Saray Rejimi Faşist Değil Mi?

Erdoğan’ın şeflik rejiminin niteliğine dair tartışma, emekçi sol hareket içinde de devam ediyor. Yalnızca liberaller değil emekçi sol hareketin bir bölümü TKP, EMEP, SYKP ve Umut-Sen, rejimin faşist nitelikte olmadığını öne sürüyorlar. TKP uluslararası alanda faşizmin gelişme eğilimini ve Erdoğan rejimini “belli politik figürlerin özel rolleriyle şekillenen otoriterleşme olarak” niteliyor.   Sermayenin krizi koşullarında devletin yeniden yapılanması ihtiyacı temeli üzerindeki dönüşümün “sürecin siyasi sahibi olan Erdoğan ve AKP” eliyle “devlet ve parti ayrımının silikleştiği ve otoriterleşmeye çıktığını” vurguluyor. (1)

EMEP çizgisindeki Teori ve Eylem dergisi yazarı S. Selçuk rejime ilişkin şu tarifi yapıyor:

“‘Tek adam rejimi’ne faşist bir diktatörlük denebilir mi’ sorusuna yanıtımız hayırdır! ‘Tek adam rejimi’ henüz bir faşist diktatörlük değildir... Gerici bir burjuva diktatörlük biçimidir.” (2)

Umut-Sen ise Komite dergisinin Türkiye’nin Rejim Meselesi adlı broşüründe; “Faşizan sivil diktatörlük” nitelemesi yapıyor.

Otoriter Rejim: Liberallerin Teorisi

TKP’nin esasen dünya görüşü parlamentarist sosyalizmle sınırlı olduğu için burjuva ve küçük burjuva liberalleriyle ortak analiz ve kavramlara sahip olması normal. Farklılığı “üçüncü dünya devletçisi” ulusalcılığından geliyor.

TKP “otoriter rejim” nitelemesini, faşizmde var olmasını şart gördüğü “toplumsal düzeyde siyasi ve ideolojik tahkimat”ın (3) Erdoğan rejiminde gerçekleşmediğine dayandırdığına göre, faşizmi yalnızca Mussolini-Hitler tipiyle sınırlıyor.

Her şeyden önce emperyalist faşizmin yenilgisinden sonra, burjuva liberalizmi bu görüşü çok değişik araçlar ile teşvik edegeldi. Nedeni basitti. Faşizme karşı oluşan emekçi ve devrimci bilinç köreltilmek isteniyordu. Çünkü sonuçta faşizmi burjuvazinin komünist hareketi ve işçi sınıfı hareketinin devrimci yönelimini-devrim tehlikesini ezmek ihtiyaç ve amacı ortaya çıkartmıştı. Faşist emperyalistler yenildikten (hem de SB ve devrimci halklar tarafından) sonra, antifaşist bilinci köreltmek emperyalist burjuvazinin sınıf çıkarınaydı. Faşizmi sınırlı gelgeç bir fenomen göstermek ve Hitler-Mussolini tipiyle sınırlamak, yeni koşullarda ihtiyaç duyduğu/duyacağı faşist hareketleri gizlemenin ve antifaşist bilinci köreltmenin en etkili yollarından biriydi.

Bu yol için üretilen teorik/ideolojik silahlardan biri, “post-faşizm” (faşizm sonrası) dönemi; “Faşizm artık tarihte kaldı” kavram ve değerlendirmeleriyle ifade edilen faşizmin bir daha geri gelmeyeceği teorisiydi. Bu, doğrudan ABD liderliğindeki kapitalist dünyanın ideolog ve yazarları tarafından yapılmış bir teorizasyondu.

Buna destek veren diğer bir teori de “totalitarizm eleştirisi”ydi. Bu teori H. Arendt’de en etkileyici ifadesini buluyor, komünizm ile faşizmi totalitarizm kavramında birleştirerek liberalizmi kutsuyor, ideolojik hegemonya kazanmasına yarıyordu. Yaşatmış olduğu kötülükleri komünizme de yükleyerek bir