arkasında kendi özerkliğinden çok Van, Bitlis, Erzurum gibi Kürt illerini kapsayan bir Ermeni devletini ve Güney Kürdistan halkına bombalar yağdıran İngiltere’yi görmesi, kemalistlerin “Türk-Kürt meclisi” “Kürt-Türk Cumhuriyeti” yalanlarına kanması, Erzurum Kongresi’nden Büyük Millet Meclisi’ne değin oluşturulan temsili kurumlara katılması, Kürdistan’ı temsilen mecliste bulunan 72 milletvekilinin Lozan görüşmelerine Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediklerine dair telgraflar çekmeleri örneklerinde görüldüğü üzere gönüllü yönelimleri vb. etkenler Türk burjuvazisinin Kuzey Kürdistan’ı kendi devlet sınırları içinde tutmasını olanaklı kılan önemli dayanakları oluşturmuştur.

d) Türk burjuva devleti temsilcileri Kürdistan’ın farkındaydı. Aralov’a, amaçlarının “Türkler’in yerleştiği topraklar çerçevesinde ulusal Türkiye’yi” yaratmak olduğunu söyleyen M. Kemal Kürt sorunu ve Kürdistan hakkında şöyle diyordu: “Kürt sorunu karışık, zor bir sorundur. Anlayınız: Kürdistan, petrol, bakır, kömür, demir ve diğer yeraltı zenginliklerine sahiptir. Kürdistan’a pek çok ülke, herşeyden önce baş düşmanımız İngiltere göz dikmiştir. Burayı İran, Kafkasya, Mezopotamya’ya giden ticaret yolları, strateji de etkilemektedir. İngiltere iki devlete –Türkiye ve İran– ait olan Kürtler’den yararlanıyor, onlarla oynuyor. İngiltere kendi hakimiyeti altında bir Kürt devleti kurmak ve bununla bizim, İran ve Batı Kafkasya üzerinde yönetime sahip olmak istiyor. İngilizler eskiden beri rüşvetle Kürt önderlerini kendi taraflarına çekmektedir. Şimdi Kürt önderleri ayrılmıştır: Bazıları İran’a, diğerleri İngiltere’ye, üçüncüler bize yöneliktir. (abç)”

Kuşku yok ki Kemal’in altını çizdiğimiz her üç saptaması da doğru ve yerindedir. Fakat M. Kemal’in antiemperyalist mücadelenin gölgesine gizleyerek dikkatlerden kaçırdığı çok önemli bir gerçek var ki, o da bahsettiği ilk iki nedenle “Kürdistan’a göz dikenler”den birinin de Türk burjuva devleti olduğudur. Kürdistan’a göz dikildiği içindir ki, Lozan görüşmelerinde Musul, Kerkük ve Süleymaniye pazarlığına kalkışılmış, bu topraklarda nüfusun ulusal bileşimi, Kürtler’in politik istem ve tercihleri, tarihsel gerçekler, askeri duruma dair kanıtlar vb. konusunda İngiltere’ye karşı tezler ve istatistikler ileri sürülmüştür. Tüm amaç Musul’un ve bir bütün olarak Güney Kürdistan’ın Kuzey’e, dolayısıyla Türk devletine bağlanmasıdır.

Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü bunu şöyle dile getiriyordu: “Musul vilayeti halkının çoğunluğu Türk ve Kürt’tür. Bu vilayet, ülkemizin bir çok öteki parçaları gibi, savaşın durmasından sonra yapılmış sözleşmelere aykırı olarak bizden alınmıştır.”

Kürdistan’ın iktisadi ve askeri-stratejik öneminin bilincinde olan Türk burjuvazisi sömürgeci amaçlar için işe politik ilhak yolundan yürüyerek başlamıştır. Bunun uzun vadede tutunabilmesi için asimilasyonun zorunlu olduğu düşünüldüğü için Kürdistan ve Kürt sözcüklerinin yasaklanacağı, Türk burjuva sınırları içindeki herkesin Türk ilan edileceği yeni bir dönem açılmıştır. Politik ilhak niyet ve eylemleri billurlaştıkça Kürtler’in isyanları patlak vermiş, Türk devleti bunları en vahşi yöntemlerle bastırarak, katliam ve soykırım yaparak amacına ulaşmıştır. Türk egemenliğine karşı tümüyle ulusal talepler ve özgürlük istemiyle gerçekleştirilen Koçgiri (1921), Şeyh Sait (1925), Ağrı (1929), Dersim (1938) isyanlarının bastırılması süreci Türk burjuvazisinin Kürdistan’da politik ilhakını tamamlama sürecidir. Bu ilhakı, sömürge tekelinin emperyalistlerin elinde bulunduğu çağda böylesine tecrit tarzda ve kuvvet yoluyla sağlamıştır.

e) Türk burjuvazisi, Kuzey Kürdistan’ın iktisadi imkanlarından yararlanma girişimlerine 1930’larda başlamış fakat mali zayıflığı ve teknolojik yetersizlikler nedeniyle heveslerini ancak 1950’ler sonrası gerçekleştirebilmiştir. Türk burjuva devletinin sağladığı sermaye birikimi ve asıl olarak da emperyalistlerin mali ve teknik desteği iktisadi ilhakın yolunu açmıştır. Amerikan emperyalizmi şahsında emperyalistlerin Kuzey Kürdistan’ın Türkiye’nin sömürgesi haline getirilmesine göz yuman tutumlarının en başta gelen sebebini Sovyetler Birliği ile olan çatışmalarında aramak gerekir. Gerek iktisadi, gerekse de askeri-stratejik çıkarları gereği emperyalistler Türk burjuvazisinin “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü” tezini ve Kuzey Kürdistan’daki ırkçı Türk hakimiyet ve sömürgeciliğini tümüyle desteklemişlerdir.

Bu süreçler ve ilişkiler bütününün bir sonucudur ki Türk devleti sömürge tekelinin emperyalistlerin elinde olduğu çağda Kuzey Kürdistan’ı devlet sınırları içinde tutmuş, süreç içinde önce politik sonra da iktisadi ilhakı gerçekleştirmiştir.

f) Kürt ulusal varlığını kabul edenlerin Kürdistan’ın politik ilhakının Türk devleti tarafından gerçekleştirildiğine herhangi bir itirazda bulunma şansları yoktur. Keza Kürdistan’ın iktisadi ilhak altında bulunduğu, egemen Kürt burjuvazisinden veya sözü edilebilir Kürt sermayesinden bahsedilemeyeceği de ortadadır. Bu ilhak, tarım, madencilik ve enerji alanında Kürdistan zenginliklerinin yağması, Kürdistan’a egemen feodal üretim tarzının yıkılışı, yerel zanaatçılığın sömürgeci ülke malları karşısında rekabet etmeyip çöküşü, Kürdistan’ın sömürge ülke pazarına bağlanması yoluyla gerçekleşmiştir. Tüm bu iktisadi faaliyet ve gelişmelerin siyasal ilhak altında tutulan Kürdistan’da sermaye birikimi yaratmadığı, Kürt burjuva sınıfını güçlendirmediği, zenginliklerin “başka bir ülkeye” aktarıldığı aşikar olduğuna göre, Kürdistan’ın sömürge olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Peki tarım, madencilik ve enerji alanında yatırılan sermayenin sahibi kimdir? Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’nin geliri kimin kasasına akıyor? Elektrik santralleri kimin için çalışıyor? Petrol gelirleri kimin hizmetindedir? Bakır, demir, kömür, ferrokrom, asfaltit tesisleri kime hammadde ve sermaye üretiyor? Kürdistan’da doğal ekonomiyi yıkıma uğratan ve yerel zanaatçılığı iflasa sürükleyen sınai malları Kürdistan pazarına egemen olan ülke hangisidir? Şeker fabrikaları, içki, sigara, Etbalık kurumu vb. işletmeler, yem, süt işleme ve yağ, tekstil fabrikaları kim tarafından kuruldu, kimin servetine servet ekliyor? Tüm bu soruların yanıtı “ faşist sömürgeci Türk devleti “dir. Sağlanan birikim Türk sermayesi haline gelmekte, Türk ekonomisi uğruna kullanılmaktadır. Bir yarı-sömürge olarak emperyalizme ödenen borç faizleri ve sermaye aktarımı bu zemin üzerinde gerçekleşmektedir. Kısacası Kuzey Kürdistan’ı politik alanda olduğu gibi iktisadi sahada da ilhak eden Türk burjuva devletidir. O halde bu nesnel gerçeğin, “yarı-sömürgenin sömürgesi olmaz” tezi nedeniyle yok sayılması, inkar edilmesi, kaba materyalizme saplanmaktan, diyalektik materyalizmi terketmekten başka bir anlama gelmez. Bunu sorunu daha yakından inceleyerek kolayca görebiliriz.

Siyasi İlhak Süreci ve Kürt Ulusal İsyanları

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla birlikte Kuzey Kürdistan’ı devlet sınırları içinde tutan, emperyalist dünya önünde Kürt sorununu “devletin bir iç sorunu” çizgisine çeken Türk burjuva devletinin 1924’te Kürt dilini yasaklayarak giriştiği saldırılara ve kendi otoritesini egemen kılma veya siyasi ilhakı tamamlama yönelimine 14 yıl içinde 20’ye yakın direniş ve ayaklanmayla cevap verildi. Başkaldırılar Koçgiri’nin izlerine basarak gelişmişlerdi. Önderlerinin feodal kimliği, kimilerinin kuracakları devlete dinsel bir rejim öngörmeleri ne denli gerçekse, amaçlarının bir Kürt ulusal devleti kurmak olduğu ve hareketlerinin ulusal devrimci bir karakter taşıdığı da o denli gerçektir. Ki, bu yola, “illa da Kürt devleti” çizgisinde girmemişlerdir. Tersine Koçgiri başkaldırısı örneğinde olduğu gibi Türk burjuvazisinin eşit devlet kuruculuğu ya da özerklik vaadlerinin sahte oluşunun belirginleşmesi, Kürtlere boyunduruk vurma planlarının açığa çıkması üzerine yönelmişlerdir. Keza direnişler de Türk devlet otoritesini yerleştirme saldırıları üzerine patlak vermiş ve birer yerel isyana dönüşmüştür. Bu sürecin öne çıkan bazı örnekleri ele alınarak soruna daha yakından bakılabilir.

Kürt ulusal özgürlük direnişinin en önemli atılımlarından biri Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Sait ayaklanmasıdır. Ön hazırlık, etkilediği coğrafya ve seferber ettiği insan gücü bakımından Kürt ulusal tarihinde özel bir yer tutan bu başkaldırı, yazık ki kendiliğinden başlamış ve yenilgiyle sonuçlanmıştır.

Belgeler Şeyh Sait ayaklanmasını hazırlayan politik liderlerin bir bölümünün (Albay Halit, Mebus Yusuf Ziya ve Doktor Fuat gibi) 1922’de kurulmuş bulunan Kürdistan İstiklal Cemiyeti’nin (AZADİ) mensupları-yöneticileri olduğunu göstermektedir. “Bağımsız Kürdistan” sloganı etrafında faaliyet gösteren AZADİ teşkilatı Şeyh Sait başkaldırısının örgütlenmesinde önemli bir rol oynamış ve yukarıda anılan üç liderini darağaçlarında şehit vermiştir.

İşgalci Ankara hükümeti mayalanan isyanı erken farketmiş ve derhal karşı hamlelere girişmiştir. Bunun en önemli sonucu Ekim 1924’te Yusuf Ziya’nın, Aralık 1924’te ise Albay Halit’in tutuklanmasıdır. Ayaklanmanın liderliğine ağır bir darbe indirdiğini düşünen M. Kemal Kuvvetleri, 8 Şubat 1925’de Şeyh Sait’e yönelirler. Piran köyünü (Diyarbakır) kuşatarak Şeyh’in mahiyetindeki belirli insanların kendilerine teslim edilmesini isterler. Bu, doğal olarak reddedilir ve patlayan silahlarla ayaklanmanın fitili kendiliğinden ateşlenmiş olur. Oysa isyanın başlangıç tarihi 26 Mart olarak saptanmıştır. İrade dışı ortaya çıkan bu gelişmeye derhal müdahale eden Kürt başkaldırı kurmayı, dört ayrı bölgede karargah kurar ve savaşı bu tarzda yönetmeye çalışır.

Şeyh Sait yirmibin kişilik bir kuvvetle “Hani, Lice, Genç, Diyarbekir, Mardin, Viranşehir, Maden, Ergani, Siverek, Silvan, Bingöl ve Hazro”da savaşır. Şeyh Şerif ve Yado komutasındaki onbin kişilik bir kuvvet “Elazığ ve Palu” bölgelerinde saf tutar. Şeyh Mustafa ve Şeyh İbrahim komutasındaki ikibin savaşçı “Çan, Siyaker, Simson, Kiği, Sancak ve Hösnek”te ayaklanır. Şeyh Abdullah, Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza ve Hasananlı Albay Halit’in yönettiği onbin kişilik kuvvet ise “Ağrı, Bitlis, Muş ve Erzurum’da” saf tutar.

Kazandıkları kimi muharebelere, bir çok yerleşim biriminde sağladıkları geçici egemenliklere karşın Kürt özgürlük kuvvetleri örgütlülük, insan gücü ve teçhizat açısından kendileriyle kıyaslanmayacak bir üstünlüğe sahip olan işgalciler karşısında yenilgiye uğradılar. Bu arada, kendilerinden 8 kat daha büyük bir güce, hava desteği ve ağır silahlar gibi çok önemli üstünlüklere sahip olan işgalciler karşısında cephe savaşı yöntemleriyle hareket etmenin Kürt özgürlük savaşçılarına ayrı ve ciddi bir dezavantaj yarattığını da belirtmek gerekir. 25 Mart’ta başlatılması planlanan fakat 8 Şubat’ta patlak veren bu ayaklanmanın yenilgisinde aşiretsel ve mezhepsel bölünme de bilinen uğursuz rolünü oynadı. Kürt başkaldırı kurmayının aksi yöndeki çabalarına karşın bu durumdan kaçınabilmek olanaklı olmadı.

Darağaçları, kurşun, en vahşi görünümleriyle zülüm, yakılan köyler, ateşe verilen tarlalar tam bir soykırımla katledilen çocuk ve yaşlılar!... Yenilgiye uğrayan ayaklanma sonrası Kürdistan’da manzara buydu.

Ancak burada geleceği temsil eden bir başka gerçekten daha söz etmek gerekir, o da, darağacında katledilen ayaklanma önder ve savaşçılarının Kürt ulusal özgürlük ve bağımsızlığına inançları ve Kürt ulusunun bunları kazanacağına olan güvenleridir. Bunlardan biri olan Dr. Fuat darağacında şöyle haykırıyordu: “Yaşamımı bir gün vatan yoluna adamaya aht etmiştim. Bağımsızlık bayrağının, üzerinde idam edilmekte bulunduğumuz bu vatan toprakları üzerinde dalgalanacağına hiç kuşkum yoktur.” Pek çok isyancının son sözü “Biji Kürdistan” oldu.

İşgalci Kemalist burjuvazinin yalanlarının aksine, hareketin muhtevasında, önderlerinin darağaçlarında haykırdığı düşünce ve sloganlarda açıkça ortaya çıktığı üzere 1925 başkaldırısı ulusal-ilerici bir kimliğe sahiptir. Ayaklanmanın İngiliz emperyalizminin eseri olduğuna ve bölgede onu güçlendireceğine dair en küçük bir kanıt dahi yoktur. Bu başkaldırıda emperyalistlerin işe karıştığından söz etmek doğrudur. Fakat o el Fransızlara aittir ve Kürtlere değil Kemalistlere yardım etmiştir. Kuzey Suriye’den geçen demiryolunun Türk işgalcileri tarafından kullanımına izin vererek Fransız emperyalistleri soykırımcı ordunun direnişçileri kuşatmasına önemli bir imkan yaratmıştır.

Şeyh Sait direnişinin muhtevası, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Başkanı tarafından berrakça ortaya konmuştu. Bu soykırım memuru, idam cezası verdiği 53 Kürde yönelik sözlerini şöyle noktalıyordu: “Aranızdan bazıları hükümetin idari yolsuzluklarını isyan bahanesi yaptılar, diğerleri hilafetin müdeafasını sebep olarak getirdiler, fakat hepiniz bir noktada birleştiniz: Bağımsız bir Kürdistan yaratmak. (...) pahasını darağacında ödeyeceksiniz.”

Kemalist burjuvazi 13 Şubat-31 Mayıs 1925 tarihleri arasında dizginsiz bir zülüm ve soykırım yoluyla Şeyh Sait direnişini ezerek siyasi ilhakı gerçekleştirme faaliyetinde önemli bir mesafe almıştır.

Şeyh Sait başkaldırısının yenilgiye uğramasından on gün sonra Nehri ayaklanması meydana geldi. Adını Şemdinli’nin bir köyünden alan bu ayaklanma Seyit Abdullah önderliğinde gerçekleşti. Şemd bölüğünü, Gerdi Şapatan bölüğünü ve Nehri’deki tabur merkezini basan isyancılar Ankara kuvvetlerini esir aldılar. Fakat bir süre sonra, Koçgiri’de de görüldüğü gibi esirlerin tümü “askerlik yapmayacaklarına dair yemin ettirilerek” salıverildiler. Türk burjuva devleti bu ayaklanmayı 1 Ağustos 1925’te bastırdı.

Devlet 26 Mayıs 1925’te bir genelge yayınlayarak “ayaklanma ile sözle veya eylemli olarak ilgilenmiş, fakat ilgisini ve izini gizlemiş veyahut Kürtlük ve irtica ile öteden beri sanık olan kişilerin ve zümrelerin ellerindeki silahların toplanması, kaçanların diri yada ölü yakalanmaları ve tenkil edilmeleri” buyruğunu verdi. Bunun üzerine bir plan yapan genelkurmay, Beçri, Garzan, Silvan, Kulp, Sason ve peşisıra Dersim’de, Hozat’ta, Ovacık’ta son olarak Doğu Dersim’de ve Siirt çevresinde yoğunlaşacak olan saldırılar planladı. Buna göre “harekat”, “karşı koyma ve direnme halinde yok etme derecesine” varabilecekti.

Kürt halkı, silahsızlandırma, sürgün, tutuklama ve vergiye bağlanma saldırılarına silahlı direnişle ve ayaklanmalarla karşılık vermeyi sürdürdü. Ancak feodal parçalanmışlığın yol açtığı sınırlılık çerçevesinde kalmasından ötürü bu direniş ve başkaldırılar geçici başarılar ardından yenilgiyle sonuçlandılar.

1925 sonu-1926 başında meydana gelen Hazo ayaklanması bunlardan biriydi. Köyleri yakıp yıkan ordu, ciddi kayıplar verdi, çok sayıda silah Kürt savaşçıların eline geçti. Türk burjuva devleti bu Kürt direnişini 25 Ocak 1926’da bastırdı.

1926’daki diğer ayaklanma Haço isimli yerel Kürt liderin önderliğinde gerçekleşti. 11 Mart’ta Nusaybin çevresindeki birliklere saldıran Kürt isyancılar, Midyat ve Nusaybin yöresindeki Kürtlerin yanısıra Süryanilerin de destek ve katılımıyla güçlendiler. Viranşehir aşiretlerinin ayaklanmayı sahiplendiği ve Güney Kürdistan’ın sınıra yakın bölgelerindeki kimi aşiretlerce de destekleneceği söylentileri büyük bir moral üstünlük sağladı. İşgalci güçler ancak uçakların desteğinde gerçekleştirdikleri katliamlarla durumu lehlerine çevirebildiler.

Arvo ve Pervari ayaklanmaları (Nisan), Van, Hakkari, Beytüşşebap ve Çölemerik’de lokal ayaklanmalar (Nisan) 1926 yılının diğer Kürt direnişleriydi.

Ayaklananlar genellikle askeri birliklere saldırıyor, telgraf tellerini keserek haberleşmeyi, köprüleri yıkarak ulaşımı engelliyor, kısacası işgalcilerin inisiyatifini yok etmeye yöneliyorlardı.

Bu süreçte Sason’da da bir ayaklanma patlak verdi. Türk burjuva devletinin “Askere gitmeyen, vergi vermeyen, kendilerine göre yaşayan” insanlar olarak tanınan Sasonluları denetim altına alma saldırısı silahlı direnişlerle karşılaştı ve ayaklanmaya dönüştü.

Ağrı’da ise 1926 Mayıs’ında bir direniş örgütlendi. Temel nedeni sürgün ve zülümdü. Ağrı Dağı’na çıkarak saldırıya geçen işgalciler Doğu Kürdistan’lı aşiretlerin de destek verdiği bir direnişle karşılaştılar. 28. Alay bozguna uğradı. İki topun da aralarında bulunduğu çok sayıda silah ve eşya Kürt savaşçıların eline geçti. Devlet ancak 16 Haziran’da büyük kuvvetlerle giriştiği saldırı sonucu denetimi sağlayabildi.

Türk burjuva devleti, işgal ve siyasi ilhak saldırılarının bir parçası olarak 1926 Eylül’ünde Koçuşağı aşiretini yoketme kararı aldı. İmha seferinin başında ünlü 33’ler katliamının sorumlusu Mustafa Muğlalı vardı. Henüz albay rütbesinde olan bu Kürt soykırımı suçlusu 33’leri katlettiğinde orgeneral rütbesine yükselmişti. Silahsızlandırma, askere alma, vergiye bağlama seferlerinden olan Eylül saldırısı, işgal edilen köylerin yakılmasıyla sürdü. 16 Ekim’de ise havadan ve karadan bombalanma başladı. Köyler yakılıyor, hayvanlar öldürülüyor, yiyecekler kullanılmaz hale getiriliyordu. Kürt direnişçiler bu vahşi soykırıma rağmen Kasım sonuna değin çarpışmaları sürdürdüler. Çekilmeye başladıklarında uçaklar geride kalan yüzlerce hayvanı bombalayarak yok etti. Ele geçirilen tüm Kürtler katledildiler. Mağaraların içleri otomatik tüfeklerle tarandı, bombalandı.

Askeri işgali güçlendirme ve politik ilhakı güvenceleme saldırısı tam bir soykırıma dönüşerek sürse de Kürtleri teslim almak hiç de kolay değildi. Ayaklanmalar 1927 yılında da sürdü.

Mayıs 1927’de Mutki ayaklanması meydana geldi. Başkaldırı 35 köyde yaşayan Kürtlerin sürgün edilmeleri kararı üzerine başlatıldı. Sayıları 6 bini aşan aşiret mensupları silahsızlandırmayı ve sürgünü reddederek isyana giriştiler. İşgalciler buna yok etme saldırısıyla karşılık verdiler. Kuşkusuz çok daha büyük kuvvetlere sahiptiler. Katliam, köylerin yakılması, hayvanlara ve eşyalara el konulması, sağ kalan insanların sürgün edilmesi bu seferinde amentüsüydü. O yıllardaki Türk devlet belgelerine göre, “askere silah atanlar bu işi köyce yapmışlarsa bunların köyleri yakılır ve hayvanları müsadere edilir”di. Mutki ayaklanması böyle bir sürecin ardından 25 Ağustos 1927’de bastırıldı.

1926’daki tek tek kimi çarpışmalarda uğradıkları yenilgilerin intikam hırsını dindiremeyen ve bölgedeki hakimiyetlerinden emin olmayan işgalci güçlerin 1927’deki saldırısı üzerine Ağrı’da yeni bir direniş örüldü. İşgalcilerin 29. Alayı baskınla teslim alındı, alay komutan yardımcısı (yarbay) ve 1. bölük komutanı (yüzbaşı) dahil pek çok subay ve asker esir alındı. Katliamlar gerçekleştirmelerine ve iki komutanları ile beş erin kaçıp kurtulmalarına rağmen işgal kuvvetleri “kesin bir sonuç” alamadılar. Bunun üzerine “bir takip komutanlığı kurulması, bu komutanlığa ayaklanmalara yataklık eden ya da başka yollardan yardım da bulunan köylerin yakılıp yıkılması, bir istihbarat teşkilatının kurulması yetkisinin tanınması” gibi kararlar alındı.

1927 yılı direnişlerinden biri de Bilar’da yaşandı. Murat Suyu-Sorum Havzası-Silvan-Hazro ve Ekil’le çevrili olan Bilar bölgesi Şeyh Sait ayaklanmasına katılan ve tutsak düşmeyen Kürtlerin sığınma alanıydı. Türk devlet kuvvetleri burada bir imha gerçekleştirmek istedilerse de başarılı olamadılar. Bozguna uğradılar. Fakat amaçlarına ulaşmak yani direniş kaynaklarını kurutmak için 1927 yazında yeni bir saldırı kararı aldılar. Soykırım görevinin başında yine Mustafa Muğlalı vardı. 1924-’38 Kürt direniş ve isyanlarını işgalci gözüyle “inceleyen” emekli general Reşat Hallı şöyle yazıyor: “Kül haline gelen saman yığınları arasında mukadder akibetine uğrayan bir çok eşkiya avenesinin cesetleri teşhis edildiği gibi, takip müfrezeleri buraya yaklaştığı sırada elinden silahını atarak kendine masum hal ve tavır veren bir çok kimseler dahi hemen imha edildiler.” Ağzının suları akarak soykırımı anlatan emekli generalin yazdıkları katliamın, tahribin, zoralımın ve sürgünün gerçek boyutlarını kavramamız için bir fikir verse gerek. Resmi verilere göre son seferde 60 köy yakılmış, 450 Kürt öldürülmüş, tüm hayvanlara el konulmuştu. Fakat işgalciler bununla da yetinmediler, 1927 nüfus sayımını fırsat haline getirerek, sayım memurlarının yanına verdikleri işgal müfrezeleriyle resmi rakamlara göre 70 köylüyü katlettiler. Hüveyden bölgesindeki köylerin tümünü de yaktılar.

1928, soykırım, zindan ve sürgün cenderesinde öğütülen Kürtlerin belirgin bir direniş ve isyanına tanıklık etmedi. Adeta bir dinlenme, güç toplama yılıdır. Buna karşın iç kaynama sürmektedir. Örneğin gözlemlere göre Dersim’de huzursuzluk her zamankinden fazladır. İşgalciler ise yeni planlar yapmaktadırlar. Bir yandan ulaşım ağını kurarak askeri ve siyasi kontrollerini güçlendirmeye çalışmakta diğer yandan sayıları binleri bulan sürgünlerin bir kısmına geri dönme izni vererek kabaran öfkeyi yatıştırma hesapları yapmaktadırlar. Ancak yararlarına dair tüm inançlarına rağmen yine de aralarında çok sayıda etkili insanın da bulunduğu sürgünlerin bir kısmının dahi vatanlarına dönmesini göze alamamaktadırlar.

1929’da direnişler yeniden filiz sürdü. Bunlardan biri de Jilyan aşiret reisi Resul önderliğinde gerçekleşti. İşgalci kuvvetlerin “tenkil ve tedip” hedefi çerçevesinde yaklaşık 1.600 kişilik bir kuvvetle ve üç uçağın desteğinde giriştiği saldırı Jilyan aşiretinin silahlı direnişiyle karşılaştı. İşgalci bir anlatıma göre çarpışmalar sürecinde “asilerin ilişkisi bulunan köylerde silah aramaları yaparak bir hayli şaki ve bir o kadar da kadın ve çocuktan ibaret ailelerini yakalamışlar, hayvanları müsadere ve evlerini yakmışlardı.” Saldırılar Ağustos başına kadar sürdürüldü.

Türk işgalci devleti, aşiret çelişkilerinden yararlanmak üzere Kuzey Kürdistan’ın yayla imkanlarından yararlanma izni verdikleri Doğu Kürdistan’lı Şeyh Abdülkadir’in “yararlı işler yapmaması” ve kendi başına buyruk davranması nedeniyle sefer düzenlemeye karar verdi. “Tendürek Harekatı” olarak anılan saldırı 14 Eylül 1929’da başlatıldı. Havadan bombalama yöntemine ağırlık verilen saldırılar Ağrı’da ciddi bir öfke birikimine yol açtı. Karakollara saldırı düzenlendi. Türk devlet birlikleri 27 Eylül’de “işlerini tamamlamış olarak” geri çekildiler.

1930 yılı devletin geniş çaplı saldırılarına ve Kürt direnişlerine sahne oldu.

İşgalci zulmüne karşı yerel direnişlerin sürdüğü, Kürt halkının boyunduruğa izin vermemeye çalıştığı 1930 yılı ortalarında Savur ve Midyat’a bağlı bazı köylerde işgal kuvvetlerine karşı saldırılar düzenlendi. Bunun üzerine devlet saldırıları pervasızlaştı. 26 Mayıs 1930’da üç ayrı koldan Kürt köyleri kuşatıldı. Direnişler kanla bastırıldı. Hava bombardımanı bu kez de Kürtlerin celladı oldu.

Ankara hükümetinin 29 Aralık’ta aldığı kararla işgalci birlikler saldırı için aylarca hazırlık yapıp mevzilendiler. Bu koşullarda Haziran 1930’da Zeylan ayaklanması meydana geldi. Zeylan’daki karakolu ve resmi kuruluşları basan isyancılar Erciş üzerine yürüdüler. Türk devlet kuvvetleri 6 aydır planladıkları “tenkil ve tedip harekatı”nı başlattılar. Süregiden çarpışmalarda Kürt güçleri yer yer zaferler kazandılarsa da bu kalıcı olmadı. Güçler dengesi çok eşitsizdi, işgalcilerin sahip oldukları hava desteği kendi başına bir sorundu. Yine de Patnos, Zeylan ve Çaldıran bölgelerindeki pek çok köy direnişlere omuz verdi. Çarpışmalar günlerce sürdü. İşgalciler sağladıkları kimi inisiyatifi, uçakların köylerdeki ve yaylalardaki halkın bombalanması suretiyle Eylül başında kesinleştirdiler. Birinci umumi müfettiş İbrahim Tali (Öngören) (dönemin bölge valisi) daha Temmuz ayı ortalarında, “eşkiyaya yardım eden köyler halkının da imha olduğunu” açıklıyordu.

1930 Temmuz’unda Güney Kürdistan Kürtlerinin de omuz verdiği bir isyan Oramar’da meydana geldi. Oramar’daki işgal kuvvetleri kışlası kuşatıldı. Telefon bağlantısı kesildi. Ayaklanma yeni aşiret kuvvetlerinin katılımı ile genişletildi. İşgalciler hava saldırıları düzenleyerek isyanı ve kuşatmayı kırmaya çalıştılar. 28 Temmuz’da gün boyu sürdürülen bombardımanın ardından gece kasabaya girdiler. Çarpışmalar sonrası başkaldıran Kürt kuvvetleri geri çekildi ve çoğunluğu Güney Kürdistan’a sığındı.

Ankara hükümetinin siyasi ilhak saldırısının sonucu olarak 1925-1927 arasında 206 köy yakılıp yıkılmış, 15.206 Kürt insanı katledilmiş, 500.000 kişiyse sürgün edilmiştir.

İşgalciye ve onun soykırımcılığına karşı biriken öfkenin ayağa kalktığı en önemli Kürt direnişlerinden biri olarak Ağrı başkaldırısı, 1927 ilkyazında Kürdistan dağlarında toplanan bir kongrede mayalandı. Kongre kararlarına göre, “tek tek örgütlerin dağıtılıp tek bir yurtsever örgüt kurulması, işgalcilerin Kuzey Kürdistan topraklarından sökülüp atılması için savaşın büyütülmesi, bu amaçla bir başkomutan tarafından yönetilecek askeri birlikler oluşturulması, erzak ve cephane depolanması” yolundan yürünecektir.

Kararlara uygun olarak, Kürdistan Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti, Kürt Millet Fırkası gibi örgütlerin bileşimiyle Kürt Ulusal Birliği (HOYBUN) kuruldu. General İhsan Nuri Paşa başkomutan seçildi. İbrahim Paşa ve Haski Tello yönetiminde bir hükümet kuruldu. Ağrı dağında Kürt bayrağı dalgalandırıldı.

M. Kemal hükümeti gelişmeler karşısında panik halindeydi. Zaman kazanma taktiği güden ve “mecburi iskanın kaldırılması”, “sürgünlerin geri dönmesi” taleplerini ileri süren İhsan Nuri Paşa’yla görüşmeyi kabul etti. Eylül 1928’de yapılan görüşmede işgal kuvvetleri temsilcileri genel af vaadinde bulundular ve İhsan Nuri’yi kişisel çıkarlar temelinde satın almaya yeltendiler. Fakat bunlar hiçbir işe yaramadı. Kürt kuvvetleri 150 kmlik bir cephe hattı kurdular ve savaşı büyütmeye yöneldiler.

Türk burjuva devleti Mayıs 1930’da Ağrı Dağı’na 60 bin kişiden oluşan iki ordu yığdı. 50 savaş uçağı desteğine sahip bulunan ve Salih (Omurtak) Paşa’nın komuta ettiği bu ordular 11 Haziran’da saldırıya geçti. Aralıksız bir ay süren çarpışmalarda Kürt ulusal özgürlük kuvvetleri 1700 esir aldı. 60 mitralyöz ve 2 top ele geçirildi. 2 uçak düşürdü. İşgal kuvvetlerinin buna yanıtı soykırım ve akıl almaz bir zulümdü. Onbin Kürt acımasızca katledildi. Van’da yüze yakın Kürt aydını diri diri torbalara konup Van Gölü’ne atıldı. Ermeni halkından ve Doğu Kürdistan Kürtlerinden lojistik destek alabilecekleri umuduyla Ağrı’yı isyan merkezi seçen Kürt Ulusal Özgürlük Kurmayı’nın beklentileri boşa çıktı. Kahraman çarpışmalar, sonucu değiştirmedi ve başkaldırı askeri olarak ezildi. Şovenist Türk basını, ırkçı bir keyifle karikatür olarak Ağrı Dağı’nı çizer ve üzerine kondurduğu bir mezar taşına şunları yazar: “Muhayyel Kürdistan Burada Meftundur.” Kürt ulusunun ve siyasal ilhak peşindeki düşman kuvvetlerinin eylemlerinin içeriği bu kadar nettir.

Bu büyük başkaldırının yenilgiye uğratılması Türk burjuva hükümetini oldukça rahatlattı. Siyasal ilhakı tamamlama yolunda çok büyük bir engel daha aşmışlardı. Sınırlara ulaştırmak üzere oldukları demiryolu onların işgalci umutlarını daha da pekiştiriyordu. Çünkü böylelikle asker ve silah sevkiyatı için çok büyük bir avantaj elde edeceklerdi.

Türk burjuva devletinin 1930 yılındaki işgal ve siyasi ilhak saldırılarının sonuncusu Pülümür’de ortaya çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporunda Erzincan ilindeki incelemelerinin sonuçlarını şöyle ifade ediyor:

“Vergi ve asker konusunda itaatsız olan”, “1- (...) Aşkirik, Gürk, Dağbey ve Haryi köylerinin tedip ve tenkiline zorunluluk olduğunu gördüm.” (...)

“2- Erzincan merkez ilçesinde onbin Kürt vardır. Bunlar Alevilikten faydalanarak mevcut Türk köylerini Kürtleştirmeye ve Kürt dilini yaymaya çalışmaktadırlar. Bir kaç sene sonra Kürtlüğün bütün Erzincan’ı istila edeceğinden endişe edilebilir. (...) Bu işe önayak olan Rusanay, Mitini, Sınağı, Kürtkendi, Kelerik köylerinin esaslı bir şekilde kayda tabi tutularak buralardan gelenlerin Trakya’ya nakli ve bu bölgedeki bazı reislerin il merkezinde ve polis nezareti altında ikamet ettirilerek emniyete alınmaları gerekmektedir. (... ) Türk dilinin bütün bölgeye yayılması için esaslı tedbirler almaya ihtiyaç vardır.

“3- İl bölgesinde bazı memurların Kürt ırkına mensup oldukları bilinmektedir. (...) Bu gibi memurlar hakında da aynı işlemin (sürgün-bn) uygulanması lüzumu vardır.” (...)

Ankara hükmeti istekleri yerinde gördü. Fakat pek kolay olamayacağını düşündüğü sürgün işlemi üzerinde biraz görüşülmeliydi. Saldırı için 9. Kolordu görevlendirildi. Ayrıca 1. Genel Müfettişliği Elazığ ve Nazımiye’deki kimi köylerin bombalanmasını talep etti, bu genelkurmayca onaylandı.

İlk saldırı 25-26 Ekim gecesi başladı. Öncelikle Türk devlet kontrolünü kabul etmeyen üç feodal liderin mezralarına gidildi. Burası işgal ve tahrip edildi, Gürk’te ise işgalciler yenilgiye uğradı. Uçakların bombalarını bitirmelerine karşın sonuç alınamayınca Türk hükümet kuvvetleri geri çekilmek zorunda kaldı.

İkinci saldırı 10 Kasım’da başlatıldı. Ağrı saldırılarından dönen general Ömer Halis komutasındaki işgalcilere karşı Dağbey köyünün kuzeyindeki kayalıklara mevzi alan yüz kadar köylü gün boyunca çarpıştı. Ancak tümü katledilerek hedef seçilen Gürk’e girildi. Köy tümüyle yakılıp yıkıldı. 14 Kasım’da sefer tamamlanmıştı. Soykırım, yakıp-yıkma ve sürgün zincirine eklendiği bu yeni halkaya karşı Türk işgalci devleti Dersim’de kesin bir hakimiyet yine de sağlayamamıştır.

Türk burjuva devleti bu isyan ocağını söndürmeyi, işgalci otoritesini tanımayan Dersim’e büyük bir darbe vurarak ilhak amacına ulaşmayı stratejik görev haline getirmişti. M. Kemal 1936 yılında parlamentoyu açış konuşmasında bunu açıkça ortaya koydu: “Dahili işlerimizden en mühim bir safa varsa o da Dersim meselesidir. Dahilde iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş selahiyetler verilmelidir.” (abç)

Aynı süreç Elazığ, Dersim ve Bingöl’de sıkıyönetim ilan edilmesi, general Abdullah Alpdoğan’ın 3. Genel Müfettişlik ve Dersim valiliğine atanmasına tanıklık eder. Tunceli adı bu dönemde gündeme sokulur.

Katil elebaşı Alpdoğan’ın Elazığ’da başlattığı idamlar ve diğer saldırılar üzerine Dersimliler direniş bağlarını güçlendirdiler. 1937 yılı başında M. Kemal hükümetine bir uyarı bildirisi sunarak, “bütün jandarma ve ordu mensuplarının bölgeden çekilmesini, her türlü imar (askeri amaçlı -bn) çalışmalarının (köprü, demiryolu vb.) durdurulmasını isteyip, silahlarını koruma hakkı ve vergilerin hafifletilmesi” taleplerinde bulundular. İşgalcilerse Dersim’e çoktan 25.000 asker yığmış durumdadırlar. Belli başlı stratejik noktalar tutulmuş ve en modern silahlarla tahkim edilmiştir. Hava kuvvetleri keşif ve saldırılar için harekete geçer. Keza aynı dönemde kimi aşiretler parayla satın alınır.

Türk burjuva kuvvetleri 1937 ilkbaharında saldırıya geçtiler. Koçgiri isyanının önderlerinden olan ve sonraki yıllarda Dersim’de barınıp faaliyet yürüten Alişer ve bazı yerel önderleri katletmeyi başardılar. Kelle avcıları büyük bir hızla çalışmaktaydı. Seyit Rıza direniş sürecinde görüşmeler için Erzincan’a çağrılır ve tutuklanır. 75 yaşındaki bu halk önderi, 11 yerel Kürt liderle birlikte 18 Kasım 1937’de Elazığ Buğday meydanında asılarak katledilir. Cesetler Elazığ meydanlarında sürüklendikten sonra yakılır. Tüm bu süreçte Dersim’de yiğit bir direniş ve işgalcilerin korkunç katliamları sürmektedir. İsmet İnönü “Dersim sorununun çözüldüğünü” açıklar. Ancak yeni başbakan Celal Bayar farklı düşünmektedir. Ona göre hareket sürmektedir. Bunun anlamı, daha fazla kan, talan ve sürgündür. Önderlerinden yoksun kalan Dersim direnişi 1938 boyunca aşiretlerin parça parça mücadeleleri biçiminde de olsa varlığını korur. Destansı kahramanlıklar yaratılır. Ne var ki Türk burjuva devletinin hava ve kara bombardımanları, kurşuna dizme, yakma, uçurumdan atma, mağaraların girişini taşla örerek içerdekileri açlıktan öldürme vb. biçimlerdeki vahşi soykırımı Dersim’i kan gölüne çevirir. İsyan bastırılır. Sonuç, 60 bin Dersim’li Kürdün katledilmesi, onbinlercesinin sürgün edilmesi veya tutsak alınmasıdır. Bu düpedüz bir jenosiddir.

Koçgiri’yle başlayıp Dersim’le noktalanan süreç Türk burjuva ordusunun jargonuna göre “tenkil (ibret olacak şekilde cezalandırma) ve tedip (yola getirme, haddini bildirme)” sürecidir. Yüzbini aşkın Kürdün katledildiği, onbinlercesinin tutsak alınıp zindana atıldığı, yüzlercesinin idam edildiği, binlercesinin ağır cezalara çarptırıldığı, yüzbinlercesinin sürgüne gönderildiği bu süreç Kürt ulusunun soykırım sürecidir.

Ulusal kimliklerinin ve ulusal haklarının tanınması, Türk burjuva devletince ilkelerini siyasal ilhakının reddi temelinde geliştirilen kahraman Kürt isyanları yirmi yıl boyunca dinmek bilmemiştir. Dar bir coğrafyaya sıkışıp kalmak, genellikle cephe savaşı tarzında gelişmek, aşiret ve mezhep bölünmesinin beslediği iç ihanetten kurtulamamak, uluslararası devrimci destekten yoksun bulunmak ve nihayetinde askeri olanaklar açısından kıyaslanamaz dezavantajlara sahip olmak bu isyanların yenilgisinin ana nedenlerini oluşturur.

Türk burjuva devleti Kürt ulusal özgürlük isyanlarını vahşice bastırarak, Kürt halkını silahsızlandırmış, askerlik ve vergi gibi yükümlülüklere mecbur etmiş, Türk devlet yasalarını kabullenmelerini sağlamış, dillerine, kültürlerine yasak prangaları vurarak asimilasyonun yolunu düzlemiştir. Bu ırkçı işgalci egemenlik sürecinin başdönmesi altında küstahlaşan Türk politikacılar daha 1930’da şunları söyleyebilmişlerdir: “Beş seneden beri doğu vilayetlerimizde vukua gelen ve kökü dışarda entrikalarla körüklenen isyan bugün gücünün yarısını kaybediyor. Bu ülkede sadece Türk ulusu, etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur. (...)” (Başbakan İsmet İnönü, Ağustos 1930, abç)

“(...) Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek bir hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. (...)” (Adalet Bakanı M. Esat Bozkurt, Eylül 1930 abç)

Keza Mayıs 1932’de çıkarılan sürgün kanunu, Kürtlerin sürgün edildikleri yerlerde asimilasyon ve denetim için özel önlemler öngörüyordu. Buna göre;

“Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri yasaktır.” (abç)

Celal Bayar ise dünyanın en vahşi jenosidlerinden biri olan Dersim Katliamı sonrası meclis önünde “Eşkiyalar kuvvet yoluyla medenileştirildiler” diyordu!

Dersim ayaklanmasının bastırılmasıyla Kürt ulusal özgürlük isyanları susar. Türk burjuva devleti Kuzey Kürdistan’da siyasal egemenliğini kesin biçimde kurar. Kışlaları, karakolları, cezaevleri, vergi memurları, askerlik şubeleri, işleyen yasaları, askeri kontrol olanaklarını pekiştiren demir ve kara yollarıyla Kürt ülkesinde siyasi ilhakını ete kemiği büründürür. Kürdistan ve Kürt sözcükleri konuşma ve yazı dilinden çıkarılıp, mutlak biçimde yasaklanır. Yatılı bölge okulları başta olmak üzere sistematik asimilasyonun tüm araçları devreye sokulur. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak anayasal ve yasal haklardan yararlanmak ancak, Kürt kimliğini inkar ve “Dağ Türkü” olduğunu kabullenmekle olanaklı hale gelir.

Ekonomik İlhak Süreci

Türk burjuvazisi siyasi ilhak için son saldırılarına giriştiği ‘30’ların sonlarından başlayarak, ekonomik ilhak yolunda ilk adımlarını atıyordu. Bu, Kürdistan’da feodal ekonominin çözüleceği, yerel zanaatçılığın yıkıma uğrayacağı, Kuzey Kürdistan’ın Türk pazarına bağlanacağı, tarım, madencilik, enerji ve gıda sektörlerinden sağlanan artığın Türk burjuvazisinin sermaye birikimine, Türk kapitalizminin güçlenmesine hizmet edeceği, buna karşın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talan edilen Kürdistan’ın iktisadi ve sosyal geriliğe mahkum olacağı bir sürecin başlangıcıydı.

1930’ların başında Kuzey Kürdistan kırında feodalizmin açık bir egemenliği sözkonusuydu. İktisadi yaşamın belirleyici öğesi kırdı. Pazar için üretim çok sınırlıydı. Meta ekonomisinin alabildiğine zayıflığı kentler için de geçerliydi. Diyarbakır, Antep, Urfa ve Malatya gibi şehirlerde görece yaygın olan küçük işletmeler yerel ihtiyaçlara dönük üretim yapıyorlardı. Gıda, maden, dokuma, metal ve orman ürünleri dallarında faaliyet gösteren bu işyerlerinde genellikle beşten az kişi çalışıyordu. Bunların bir bölümü aile işçisiydi. 1927 sanayi sayımı verilerine göre o yıllarda bahsedilen, işkollarında toplam 5021 işyeri mevcuttu. Bunlarda yaklaşık 5450’si ücretli olmak üzere 13872 kişi çalışmaktaydı. Türk sömürgecilerinin Kürdistan’ı ekonomik ilhak süreci bir yandan tedrici biçimde kapalı ekonomiyi yıkar, ticari tarımı geliştirirken, diğer yandan Türk sanayi mallarıyla rekabet edemeyen küçük işletmeleri iflasa sürükledi. Örneğin Antep’te 1941-’45’te 8000 el tezgahı işletiliyorken bu sayı 1954’te 1500’e düşmüştü. Çünkü söz konusu süreçte Sümerbank devreye girmiş ve pazara çok daha ucuza mal sürmeye başlamıştı. Ayakta kalmayı başaran işletmeler de giderek büyük dokuma fabrikalarının eklentisine dönüştü.

Türk burjuva devleti 1930-1950 döneminde Kuzey Kürdistan’da demiryolu yapımına girişti. Bunun iki amacı vardı. Birincisi, siyasi ilhaka karşı gelişen, gelişebilecek olan Kürt ulusal isyanlarını ezme, siyasi ilhakı tamamlama, güvenceleme amacına bağlanmış olarak askeri sevkiyat ve saldırılar; İkincisi, ekonomik ilhakın altyapısını hazırlamak deyim uygunsa raylarını döşemekti. Demiryollarının maden, tarım ve hayvancılık bakımından zengin imkanlara sahip merkezlerden geçirilmesi ikinci hesabın açık bir kanıtıydı. Keza Türk burjuvazisinin sermaye birikimine ve ihtiyaçlarına uygun olarak, Kuzey Kürdistan’da 1950’den sonra karayolu ve köprü yapımına hız verildi. Kürt şehirlerinin birbirine değil fakat merkezi pazara bağlayacak bir planla hareket ediliyordu. Örneğin 1935’de demiryolunun girdiği Elazığ Maden’de, 1939’da bakır madeni işletilmeye açıldı. Yine demiryoluyla 1930’da tanışan Elazığ Guleman’da, 1936’da krom yatakları işletilmeye başlandı. Aynı şey Şırnak kömür madenleri için de söz konusuydu.

Türk devlet yatırımlarının maden işkolu dışındaki ilk adımları gıda ve tekstil sektörlerindeydi. Bölgede yetiştirilen endrüstriyel bitkiler dikkate alınarak, 1932’de Diyarbakır İçki Fabrikası, 1936’da Bitlis Sigara Fabrikası, 1939’da Malatya Sigara Fabrikası, aynı yıl Malatya Bez Tesisi, 1942’de üretime başlayan Elazığ Şeker Fabrikası ve 1936’da inşa edilmesine karşın 1950’de işletmeye açılan Iğdır Pamuklu Fabrikası kuruldu. Tarım alanındaki girişimler ise 1939’da kurulan Malatya Deneme İstasyonu ve 1943’te kurulan Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’yle sınırlı kaldı.

Bu yatırımların tümü devlet sermayesiyle gerçekleşmişti. Başta, Sümerbank ve Ziraat Bankası’nın yanısıra özel sermayeli İş Bankası’da Malatya Bez Tesisi’ne ortaktı. Fakat bir dönem sonra tüm tesisleri Sümerbank aldı.

30’lardaki sermaye birikimi ve gücüyle Türk kapitalizmi Kuzey Kürdistan’da ekonomik ilhakı gerçekleştirmeye henüz hazır değildi. Fakat yukarda örneklendiği tarzda yola koyulmuştu.

Kuzey Kürdistan’ın feodal üretim ilişkilerinin egemenliğinde olduğu bu yıllarda, Türkiye kapitalist iç pazarını kurmuş, meta ekonomisinin yolunu temizlemişti. Ulaşım, haberleşme ve enerji alanındaki yatırımlarla pazar ilişkilerinin alt yapısı hazırlanmıştı. 1923’te 3.756 km olan demiryolu 1930’da 5.639 km’ye, 1940’da 7.381 km’ye ulaştı. 1923’te 18.335 km olan karayolları 1939’da 29.636 km’ye, 1949’da 41.582 km’ye çıkmıştı. Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki ilk dört yılın sonunda işyeri sayısı 65.245’e yükselmişti. Bu işletmelerde toplam 256.885 kişi çalışıyordu. Devlet kapitalizmi yoluyla sanayi yatırımlarına girişiliyor ve 1930’da hazırlanan Sanayi Plan’ında ifade edildiği üzere Türk ticaret burjuvazisinin sanayi alanına girmesi için devlet kapitalizmi yolundan yürünüyordu. Bu stratejiye göre: “(...) Devlet teşebbüsü ile kurulan ana demir sanayii, hususi müteşebbislerin yeniden tesis edecekleri makina, tel, çivi, döküm, boru, civata, vida vesaire fabrikalarına ve sanayiine ucuz ve kolay tedarik edilir yarı mamul emtia verilecektir. Yeni bez dokuma sanayimiz, mevcut milli fabrikalarımızın inkişaflarına bir pay bıraktığı gibi pamuk, iplik, halat, kadife, pelüş, kordela, şerit, pasmanteri eşyası ve pamuk örme sanayiine de yeni faaliyet imkanları bahşedecektir. (...) Sanayi programımızın tahakkuku neticesi olarak husul bulacak servet terakümünün sanayide plasman arayacağına ve yukarda bahsettiğimiz müştak sanayinin süratle inkişaf edeceğine muhakkak nazarıyla bakılabilir.” (abç)

Burjuvazi bu yıllarda sanayi yatırımlarına girebilecek durumda değildir. Asıl olarak inşaat, ticaret, hizmet sektöründe palazlanmaktadır. Devlet yöneticileri örneğin demir ve karayolu ulaşımında “ikinci el işlerin” Türk kapitalistleri tarafından yapıldığından övgüyle söz ediyorlardı. İmalat sektörüne yönelecek burjuvalara “ucuz ve kolay tedarik edilir” yarı mamul madde sunan devlet, mali kurumlarını da onların hizmetine koşuyordu. Söz konusu yıllarda örneğin Sümerbank “gelirlerinin yarısını özel işletmelere borç vermekle” yükümlü kılınmıştı. Keza vergiden muafiyet, yatırım mallarının gümrüksüz ithalatı, nakliyat fiatlarının da indirilmesi de diğer destek türleri arasındaydı. 1927’de çıkarılan ve 1942’de kaldırılan Sanayii Teşvik Kanunu’nun ürünü olan bu tür devlet desteklerinden 1932’de 52.132 kişinin çalıştığı 1473 işyeri, 1941’de ise 1052 işyeri yararlanmıştı. Türk burjuvazisi tüm bu olanakların gölgesinde kuvvet biriktiriyordu. 1939’da 1114 özel işletmenin sermayesi 104 milyon liraya ulaşmıştı. Keza tarım sektörü için de destekleme kredileri dağıtılmıştı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan Su İşleri Teşkilatı öncelikle ihracata dönük tarım bölgelerinin su işlerine el attı. Ankara Barajı, Bursa Ovası, Tarsus bataklığı islahı, Cellat Gölü’nün kurutulması vb. öncelikle atılan adımlardı. 1937’de ise Marmara, Ege, Çukurova, Konya, Niğde ve Karadeniz bölgesinde sulama yatırımları için 10 milyon TL. harcanmıştı. 1929’da 2000 traktör alınmıştı ve bunlar asıl olarak Çukurova ve Ege’nin kullanım alanına sunulmuştu. Genel olarak ulusal gelirden yatırımlar için ayrılan pay da düzenli olarak artıyordu. 1923’de % 7.5 olan oran 1939’da % 11’e yükselmişti.

Kısacası Türkiye iktisadi açıdan Kürdistan’dan çok daha ileri bir konumdaydı ve sömürgeci amaçlarını gerçekleştirmenin ön koşullarına sahipti. 1950’den sonra kapitalist sömürü düzeninin Amerikan emperyalizminin desteğiyle sağladığı gelişme bunu tümüyle kolaylaştırdı. 1930’lu yıllarda kurulan bağlar 50’ler sonrası “kopmaz” hale geldi ve Kürdistan Türk pazarına kesin biçimde bağlandı. Bu süreç aynı zamanda Kuzey Kürdistan’da kapitalist ilişkilerin gelişme ve egemen olma sürecidir.

Son 45 yıllık süreçte Türk burjuvazisi Kuzey Kürdistan’a devlet kapitalizmi ile “müdahale etme” tavrını korudu. Özel sektör doğrudan yatırımlardan uzak durdu. Bir tarım, enerji ve maden deposu olarak görülen Kuzey Kürdistan Türk kapitalizminin, Türk burjuvazisinin ihtiyaçları doğrultusunda talan edildi. Ancak elde edilen değerler Türk kentlerine aktarıldığı için kuzey Kürdistan iktisadi ve sosyal açıdan geri bir durumda kaldı.

Türk devlet kapitalizmi Kuzey Kürdistan tarımını Türk pazarına bağlamanın yanısıra daha 1939 (Malatya Deneme İstasyonu) ve 1943 (Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği) yıllarında doğrudan yatırımlara girişmişti. 50’ler sonrası tarım alanındaki yatırımlarını büyüttü. Ziraat ve hayvancılıkla uğraşan pekçok devlet üretme çiftliği kuruldu. (DÜÇ). Kuşkusuz bunların en gözde örneği Ceylanpınar’dır. Bugün 1.7 milyon dekar alanda kurulu bulunan Ceylanpınar DÜÇ 366 traktöre, 79 biçerdövere, çeşitli tipte 1168 tarım makinasına sahip. Çiftlikte 2933 işçi ve 140 memur çalışıyor. Devlet ek iş gücüne duyulan ihtiyacı taşeron firma kullanarak karşılıyor. Böylece her türlü sosyal haktan mahrum, düşük ücretli işçi çalıştırılmasını teşvik edip bunun avantajlarından yararlanıyor. GAP kapsamındaki 8 ildeki toplam ekilebilir arazinin 3.1 milyon dekar olduğu koşullarda 1.7 milyon dekar araziye sahip olan Ceylanpınar DÜÇ’ün 1994 yılı karı 500 milyar lira olarak açıklandı.

Sömürgecilerin faaliyet alanlarından biri de maden sektörüdür. Türk devlet kapitalizminin bu alandaki ilk işletmeciliği Ergani Bakır (1939) ve Guleman Krom yataklarıydı (1936). Bugün maden sektöründe durum genel olarak şöyledir:

Bakır madenciliği alanında Ergani Bakır İşletmesi Türk kapitalizminin önemli bir dayanağı ve döviz kaynağıydı. Yıllarca tek dayanak olduğunu bir yana koysak bile günümüzde de bakır madenciliğinin üç önemli işletmesinden biridir.

Stratejik bir önemi bulunan ve 2. paylaşım savaşı yıllarında Türk burjuvazisine bir hayli döviz kazandıran krom madeni ise asıl olarak Elazığ’da çıkarılmaktadır. 1976’ya değin % 90’ı ihraç edilirken bugün iç pazarın talebi toplam üretimin % 60’ına ulaşmış durumda. Erzincan ve Erzurum’da da krom işletmeleri mevcuttur.

Antep ve Erzurum’da çıkarılan manganez, demir çelik endüstrisinde, kimya, cam ve seramik işkolllarında kullanılıyor.

Demir, Sivas-Divriği ve Malatya’da; kurşun ve çinko ise Elazığ Simli yöresinde çıkarılan madenler.

Kömür işletmeleri bir başka önemli maden kolunu oluşturuyor. Diyarbakır’da çıkarılan 5000 ton (yıllık) taş kömürünü bir yana bırakırsak, Kürdistan’da esas olarak linyit ve asfaltit kömür üretimi yapılıyor. Erzurum, Maraş, Siirt, Van ve Mardin’de işletmeler var. Yılda bir milyon tonu aşkın linyit ve yine yıllık bir milyon tonu aşkın asfaltit çıkarılıyor.

Bu madenlerin yanısıra fosfat, betonit, mangazit, perit, barit vb. madenler Antep, Maraş ve Mardin gibi illerde çıkarılmaktadır.

Türk kapitalizmi Kürdistan’ın enerji imkanlarından alabildiğine yararlanmaktadır. Elektrik enerjisi üretmeye yönelik ilk adım 1957’de atıldı. Elazığ Hazar Gölü üzerinde kurulan Hazar 1’i, Hazar 2 izledi. Botan (1957), Tortum (1960) ve Kiti (1960) ilk santraller arasındadır. Daha sonraki yıllarda Kemah (1964), Çağçağ (1968), Erciş (1968) santralleri kuruldu. Yıllık kapasitesi ve fiili üretim gücüyle en önemli santraller ise 70’li yıllarda kurulmaya başladı. Keban (1974), Karakaya (1987), Afşin Elbistan (1984) bu nitelikteki santrallerdir. Keza aynı dönemde Diyarbakır Çıldır ve Van Erciş’te (1975) birer santral açılmıştır.

Kuzey Kürdistan petrolleri de sömürgecilerin vazgeçilmez yatırımları arasındadır.

Türk burjuva devleti, Kuzey Kürdistan’nın petrol zenginliklerine yönelik çalışmalara 1935’te başlamıştı. İlk petrol kuyusu 20 Nisan 1940’da Batman Raman’da açıldı. Rezervin tükenmesi üzerine 1945’de ikinci bir kuyu açıldı ve burada üretim 70’lere değin sürdü. 1951’de ise Siirt-Raman’da üretime geçildi. Diyarbakır’daki üretim 1961’de başladı, bunu Adıyaman izledi. Bugün Siirt, Diyarbakır ve Adıyaman’da petrol üretimi sürdürülmektedir.

Türk devlet kapitalizminin el attığı Kuzey Kürdistan dokumacılığı bir diğer önemli sektördür. Bugün, toplam 7076 işçinin çalıştığı yedi fabrikada üretim yapılıyor. Bunlar Malatya (1935), Adıyaman (1959), Maraş (1965), Erzincan (1970), Diyarbakır (1975), Kars (1981) ve Van (1982) illerinde bulunuyorlar. Sözkonusu yedi fabrikanın 1983 itibariyle 11.468 ton iplik, 9.411 metrekare halı ve 32.456 milyon metre kumaş ürettiler.

Sömürgecilerin izlerinin sürülmesi gereken bir alan da gıda sektörüdür. Kuzey Kürdistan’ın endüstri bitkilerin dayalı bu sektörde ‘30’lı yıllarda Bitlis ve Malatya Sigara Fabrikalarının, ‘40’lı yıllarda Diyarbakır içki, Antep ve Elazığ Şarap Fabrikalarının kurulduğu daha önce vurgulanmıştı. 1956’da peşpeşe dört fabrika kuruldu. Bunlar 1980 yılı itibariyle “tüm Türkiye” şeker üretiminin yaklaşık % 15’ini üreten, Malatya, Erzurum, Erzincan ve Elazığ Şeker Fabrikalarıydı. Gıda sektöründe ‘60’lı yılların sonlarında Antep, Urfa ve Elazığ Et Kombinaları ile Kars Süt İşleme Fabrikası üretime açıldı. ‘70’li yıllarda ise süt işleme ve yem tesislerinde hızlı bir artış oldu. 1983’e gelindiğinde Türk devlet kapitalizminin Kuzey Kürdistan’daki gıda işkolu işletmelerinin sayısı 47’ye ulaşmıştı.

Tüm bu faaliyet alanlarında sermaye sahibi kimdi? Kimlerdir? 1994 yılı kârı 500 milyar TL. olan Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği, yılda 1.1 milyon ton demir cevheri elde edilen ve hayati öneme sahip Divriği Demir, “Tüm Türkiye” krom üretiminin % 25’ini karşılayan Elazığ krom işletmeleri, yılda 1 milyon tonu aşkın linyit ve yine 1 milyon tonu aşkın asfaltit elde edilen kömür işletmeleri, yıllık üretim bakımından “tüm Türkiye”deki üretimin % 60’ını karşılayan Ergani bakır, petrol üretiminin % 90’nın sağlandığı petrol yatakları, 1980 itibariyle “tüm Türkiye”deki elektrik üretiminin % 22’sini, hidro elektrik üretiminin % 45.3’ünü sağlayan santrallar ve yılda 11.468 ton iplik, 9.411 metrekare halı, 32.456 milyon metre kumaş üretilen dokuma fabrikaları kime, hangi sermayeye ait? Kuzey Kürdistan’daki bu açık iktisadi ilhakın gerisinde kim var?

Sıralayalım:

Madencilik sektöründe, Etibank, T. Demir Çelik İşletmeleri, T. Kömür İşletmeleri

Elektrik enerjisi, Türkiye Elektrik Kurumu (TEK)

Petrol işkolu, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Mobil, Shell ve Ersan.

Gıda sektörü, T. Şeker Fabrikaları AŞ., Et ve Balık Kurumu (EBK), Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), T. Yem Sanayi AŞ. ve Tekel

Tarım sektörü, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM)

Petrol işkolunda pay sahibi olan Shell ve Mobil dışında emperyalistlere ait sermaye yok. Bu iki işletmenin payı da TPAO’nun gerisinde. Keza aynı işkolunda Adıyaman-Kahta’da faaliyet yürüten Ersan dışında özel sermaye bulunmuyor. Onun gücü de önemsiz hale gelecek denli zayıflamış bulunuyor.

Mülkiyet, sermaye, elde edilen ürünün nerede, nasıl kullanılacağı tamamen KİT adı verilen tekelci devlet kapitalizmi kuruluşlarına aittir.

Tüm veriler açıkça ortaya koyuyor ki Kürdistan ekonomik ilhak altındadır ve bu, Türk kapitalizmi, Türk burjuva devleti tarafından gerçekleştirilmiştir. Aksini iddia etmek için her tür bilimsel kriteri ve nesnelliği “çılgınca bir inatla” reddetmekten başka çare yoktur.

Sergilenen tabloya rağmen, Kürt çiftçilerinin endüstri bitkileri, Hollanda Şeker fabrikalarında, Belçika tütün işletmelerinde, Japonya içki fabrikalarında mamül madde haline getirilip ilgili sermayenin yararına pazara sürülüyor, Divriği’nin demiri İngiliz, Ergani’nin bakırı Amerikan, Şırnak’ın kömürü Fransız, Keban’ın elektriği Alman sermayesi tarafından işletilmektedir, elde edilen artık onların kasasına akmaktadır demek için “cesur ötesi” olmak gerekmez mi?

Burada bir kaç soru daha sormak gerekiyor. Türk kapitalizminin işbirlikçi karakteri ve mali olarak emperyalizme bağımlılığı onun sermayesiz olduğu anlamına mı geliyor? Eğer öyleyse Kuzey Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalayan kapitalist devlet tekelleri basit bir taşeron mu? Bunlar, aslında sermayeden yoksun, dolayısıyla da sömürgeci eylemin asıl suçlusu sayılmaması gereken biçare kurumlar mıdır?

Yukarda sunulan bilgi ve kanıtlar bu tarz düşünüşün her tür bilimsellikten uzak, “psikolojik teori”ler oluşturmaya dönük nafile bir çaba olduğunu gözler önüne sermektedir. Fakat yine de sermayenin kime ait olduğu, kullanım alanı ve biçimiyle ilgili başka bazı örnekler verelim. Ve soralım:

TPAO’nun elde ettiği artı değerin %96.3’ünü Türk şehirlerine aktarmasını, biriktirdiği sermaye ile ikisinin sermaye ağırlığı farklı holdinglere ait 10 şirkette pay sahibi olması nasıl açıklanmalıdır?

TEK’in biriktirdiği sermaye ile Türk şehirlerinde sermayelerinin yarısından fazlası Türk holdinglere ait on şirkette iştirakı nasıl izah edilmelidir?

Etibank’ın, sermayesinin %35.5’u holdinglere, %19.75’i İş Bankasına ait, Ankara Anonim Türk Sigorta şirketine %29.9 sermaye payıyla ortaklığı neyin nesidir?

T. Şeker Fabrikaları A.Ş.’nin başta sermayesinin %77.5’u Vehbi Koç’a ait olan TAT konserve olmak üzere 8’den fazla işletmeye sermaye yatırmanın anlamı nedir?

Et Balık Kurumu’nun 4 özel şirkete ortaklığının; Sümerbank’ın değişik holdinglerle bir dizi yatırıma gitmesinin konumuz açısından önemi nerededir?

Kuzey Kürdistan’ı yağmalayan, biriktirdikleri sermayeyi sömürgeci ülkeye aktaran veya ortak yatırımlar yoluyla sömürge ülke burjuvazisinin hizmetine sunan bu kapitalist devlet tekelleri veya KİT’leri kime ucuz girdi sağlamaktadırlar? Enerji ve madencilik sektörlerindeki yatırımlar bütünüyle Türk kapitalizminin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük değil mi? KİT’lerin faşist Türk burjuva devletin elinde toplanan sermayeleri işbirlikçi Türk holdinglerine değilde kime ucuz kredi olarak akmaktadır? Veya örneğin maden dışsatımından sağlanan gelirler kime sermaye birikimi yaratıyor? Türk burjuvazisine değil mi?

Bütün bu olguların yok sayılması temelinde kurulan veya kurulacak teorilerin bilimselliği, inanırlığı hayata vurulduğunda kendini doğrulaması mümkün olabilir mi? Açıktır ki olamaz.

Bölümü noktalarken kısaca da olsa sömürgeciliğin yağma eyleminin yeni bir örneği olarak GAP’a değinmekte yarar var.

Bilindiği üzere GAP, gerek hidroelektrik üretimi gerekse de oldukça büyük bir alanda kapitalist tarımı geliştirmek yönleriyle Türk burjuvazisi için oldukça önemli bir projedir.

GAP’la birlikte özel olarak GAP bölgesinin genel olarak Kuzey Kürdistan’ın kaderinin değişeceği iddiası doğru mudur? Veriler bunu, hayır, yalan diye yanıtlıyor.

GAP’la birlikte Kuzey Kürdistan’da sanayileşme yönünde bir gelişme sağlanacak mı? Hayır sanayi üretiminde beklenen katma değer artışı yalnızca elektrik enerjisiyle ilgili olacaktır. GAP, halen %10’u kullanılan hidroelektrik potansiyelinin %25’nin kullanımı anlamına geliyor. Ancak bunun Kuzey Kürdistan’a hiç bir yararı yok. O batıya aktarılacak. İhtiyaç duyulan bölümü Türk sanayi kuruluşlarının hizmetine sunulacak fazlası ise ihraç edilerek Türk sermaye birikimine dönüştürülecek.

GAP projesi, asıl olarak tarımsal üretime dönük. GAP bölgesinin tarımsal alandaki katma değerinin yaklaşık %300’lük bir artış göstereceği umuluyor. Elbette üretim sanayi bitkileri ağırlıklı olacak. Fakat bunun da Kuzey Kürdistan için bir anlamı yok. Çünkü sanayi bitkileri Türk burjuvazisine tekstil, gıda vb. sektörlerde genişleme imkanı tanıyacak. Keza elde edilecek artık ürün veya biriktirilecek sermaye Türk holdinglerini büyütecek. GAP bölgesindeki en büyük toprak sahibinin Türk burjuva devleti olması bir yana Koç, Sabancı, Hacı Ali Demirel başta olmak üzere Türk burjuvazisi bölgede binlerce dönüm arazi satın almış durumda!

GAP sürecinde inşaat sektörü yatırımlarının geliri Türk müteahitlik şirketlerinin kasalarına akacak.

Tarımsal üretimle sanayi sektörlerine verilecek hammadde desteği ve tarımsal artık ürünün Türk sermaye birikimine akacak oluşu bir yana kapitalist tarımın gerekleri olan tarım araç ve girdileri (ve kendi başına buyruk davranması nedeniyle sefer düzenlemeye karar verdi. “Tendürek Harekatı” olarak anılan saldırı 14 Eylül 1929’da başlatıldı. Havadan bombalama yöntemine ağırlık verilen saldırılar Ağrı’da ciddi bir öfke birikimine yol açtı. Karakollara saldırı düzenlendi. Türk devlet birlikleri 27 Eylül’de “işlerini tamamlamış olarak” geri çekildiler.

1930 yılı devletin geniş çaplı saldırılarına ve Kürt direnişlerine sahne oldu.

İşgalci zulmüne karşı yerel direnişlerin sürdüğü, Kürt halkının boyunduruğa izin vermemeye çalıştığı 1930 yılı ortalarında Savur ve Midyat’a bağlı bazı köylerde işgal kuvvetlerine karşı saldırılar düzenlendi. Bunun üzerine devlet saldırıları pervasızlaştı. 26 Mayıs 1930’da üç ayrı koldan Kürt köyleri kuşatıldı. Direnişler kanla bastırıldı. Hava bombardımanı bu kez de Kürtlerin celladı oldu.

Ankara hükümetinin 29 Aralık’ta aldığı kararla işgalci birlikler saldırı için aylarca hazırlık yapıp mevzilendiler. Bu koşullarda Haziran 1930’da Zeylan ayaklanması meydana geldi. Zeylan’daki karakolu ve resmi kuruluşları basan isyancılar Erciş üzerine yürüdüler. Türk devlet kuvvetleri 6 aydır planladıkları “tenkil ve tedip harekatı”nı başlattılar. Süregiden çarpışmalarda Kürt güçleri yer yer zaferler kazandılarsa da bu kalıcı olmadı. Güçler dengesi çok eşitsizdi, işgalcilerin sahip oldukları hava desteği kendi başına bir sorundu. Yine de Patnos, Zeylan ve Çaldıran bölgelerindeki pek çok köy direnişlere omuz verdi. Çarpışmalar günlerce sürdü. İşgalciler sağladıkları kimi inisiyatifi, uçakların köylerdeki ve yaylalardaki halkın bombalanması suretiyle Eylül başında kesinleştirdiler. Birinci umumi müfettiş İbrahim Tali (Öngören) (dönemin bölge valisi) daha Temmuz ayı ortalarında, “eşkiyaya yardım eden köyler halkının da imha olduğunu” açıklıyordu.

1930 Temmuz’unda Güney Kürdistan Kürtlerinin de omuz verdiği bir isyan Oramar’da meydana geldi. Oramar’daki işgal kuvvetleri kışlası kuşatıldı. Telefon bağlantısı kesildi. Ayaklanma yeni aşiret kuvvetlerinin katılımı ile genişletildi. İşgalciler hava saldırıları düzenleyerek isyanı ve kuşatmayı kırmaya çalıştılar. 28 Temmuz’da gün boyu sürdürülen bombardımanın ardından gece kasabaya girdiler. Çarpışmalar sonrası başkaldıran Kürt kuvvetleri geri çekildi ve çoğunluğu Güney Kürdistan’a sığındı.

Ankara hükümetinin siyasi ilhak saldırısının sonucu olarak 1925-1927 arasında 206 köy yakılıp yıkılmış, 15.206 Kürt insanı katledilmiş, 500.000 kişiyse sürgün edilmiştir.

İşgalciye ve onun soykırımcılığına karşı biriken öfkenin ayağa kalktığı en önemli Kürt direnişlerinden biri olarak Ağrı başkaldırısı, 1927 ilkyazında Kürdistan dağlarında toplanan bir kongrede mayalandı. Kongre kararlarına göre, “tek tek örgütlerin dağıtılıp tek bir yurtsever örgüt kurulması, işgalcilerin Kuzey Kürdistan topraklarından sökülüp atılması için savaşın büyütülmesi, bu amaçla bir başkomutan tarafından yönetilecek askeri birlikler oluşturulması, erzak ve cephane depolanması” yolundan yürünecektir.

Kararlara uygun olarak, Kürdistan Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti, Kürt Millet Fırkası gibi örgütlerin bileşimiyle Kürt Ulusal Birliği (HOYBUN) kuruldu. General İhsan Nuri Paşa başkomutan seçildi. İbrahim Paşa ve Haski Tello yönetiminde bir hükümet kuruldu. Ağrı dağında Kürt bayrağı dalgalandırıldı.

M. Kemal hükümeti gelişmeler karşısında panik halindeydi. Zaman kazanma taktiği güden ve “mecburi iskanın kaldırılması”, “sürgünlerin geri dönmesi” taleplerini ileri süren İhsan Nuri Paşa’yla görüşmeyi kabul etti. Eylül 1928’de yapılan görüşmede işgal kuvvetleri temsilcileri genel af vaadinde bulundular ve İhsan Nuri’yi kişisel çıkarlar temelinde satın almaya yeltendiler. Fakat bunlar hiçbir işe yaramadı. Kürt kuvvetleri 150 kmlik bir cephe hattı kurdular ve savaşı büyütmeye yöneldiler.

Türk burjuva devleti Mayıs 1930’da Ağrı Dağı’na 60 bin kişiden oluşan iki ordu yığdı. 50 savaş uçağı desteğine sahip bulunan ve Salih (Omurtak) Paşa’nın komuta ettiği bu ordular 11 Haziran’da saldırıya geçti. Aralıksız bir ay süren çarpışmalarda Kürt ulusal özgürlük kuvvetleri 1700 esir aldı. 60 mitralyöz ve 2 top ele geçirildi. 2 uçak düşürdü. İşgal kuvvetlerinin buna yanıtı soykırım ve akıl almaz bir zulümdü. Onbin Kürt acımasızca katledildi. Van’da yüze yakın Kürt aydını diri diri torbalara konup Van Gölü’ne atıldı. Ermeni halkından ve Doğu Kürdistan Kürtlerinden lojistik destek alabilecekleri umuduyla Ağrı’yı isyan merkezi seçen Kürt Ulusal Özgürlük Kurmayı’nın beklentileri boşa çıktı. Kahraman çarpışmalar, sonucu değiştirmedi ve başkaldırı askeri olarak ezildi. Şovenist Türk basını, ırkçı bir keyifle karikatür olarak Ağrı Dağı’nı çizer ve üzerine kondurduğu bir mezar taşına şunları yazar: “Muhayyel Kürdistan Burada Meftundur.” Kürt ulusunun ve siyasal ilhak peşindeki düşman kuvvetlerinin eylemlerinin içeriği bu kadar nettir.

Bu büyük başkaldırının yenilgiye uğratılması Türk burjuva hükümetini oldukça rahatlattı. Siyasal ilhakı tamamlama yolunda çok büyük bir engel daha aşmışlardı. Sınırlara ulaştırmak üzere oldukları demiryolu onların işgalci umutlarını daha da pekiştiriyordu. Çünkü böylelikle asker ve silah sevkiyatı için çok büyük bir avantaj elde edeceklerdi.

Türk burjuva devletinin 1930 yılındaki işgal ve siyasi ilhak saldırılarının sonuncusu Pülümür’de ortaya çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporunda Erzincan ilindeki incelemelerinin sonuçlarını şöyle ifade ediyor:

“Vergi ve asker konusunda itaatsız olan”, “1- (...) Aşkirik, Gürk, Dağbey ve Haryi köylerinin tedip ve tenkiline zorunluluk olduğunu gördüm.” (...)

“2- Erzincan merkez ilçesinde onbin Kürt vardır. Bunlar Alevilikten faydalanarak mevcut Türk köylerini Kürtleştirmeye ve Kürt dilini yaymaya çalışmaktadırlar. Bir kaç sene sonra Kürtlüğün bütün Erzincan’ı istila edeceğinden endişe edilebilir. (...) Bu işe önayak olan Rusanay, Mitini, Sınağı, Kürtkendi, Kelerik köylerinin esaslı bir şekilde kayda tabi tutularak buralardan gelenlerin Trakya’ya nakli ve bu bölgedeki bazı reislerin il merkezinde ve polis nezareti altında ikamet ettirilerek emniyete alınmaları gerekmektedir. (... ) Türk dilinin bütün bölgeye yayılması için esaslı tedbirler almaya ihtiyaç vardır.

“3- İl bölgesinde bazı memurların Kürt ırkına mensup oldukları bilinmektedir. (...) Bu gibi memurlar hakında da aynı işlemin (sürgün-bn) uygulanması lüzumu vardır.” (...)

Ankara hükmeti istekleri yerinde gördü. Fakat pek kolay olamayacağını düşündüğü sürgün işlemi üzerinde biraz görüşülmeliydi. Saldırı için 9. Kolordu görevlendirildi. Ayrıca 1. Genel Müfettişliği Elazığ ve Nazımiye’deki kimi köylerin bombalanmasını talep etti, bu genelkurmayca onaylandı.

İlk saldırı 25-26 Ekim gecesi başladı. Öncelikle Türk devlet kontrolünü kabul etmeyen üç feodal liderin mezralarına gidildi. Burası işgal ve tahrip edildi, Gürk’te ise işgalciler yenilgiye uğradı. Uçakların bombalarını bitirmelerine karşın sonuç alınamayınca Türk hükümet kuvvetleri geri çekilmek zorunda kaldı.

İkinci saldırı 10 Kasım’da başlatıldı. Ağrı saldırılarından dönen general Ömer Halis komutasındaki işgalcilere karşı Dağbey köyünün kuzeyindeki kayalıklara mevzi alan yüz kadar köylü gün boyunca çarpıştı. Ancak tümü katledilerek hedef seçilen Gürk’e girildi. Köy tümüyle yakılıp yıkıldı. 14 Kasım’da sefer tamamlanmıştı. Soykırım, yakıp-yıkma ve sürgün zincirine eklendiği bu yeni halkaya karşı Türk işgalci devleti Dersim’de kesin bir hakimiyet yine de sağlayamamıştır.

Türk burjuva devleti bu isyan ocağını söndürmeyi, işgalci otoritesini tanımayan Dersim’e büyük bir darbe vurarak ilhak amacına ulaşmayı stratejik görev haline getirmişti. M. Kemal 1936 yılında parlamentoyu açış konuşmasında bunu açıkça ortaya koydu: “Dahili işlerimizden en mühim bir safa varsa o da Dersim meselesidir. Dahilde iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş selahiyetler verilmelidir.” (abç)

Aynı süreç Elazığ, Dersim ve Bingöl’de sıkıyönetim ilan edilmesi, general Abdullah Alpdoğan’ın 3. Genel Müfettişlik ve Dersim valiliğine atanmasına tanıklık eder. Tunceli adı bu dönemde gündeme sokulur.

Katil elebaşı Alpdoğan’ın Elazığ’da başlattığı idamlar ve diğer saldırılar üzerine Dersimliler direniş bağlarını güçlendirdiler. 1937 yılı başında M. Kemal hükümetine bir uyarı bildirisi sunarak, “bütün jandarma ve ordu mensuplarının bölgeden çekilmesini, her türlü imar (askeri amaçlı -bn) çalışmalarının (köprü, demiryolu vb.) durdurulmasını isteyip, silahlarını koruma hakkı ve vergilerin hafifletilmesi” taleplerinde bulundular. İşgalcilerse Dersim’e çoktan 25.000 asker yığmış durumdadırlar. Belli başlı stratejik noktalar tutulmuş ve en modern silahlarla tahkim edilmiştir. Hava kuvvetleri keşif ve saldırılar için harekete geçer. Keza aynı dönemde kimi aşiretler parayla satın alınır.

Türk burjuva kuvvetleri 1937 ilkbaharında saldırıya geçtiler. Koçgiri isyanının önderlerinden olan ve sonraki yıllarda Dersim’de barınıp faaliyet yürüten Alişer ve bazı yerel önderleri katletmeyi başardılar. Kelle avcıları büyük bir hızla çalışmaktaydı. Seyit Rıza direniş sürecinde görüşmeler için Erzincan’a çağrılır ve tutuklanır. 75 yaşındaki bu halk önderi, 11 yerel Kürt liderle birlikte 18 Kasım 1937’de Elazığ Buğday meydanında asılarak katledilir. Cesetler Elazığ meydanlarında sürüklendikten sonra yakılır. Tüm bu süreçte Dersim’de yiğit bir direniş ve işgalcilerin korkunç katliamları sürmektedir. İsmet İnönü “Dersim sorununun çözüldüğünü” açıklar. Ancak yeni başbakan Celal Bayar farklı düşünmektedir. Ona göre hareket sürmektedir. Bunun anlamı, daha fazla kan, talan ve sürgündür. Önderlerinden yoksun kalan Dersim direnişi 1938 boyunca aşiretlerin parça parça mücadeleleri biçiminde de olsa varlığını korur. Destansı kahramanlıklar yaratılır. Ne var ki Türk burjuva devletinin hava ve kara bombardımanları, kurşuna dizme, yakma, uçurumdan atma, mağaraların girişini taşla örerek içerdekileri açlıktan öldürme vb. biçimlerdeki vahşi soykırımı Dersim’i kan gölüne çevirir. İsyan bastırılır. Sonuç, 60 bin Dersim’li Kürdün katledilmesi, onbinlercesinin sürgün edilmesi veya tutsak alınmasıdır. Bu düpedüz bir jenosiddir.

Koçgiri’yle başlayıp Dersim’le noktalanan süreç Türk burjuva ordusunun jargonuna göre “tenkil (ibret olacak şekilde cezalandırma) ve tedip (yola getirme, haddini bildirme)” sürecidir. Yüzbini aşkın Kürdün katledildiği, onbinlercesinin tutsak alınıp zindana atıldığı, yüzlercesinin idam edildiği, binlercesinin ağır cezalara çarptırıldığı, yüzbinlercesinin sürgüne gönderildiği bu süreç Kürt ulusunun soykırım sürecidir.

Ulusal kimliklerinin ve ulusal haklarının tanınması, Türk burjuva devletince ilkelerini siyasal ilhakının reddi temelinde geliştirilen kahraman Kürt isyanları yirmi yıl boyunca dinmek bilmemiştir. Dar bir coğrafyaya sıkışıp kalmak, genellikle cephe savaşı tarzında gelişmek, aşiret ve mezhep bölünmesinin beslediği iç ihanetten kurtulamamak, uluslararası devrimci destekten yoksun bulunmak ve nihayetinde askeri olanaklar açısından kıyaslanamaz dezavantajlara sahip olmak bu isyanların yenilgisinin ana nedenlerini oluşturur.

Türk burjuva devleti Kürt ulusal özgürlük isyanlarını vahşice bastırarak, Kürt halkını silahsızlandırmış, askerlik ve vergi gibi yükümlülüklere mecbur etmiş, Türk devlet yasalarını kabullenmelerini sağlamış, dillerine, kültürlerine yasak prangaları vurarak asimilasyonun yolunu düzlemiştir. Bu ırkçı işgalci egemenlik sürecinin başdönmesi altında küstahlaşan Türk politikacılar daha 1930’da şunları söyleyebilmişlerdir: “Beş seneden beri doğu vilayetlerimizde vukua gelen ve kökü dışarda entrikalarla körüklenen isyan bugün gücünün yarısını kaybediyor. Bu ülkede sadece Türk ulusu, etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur. (...)” (Başbakan İsmet İnönü, Ağustos 1930, abç)

“(...) Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek bir hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. (...)” (Adalet Bakanı M. Esat Bozkurt, Eylül 1930 abç)

Keza Mayıs 1932’de çıkarılan sürgün kanunu, Kürtlerin sürgün edildikleri yerlerde asimilasyon ve denetim için özel önlemler öngörüyordu. Buna göre;

“Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri yasaktır.” (abç)

Celal Bayar ise dünyanın en vahşi jenosidlerinden biri olan Dersim Katliamı sonrası meclis önünde “Eşkiyalar kuvvet yoluyla medenileştirildiler” diyordu!

Dersim ayaklanmasının bastırılmasıyla Kürt ulusal özgürlük isyanları susar. Türk burjuva devleti Kuzey Kürdistan’da siyasal egemenliğini kesin biçimde kurar. Kışlaları, karakolları, cezaevleri, vergi memurları, askerlik şubeleri, işleyen yasaları, askeri kontrol olanaklarını pekiştiren demir ve kara yollarıyla Kürt ülkesinde siyasi ilhakını ete kemiği büründürür. Kürdistan ve Kürt sözcükleri konuşma ve yazı dilinden çıkarılıp, mutlak biçimde yasaklanır. Yatılı bölge okulları başta olmak üzere sistematik asimilasyonun tüm araçları devreye sokulur. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak anayasal ve yasal haklardan yararlanmak ancak, Kürt kimliğini inkar ve “Dağ Türkü” olduğunu kabullenmekle olanaklı hale gelir.

Ekonomik İlhak Süreci

Türk burjuvazisi siyasi ilhak için son saldırılarına giriştiği ‘30’ların sonlarından başlayarak, ekonomik ilhak yolunda ilk adımlarını atıyordu. Bu, Kürdistan’da feodal ekonominin çözüleceği, yerel zanaatçılığın yıkıma uğrayacağı, Kuzey Kürdistan’ın Türk pazarına bağlanacağı, tarım, madencilik, enerji ve gıda sektörlerinden sağlanan artığın Türk burjuvazisinin sermaye birikimine, Türk kapitalizminin güçlenmesine hizmet edeceği, buna karşın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talan edilen Kürdistan’ın iktisadi ve sosyal geriliğe mahkum olacağı bir sürecin başlangıcıydı.

1930’ların başında Kuzey Kürdistan kırında feodalizmin açık bir egemenliği sözkonusuydu. İktisadi yaşamın belirleyici öğesi kırdı. Pazar için üretim çok sınırlıydı. Meta ekonomisinin alabildiğine zayıflığı kentler için de geçerliydi. Diyarbakır, Antep, Urfa ve Malatya gibi şehirlerde görece yaygın olan küçük işletmeler yerel ihtiyaçlara dönük üretim yapıyorlardı. Gıda, maden, dokuma, metal ve orman ürünleri dallarında faaliyet gösteren bu işyerlerinde genellikle beşten az kişi çalışıyordu. Bunların bir bölümü aile işçisiydi. 1927 sanayi sayımı verilerine göre o yıllarda bahsedilen, işkollarında toplam 5021 işyeri mevcuttu. Bunlarda yaklaşık 5450’si ücretli olmak üzere 13872 kişi çalışmaktaydı. Türk sömürgecilerinin Kürdistan’ı ekonomik ilhak süreci bir yandan tedrici biçimde kapalı ekonomiyi yıkar, ticari tarımı geliştirirken, diğer yandan Türk sanayi mallarıyla rekabet edemeyen küçük işletmeleri iflasa sürükledi. Örneğin Antep’te 1941-’45’te 8000 el tezgahı işletiliyorken bu sayı 1954’te 1500’e düşmüştü. Çünkü söz konusu süreçte Sümerbank devreye girmiş ve pazara çok daha ucuza mal sürmeye başlamıştı. Ayakta kalmayı başaran işletmeler de giderek büyük dokuma fabrikalarının eklentisine dönüştü.

Türk burjuva devleti 1930-1950 döneminde Kuzey Kürdistan’da demiryolu yapımına girişti. Bunun iki amacı vardı. Birincisi, siyasi ilhaka karşı gelişen, gelişebilecek olan Kürt ulusal isyanlarını ezme, siyasi ilhakı tamamlama, güvenceleme amacına bağlanmış olarak askeri sevkiyat ve saldırılar; İkincisi, ekonomik ilhakın altyapısını hazırlamak deyim uygunsa raylarını döşemekti. Demiryollarının maden, tarım ve hayvancılık bakımından zengin imkanlara sahip merkezlerden geçirilmesi ikinci hesabın açık bir kanıtıydı. Keza Türk burjuvazisinin sermaye birikimine ve ihtiyaçlarına uygun olarak, Kuzey Kürdistan’da 1950’den sonra karayolu ve köprü yapımına hız verildi. Kürt şehirlerinin birbirine değil fakat merkezi pazara bağlayacak bir planla hareket ediliyordu. Örneğin 1935’de demiryolunun girdiği Elazığ Maden’de, 1939’da bakır madeni işletilmeye açıldı. Yine demiryoluyla 1930’da tanışan Elazığ Guleman’da, 1936’da krom yatakları işletilmeye başlandı. Aynı şey Şırnak kömür madenleri için de söz konusuydu.

Türk devlet yatırımlarının maden işkolu dışındaki ilk adımları gıda ve tekstil sektörlerindeydi. Bölgede yetiştirilen endrüstriyel bitkiler dikkate alınarak, 1932’de Diyarbakır İçki Fabrikası, 1936’da Bitlis Sigara Fabrikası, 1939’da Malatya Sigara Fabrikası, aynı yıl Malatya Bez Tesisi, 1942’de üretime başlayan Elazığ Şeker Fabrikası ve 1936’da inşa edilmesine karşın 1950’de işletmeye açılan Iğdır Pamuklu Fabrikası kuruldu. Tarım alanındaki girişimler ise 1939’da kurulan Malatya Deneme İstasyonu ve 1943’te kurulan Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’yle sınırlı kaldı.

Bu yatırımların tümü devlet sermayesiyle gerçekleşmişti. Başta, Sümerbank ve Ziraat Bankası’nın yanısıra özel sermayeli İş Bankası’da Malatya Bez Tesisi’ne ortaktı. Fakat bir dönem sonra tüm tesisleri Sümerbank aldı.

30’lardaki sermaye birikimi ve gücüyle Türk kapitalizmi Kuzey Kürdistan’da ekonomik ilhakı gerçekleştirmeye henüz hazır değildi. Fakat yukarda örneklendiği tarzda yola koyulmuştu.

Kuzey Kürdistan’ın feodal üretim ilişkilerinin egemenliğinde olduğu bu yıllarda, Türkiye kapitalist iç pazarını kurmuş, meta ekonomisinin yolunu temizlemişti. Ulaşım, haberleşme ve enerji alanındaki yatırımlarla pazar ilişkilerinin alt yapısı hazırlanmıştı. 1923’te 3.756 km olan demiryolu 1930’da 5.639 km’ye, 1940’da 7.381 km’ye ulaştı. 1923’te 18.335 km olan karayolları 1939’da 29.636 km’ye, 1949’da 41.582 km’ye çıkmıştı. Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki ilk dört yılın sonunda işyeri sayısı 65.245’e yükselmişti. Bu işletmelerde toplam 256.885 kişi çalışıyordu. Devlet kapitalizmi yoluyla sanayi yatırımlarına girişiliyor ve 1930’da hazırlanan Sanayi Plan’ında ifade edildiği üzere Türk ticaret burjuvazisinin sanayi alanına girmesi için devlet kapitalizmi yolundan yürünüyordu. Bu stratejiye göre: “(...) Devlet teşebbüsü ile kurulan ana demir sanayii, hususi müteşebbislerin yeniden tesis edecekleri makina, tel, çivi, döküm, boru, civata, vida vesaire fabrikalarına ve sanayiine ucuz ve kolay tedarik edilir yarı mamul emtia verilecektir. Yeni bez dokuma sanayimiz, mevcut milli fabrikalarımızın inkişaflarına bir pay bıraktığı gibi pamuk, iplik, halat, kadife, pelüş, kordela, şerit, pasmanteri eşyası ve pamuk örme sanayiine de yeni faaliyet imkanları bahşedecektir. (...) Sanayi programımızın tahakkuku neticesi olarak husul bulacak servet terakümünün sanayide plasman arayacağına ve yukarda bahsettiğimiz müştak sanayinin süratle inkişaf edeceğine muhakkak nazarıyla bakılabilir.” (abç)

Burjuvazi bu yıllarda sanayi yatırımlarına girebilecek durumda değildir. Asıl olarak inşaat, ticaret, hizmet sektöründe palazlanmaktadır. Devlet yöneticileri örneğin demir ve karayolu ulaşımında “ikinci el işlerin” Türk kapitalistleri tarafından yapıldığından övgüyle söz ediyorlardı. İmalat sektörüne yönelecek burjuvalara “ucuz ve kolay tedarik edilir” yarı mamul madde sunan devlet, mali kurumlarını da onların hizmetine koşuyordu. Söz konusu yıllarda örneğin Sümerbank “gelirlerinin yarısını özel işletmelere borç vermekle” yükümlü kılınmıştı. Keza vergiden muafiyet, yatırım mallarının gümrüksüz ithalatı, nakliyat fiatlarının da indirilmesi de diğer destek türleri arasındaydı. 1927’de çıkarılan ve 1942’de kaldırılan Sanayii Teşvik Kanunu’nun ürünü olan bu tür devlet desteklerinden 1932’de 52.132 kişinin çalıştığı 1473 işyeri, 1941’de ise 1052 işyeri yararlanmıştı. Türk burjuvazisi tüm bu olanakların gölgesinde kuvvet biriktiriyordu. 1939’da 1114 özel işletmenin sermayesi 104 milyon liraya ulaşmıştı. Keza tarım sektörü için de destekleme kredileri dağıtılmıştı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan Su İşleri Teşkilatı öncelikle ihracata dönük tarım bölgelerinin su işlerine el attı. Ankara Barajı, Bursa Ovası, Tarsus bataklığı islahı, Cellat Gölü’nün kurutulması vb. öncelikle atılan adımlardı. 1937’de ise Marmara, Ege, Çukurova, Konya, Niğde ve Karadeniz bölgesinde sulama yatırımları için 10 milyon TL. harcanmıştı. 1929’da 2000 traktör alınmıştı ve bunlar asıl olarak Çukurova ve Ege’nin kullanım alanına sunulmuştu. Genel olarak ulusal gelirden yatırımlar için ayrılan pay da düzenli olarak artıyordu. 1923’de % 7.5 olan oran 1939’da % 11’e yükselmişti.

Kısacası Türkiye iktisadi açıdan Kürdistan’dan çok daha ileri bir konumdaydı ve sömürgeci amaçlarını gerçekleştirmenin ön koşullarına sahipti. 1950’den sonra kapitalist sömürü düzeninin Amerikan emperyalizminin desteğiyle sağladığı gelişme bunu tümüyle kolaylaştırdı. 1930’lu yıllarda kurulan bağlar 50’ler sonrası “kopmaz” hale geldi ve Kürdistan Türk pazarına kesin biçimde bağlandı. Bu süreç aynı zamanda Kuzey Kürdistan’da kapitalist ilişkilerin gelişme ve egemen olma sürecidir.

Son 45 yıllık süreçte Türk burjuvazisi Kuzey Kürdistan’a devlet kapitalizmi ile “müdahale etme” tavrını korudu. Özel sektör doğrudan yatırımlardan uzak durdu. Bir tarım, enerji ve maden deposu olarak görülen Kuzey Kürdistan Türk kapitalizminin, Türk burjuvazisinin ihtiyaçları doğrultusunda talan edildi. Ancak elde edilen değerler Türk kentlerine aktarıldığı için kuzey Kürdistan iktisadi ve sosyal açıdan geri bir durumda kaldı.

Türk devlet kapitalizmi Kuzey Kürdistan tarımını Türk pazarına bağlamanın yanısıra daha 1939 (Malatya Deneme İstasyonu) ve 1943 (Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği) yıllarında doğrudan yatırımlara girişmişti. 50’ler sonrası tarım alanındaki yatırımlarını büyüttü. Ziraat ve hayvancılıkla uğraşan pekçok devlet üretme çiftliği kuruldu. (DÜÇ). Kuşkusuz bunların en gözde örneği Ceylanpınar’dır. Bugün 1.7 milyon dekar alanda kurulu bulunan Ceylanpınar DÜÇ 366 traktöre, 79 biçerdövere, çeşitli tipte 1168 tarım makinasına sahip. Çiftlikte 2933 işçi ve 140 memur çalışıyor. Devlet ek iş gücüne duyulan ihtiyacı taşeron firma kullanarak karşılıyor. Böylece her türlü sosyal haktan mahrum, düşük ücretli işçi çalıştırılmasını teşvik edip bunun avantajlarından yararlanıyor. GAP kapsamındaki 8 ildeki toplam ekilebilir arazinin 3.1 milyon dekar olduğu koşullarda 1.7 milyon dekar araziye sahip olan Ceylanpınar DÜÇ’ün 1994 yılı karı 500 milyar lira olarak açıklandı.

Sömürgecilerin faaliyet alanlarından biri de maden sektörüdür. Türk devlet kapitalizminin bu alandaki ilk işletmeciliği Ergani Bakır (1939) ve Guleman Krom yataklarıydı (1936). Bugün maden sektöründe durum genel olarak şöyledir:

Bakır madenciliği alanında Ergani Bakır İşletmesi Türk kapitalizminin önemli bir dayanağı ve döviz kaynağıydı. Yıllarca tek dayanak olduğunu bir yana koysak bile günümüzde de bakır madenciliğinin üç önemli işletmesinden biridir.

Stratejik bir önemi bulunan ve 2. paylaşım savaşı yıllarında Türk burjuvazisine bir hayli döviz kazandıran krom madeni ise asıl olarak Elazığ’da çıkarılmaktadır. 1976’ya değin % 90’ı ihraç edilirken bugün iç pazarın talebi toplam üretimin % 60’ına ulaşmış durumda. Erzincan ve Erzurum’da da krom işletmeleri mevcuttur.

Antep ve Erzurum’da çıkarılan manganez, demir çelik endüstrisinde, kimya, cam ve seramik işkolllarında kullanılıyor.

Demir, Sivas-Divriği ve Malatya’da; kurşun ve çinko ise Elazığ Simli yöresinde çıkarılan madenler.

Kömür işletmeleri bir başka önemli maden kolunu oluşturuyor. Diyarbakır’da çıkarılan 5000 ton (yıllık) taş kömürünü bir yana bırakırsak, Kürdistan’da esas olarak linyit ve asfaltit kömür üretimi yapılıyor. Erzurum, Maraş, Siirt, Van ve Mardin’de işletmeler var. Yılda bir milyon tonu aşkın linyit ve yine yıllık bir milyon tonu aşkın asfaltit çıkarılıyor.

Bu madenlerin yanısıra fosfat, betonit, mangazit, perit, barit vb. madenler Antep, Maraş ve Mardin gibi illerde çıkarılmaktadır.

Türk kapitalizmi Kürdistan’ın enerji imkanlarından alabildiğine yararlanmaktadır. Elektrik enerjisi üretmeye yönelik ilk adım 1957’de atıldı. Elazığ Hazar Gölü üzerinde kurulan Hazar 1’i, Hazar 2 izledi. Botan (1957), Tortum (1960) ve Kiti (1960) ilk santraller arasındadır. Daha sonraki yıllarda Kemah (1964), Çağçağ (1968), Erciş (1968) santralleri kuruldu. Yıllık kapasitesi ve fiili üretim gücüyle en önemli santraller ise 70’li yıllarda kurulmaya başladı. Keban (1974), Karakaya (1987), Afşin Elbistan (1984) bu nitelikteki santrallerdir. Keza aynı dönemde Diyarbakır Çıldır ve Van Erciş’te (1975) birer santral açılmıştır.

Kuzey Kürdistan petrolleri de sömürgecilerin vazgeçilmez yatırımları arasındadır.

Türk burjuva devleti, Kuzey Kürdistan’nın petrol zenginliklerine yönelik çalışmalara 1935’te başlamıştı. İlk petrol kuyusu 20 Nisan 1940’da Batman Raman’da açıldı. Rezervin tükenmesi üzerine 1945’de ikinci bir kuyu açıldı ve burada üretim 70’lere değin sürdü. 1951’de ise Siirt-Raman’da üretime geçildi. Diyarbakır’daki üretim 1961’de başladı, bunu Adıyaman izledi. Bugün Siirt, Diyarbakır ve Adıyaman’da petrol üretimi sürdürülmektedir.

Türk devlet kapitalizminin el attığı Kuzey Kürdistan dokumacılığı bir diğer önemli sektördür. Bugün, toplam 7076 işçinin çalıştığı yedi fabrikada üretim yapılıyor. Bunlar Malatya (1935), Adıyaman (1959), Maraş (1965), Erzincan (1970), Diyarbakır (1975), Kars (1981) ve Van (1982) illerinde bulunuyorlar. Sözkonusu yedi fabrikanın 1983 itibariyle 11.468 ton iplik, 9.411 metrekare halı ve 32.456 milyon metre kumaş ürettiler.

Sömürgecilerin izlerinin sürülmesi gereken bir alan da gıda sektörüdür. Kuzey Kürdistan’ın endüstri bitkilerin dayalı bu sektörde ‘30’lı yıllarda Bitlis ve Malatya Sigara Fabrikalarının, ‘40’lı yıllarda Diyarbakır içki, Antep ve Elazığ Şarap Fabrikalarının kurulduğu daha önce vurgulanmıştı. 1956’da peşpeşe dört fabrika kuruldu. Bunlar 1980 yılı itibariyle “tüm Türkiye” şeker üretiminin yaklaşık % 15’ini üreten, Malatya, Erzurum, Erzincan ve Elazığ Şeker Fabrikalarıydı. Gıda sektöründe ‘60’lı yılların sonlarında Antep, Urfa ve Elazığ Et Kombinaları ile Kars Süt İşleme Fabrikası üretime açıldı. ‘70’li yıllarda ise süt işleme ve yem tesislerinde hızlı bir artış oldu. 1983’e gelindiğinde Türk devlet kapitalizminin Kuzey Kürdistan’daki gıda işkolu işletmelerinin sayısı 47’ye ulaşmıştı.

Tüm bu faaliyet alanlarında sermaye sahibi kimdi? Kimlerdir? 1994 yılı kârı 500 milyar TL. olan Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği, yılda 1.1 milyon ton demir cevheri elde edilen ve hayati öneme sahip Divriği Demir, “Tüm Türkiye” krom üretiminin % 25’ini karşılayan Elazığ krom işletmeleri, yılda 1 milyon tonu aşkın linyit ve yine 1 milyon tonu aşkın asfaltit elde edilen kömür işletmeleri, yıllık üretim bakımından “tüm Türkiye”deki üretimin % 60’ını karşılayan Ergani bakır, petrol üretiminin % 90’nın sağlandığı petrol yatakları, 1980 itibariyle “tüm Türkiye”deki elektrik üretiminin % 22’sini, hidro elektrik üretiminin % 45.3’ünü sağlayan santrallar ve yılda 11.468 ton iplik, 9.411 metrekare halı, 32.456 milyon metre kumaş üretilen dokuma fabrikaları kime, hangi sermayeye ait? Kuzey Kürdistan’daki bu açık iktisadi ilhakın gerisinde kim var?

Sıralayalım:

Madencilik sektöründe, Etibank, T. Demir Çelik İşletmeleri, T. Kömür İşletmeleri

Elektrik enerjisi, Türkiye Elektrik Kurumu (TEK)

Petrol işkolu, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Mobil, Shell ve Ersan.

Gıda sektörü, T. Şeker Fabrikaları AŞ., Et ve Balık Kurumu (EBK), Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), T. Yem Sanayi AŞ. ve Tekel

Tarım sektörü, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM)

Petrol işkolunda pay sahibi olan Shell ve Mobil dışında emperyalistlere ait sermaye yok. Bu iki işletmenin payı da TPAO’nun gerisinde. Keza aynı işkolunda Adıyaman-Kahta’da faaliyet yürüten Ersan dışında özel sermaye bulunmuyor. Onun gücü de önemsiz hale gelecek denli zayıflamış bulunuyor.

Mülkiyet, sermaye, elde edilen ürünün nerede, nasıl kullanılacağı tamamen KİT adı verilen tekelci devlet kapitalizmi kuruluşlarına aittir.

Tüm veriler açıkça ortaya koyuyor ki Kürdistan ekonomik ilhak altındadır ve bu, Türk kapitalizmi, Türk burjuva devleti tarafından gerçekleştirilmiştir. Aksini iddia etmek için her tür bilimsel kriteri ve nesnelliği “çılgınca bir inatla” reddetmekten başka çare yoktur.

Sergilenen tabloya rağmen, Kürt çiftçilerinin endüstri bitkileri, Hollanda Şeker fabrikalarında, Belçika tütün işletmelerinde, Japonya içki fabrikalarında mamül madde haline getirilip ilgili sermayenin yararına pazara sürülüyor, Divriği’nin demiri İngiliz, Ergani’nin bakırı Amerikan, Şırnak’ın kömürü Fransız, Keban’ın elektriği Alman sermayesi tarafından işletilmektedir, elde edilen artık onların kasasına akmaktadır demek için “cesur ötesi” olmak gerekmez mi?

Burada bir kaç soru daha sormak gerekiyor. Türk kapitalizminin işbirlikçi karakteri ve mali olarak emperyalizme bağımlılığı onun sermayesiz olduğu anlamına mı geliyor? Eğer öyleyse Kuzey Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalayan kapitalist devlet tekelleri basit bir taşeron mu? Bunlar, aslında sermayeden yoksun, dolayısıyla da sömürgeci eylemin asıl suçlusu sayılmaması gereken biçare kurumlar mıdır?

Yukarda sunulan bilgi ve kanıtlar bu tarz düşünüşün her tür bilimsellikten uzak, “psikolojik teori”ler oluşturmaya dönük nafile bir çaba olduğunu gözler önüne sermektedir. Fakat yine de sermayenin kime ait olduğu, kullanım alanı ve biçimiyle ilgili başka bazı örnekler verelim. Ve soralım:

TPAO’nun elde ettiği artı değerin %96.3’ünü Türk şehirlerine aktarmasını, biriktirdiği sermaye ile ikisinin sermaye ağırlığı farklı holdinglere ait 10 şirkette pay sahibi olması nasıl açıklanmalıdır?

TEK’in biriktirdiği sermaye ile Türk şehirlerinde sermayelerinin yarısından fazlası Türk holdinglere ait on şirkette iştirakı nasıl izah edilmelidir?

Etibank’ın, sermayesinin %35.5’u holdinglere, %19.75’i İş Bankasına ait, Ankara Anonim Türk Sigorta şirketine %29.9 sermaye payıyla ortaklığı neyin nesidir?

T. Şeker Fabrikaları A.Ş.’nin başta sermayesinin %77.5’u Vehbi Koç’a ait olan TAT konserve olmak üzere 8’den fazla işletmeye sermaye yatırmanın anlamı nedir?

Et Balık Kurumu’nun 4 özel şirkete ortaklığının; Sümerbank’ın değişik holdinglerle bir dizi yatırıma gitmesinin konumuz açısından önemi nerededir?

Kuzey Kürdistan’ı yağmalayan, biriktirdikleri sermayeyi sömürgeci ülkeye aktaran veya ortak yatırımlar yoluyla sömürge ülke burjuvazisinin hizmetine sunan bu kapitalist devlet tekelleri veya KİT’leri kime ucuz girdi sağlamaktadırlar? Enerji ve madencilik sektörlerindeki yatırımlar bütünüyle Türk kapitalizminin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük değil mi? KİT’lerin faşist Türk burjuva devletin elinde toplanan sermayeleri işbirlikçi Türk holdinglerine değilde kime ucuz kredi olarak akmaktadır? Veya örneğin maden dışsatımından sağlanan gelirler kime sermaye birikimi yaratıyor? Türk burjuvazisine değil mi?

Bütün bu olguların yok sayılması temelinde kurulan veya kurulacak teorilerin bilimselliği, inanılırlığı hayata vurulduğunda kendini doğrulaması mümkün olabilir mi? Açıktır ki olamaz.

Bölümü noktalarken kısaca da olsa sömürgeciliğin yağma eyleminin yeni bir örneği olarak GAP’a değinmekte yarar var.

Bilindiği üzere GAP, gerek hidroelektrik üretimi gerekse de oldukça büyük bir alanda kapitalist tarımı geliştirmek yönleriyle Türk burjuvazisi için oldukça önemli bir projedir.

GAP’la birlikte özel olarak GAP bölgesinin genel olarak Kuzey Kürdistan’ın kaderinin değişeceği iddiası doğru mudur? Veriler bunu, hayır, yalan diye yanıtlıyor.

GAP’la birlikte Kuzey Kürdistan’da sanayileşme yönünde bir gelişme sağlanacak mı? Hayır sanayi üretiminde beklenen katma değer artışı yalnızca elektrik enerjisiyle ilgili olacaktır. GAP, halen %10’u kullanılan hidroelektrik potansiyelinin %25’nin kullanımı anlamına geliyor. Ancak bunun Kuzey Kürdistan’a hiç bir yararı yok. O batıya aktarılacak. İhtiyaç duyulan bölümü Türk sanayi kuruluşlarının hizmetine sunulacak fazlası ise ihraç edilerek Türk sermaye birikimine dönüştürülecek.

GAP projesi, asıl olarak tarımsal üretime dönük. GAP bölgesinin tarımsal alandaki katma değerinin yaklaşık %300’lük bir artış göstereceği umuluyor. Elbette üretim sanayi bitkileri ağırlıklı olacak. Fakat bunun da Kuzey Kürdistan için bir anlamı yok. Çünkü sanayi bitkileri Türk burjuvazisine tekstil, gıda vb. sektörlerde genişleme imkanı tanıyacak. Keza elde edilecek artık ürün veya biriktirilecek sermaye Türk holdinglerini büyütecek. GAP bölgesindeki en büyük toprak sahibinin Türk burjuva devleti olması bir yana Koç, Sabancı, Hacı Ali Demirel başta olmak üzere Türk burjuvazisi bölgede binlerce dönüm arazi satın almış durumda!

GAP sürecinde inşaat sektörü yatırımlarının geliri Türk müteahitlik şirketlerinin kasalarına akacak.

Tarımsal üretimle sanayi sektörlerine verilecek hammadde desteği ve tarımsal artık ürünün Türk sermaye birikimine akacak oluşu bir yana kapitalist tarımın gerekleri olan tarım araç ve girdileri (traktör, gübre, ilaç, tohumluk vb) alanlarında Türk sermayesine yeni pazar imkanları yaratılmış olacak.

Kısacası GAP’la birlikte Kuzey Kürdistan enerji ve tarım potansiyelinin bir bölümü daha yitirirken veya bu açılardan yoksullaşırken, sömürgeci Türk burjuvazisi karlarını daha da arttıracak, sermaye birikimini büyütecek, yeni olanaklara kavuşacak ve bunları Türk şehirlerinde değerlendirecek! Emperyalistlerin alacakları pay ise bu zemin üzerinde gerçekleşecek.

Sonsöz

Türk burjuvazisinin ve devletinin emperyalizmin işbirlikçisi olması, Türk ve Kürt coğrafyasında elde edilen artı değer ve soygun gelirlerinin önemli bir bölümünün borç, faiz veya “yatırım geliri” şeklinde emperyalist tekellerin ve mali kuruluşların kasalarına akması yukarıda vurgulanan nesnel gerçekleri yok saymak için bir gerekçe olamaz. Bunlar birbirini yadsıyan değil kendi tarihsel koşulları ve gelişimi içinde açıklanabilirliğe sahip, birbirini bütünleyen olgulardır. Lenin’in vurguladığı gibi, bu durum, “dünyanın paylaşımını örgütleyen ilişkiler bütününün tamamlayıcı bir parçası” olarak varolmaktadır.

Kürdistan’ın dörde bölünmesi, siyasi ve iktisadi ilhak süreçleri incelendiğinde karşımıza çıkan yegane bilimsel gerçek, siyasi ve ekonomik ilhakın birlikte var olduğu 1950’ler sonrası Kürdistan’ın bir sömürge olduğudur. Aksini iddia edenlere ısrarla ve inatla sormak zorundayız: Politik ve ekonomik ilhaka rağmen Kürdistan’ı sömürge olmaktan kurtaran bir doğa üstü kuvvet mi mevcut? Siyasi ve ekonomik ilhakla yüzyüze bulunan bir ülkeye sömürge değildir demek marksist teoriye nasıl sığıyor?

İlgili bölümlerde pek çok çürütülmez kanıtla ortaya çıktığı gibi siyasi ve iktisadi ilhak Türk burjuva devleti, Türk sermayesi tarafından gerçekleştirilmiştir. Kuzey Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalayanlar KİT adı verilen burjuva devlet tekelleridir. Bunların elde ettikleri değerlerin veya biriktirdikleri sermayenin, ücret-maaş, amortisman, ek yatırım vb. harcamalar dışındaki asgari %90’lık bölümü Kuzey Kürdistan dışına çıkarılmakta, Türk şehirlerine, Türk devletinin ve holdinglerinin kasalarına aktarılmaktadır. Sömürgeci olarak yargılanması ve sonsuz bir kinle cezalandırılması gereken kuvvet faşist Türk burjuva devletidir. Kuzey Kürdistan’daki siyasi ve ekonomik ilhak onun eseridir! Emperyalistler politik, iktisadi ve askeri-stratejik açıdan kendi planlarına zarar vermeyen, genel çıkarların önünde bir engel oluşturmayan bu durumu “anlayışla karşılamış” ve işbirlikçilerini sonuna değin desteklemişlerdir.

Türk burjuvazisinin, klasik sömürgelerde görüldüğü şekliyle bir yerli-efendi hukukunu geliştirememesi veya sömürgeci demagojiye konu olduğu şekliyle “bir Kürt’ün Cumhurbaşkanı bile olabileceği” savunmaları doğrudan sömürgeleştirme sürecinin ve sömürgeci ilişkilerin özgünlüklerin bir sonucudur. Görmek gerekir ki, Türk burjuvazisinin eylemi çok daha iğrençtir. Çünkü “yerli halkı” ikinci sınıf sayan sömürgeci ilişkilerde hiç olmazsa varlığı tanınan bir halk gerçeği vardır. Oysa Türk burjuvazisi Kürtlerin varlığını inkar etmekte ve binlerce yıllık tarihe sahip bu halkın Türk olduğunu iddia etmektedir. On yıllardır buna dayalı sistematik bir asimilasyon ve yasak düzeni kurmuş ve işletmektedir. Bu nedenledir ki, Türk olma önkoşuluna bağlı bir “eşit yurttaşlık” uygulamasını savunmaya mecbur olmaktadır. Fakat yukarıda da belirtildiği üzere bu, klasik sömürgeci-sömürge ilişkisinden çok daha iğrenç ve ağır bir durumun ifadesidir.

Dipnotlar

*Burada, istisna sözcüğü salt nicel durumu değil fakat asıl olarak geçmişe ait, tarihe karışma sürecinde bulunan bir olguyu ifade etmektedir. Bunu hesaba katmayan ve istisna kapsamında bir çok örneğe rastlayan önyargılı incelemeci veya tartışmacı bunun çağ gerçeğine aykırı olduğunu ileri sürmektedir. Bu değerlendirme mekanizmin, kaba materyalizmin ürünü olan bir değerlendirmedir.

** İstanbul’daki ABD yüksek komiseri Tuğamiral M.L.Bristol’un 20 fiubat 1922’de Washington’a iletilen rapordaki sözler gerçeğe ışık tutuyor:

“Fransız-Türk anlaşmasına karşı yürüttükleri kampanya ve Kürt ayaklanmasına verdikleri itici güç konusunda İngilizler’in eylemlerini yakından izlemek gerekir. İngiliz iddiasına göre gizli bir anlaşmayla Türkler, geri aldıktan sonra Musul’daki petrol yataklarının işletilmesini Fransızlar’a söz vermişlerdir. Böyle bir anlaşmanın varlığı konusunda ellerinde kanıt yoktur. fiimdi, aynı zamanda bizim Türklere yaptığımızı (yanlış olduğuna eminim) Kürtlere yapmaya çalışmaktadırlar. Kürtleri Mardin ve öteki bölgeleri ele geçirmeye, yani Türklerin bize verdikleri bölgeleri ele geçirmeye itiyorlar. Bu durumda İngilizler Fransız çıkarları aleyhinde çalışmıyorlar mı?” (abç)

YARARLANILAN KAYNAKLAR

1- Emperyalizm/ Lenin (Sol Yayınları 3. Baskı)

2- Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu/Stalin (Sol Yayınları 4. Baskı)

3- Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi/Lenin (Sol Y. 2. Baskı.)

4- Ulusal Sorun Ve Sömürge Sorunu/SSCB Yabancı İşçiler Yayınevi Kooperatifinin Derlemesi (İnter Y.2. Baskı.)

5 - Kürtler/Minorsky (Koral Yayınları 2. Baskı)

6- Türkiye’de Toprak Meseleleri/Ö. Lütfü Barkan ( Gözlem Yayınları 1. Baskı)

7- Aşiretten Ulusallığa Doğru Kürtler/Hasan Yıldız (Fırat-Dicle Yayınları 2. Baskı)

8- Kürdistan’da Türk Endüstrisi/ Ömer Tuku (Doz Yayınları 1. Baskı)

9 - Doğu Anadolu’nun Hikayesi/ Mustafa Sönmez (Arkadaş Yayınları 2. Baskı)

10-Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye-Bizanstan Tanzimata Stefanos Yerasimos (Gözlem Yayınları 3. Baskı)

11- Çağdaş Kürdistan Tarihi/Lucien Rambout (Dilan Yayınları 4. Baskı)

12- Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Programı (1930) Ve Kürt Sorunu/İsmail Beşikçi (Belge Yayınları 1. Baskı)

13- Türkiye’nin Toplumsal Maddi Gerçeği Ve Devrimci Strateji/A. Can (Varyos Yayınları 1. Baskı)

14- Tarihimizde Kürtler ve Ayaklanmaları/Alpay Kabacalı (Cem Yayınevi 1. Baskı)

15- Paşaların Hesaplaşması/Kazım Karabekir (Emre Yayınları 2. Baskı)

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi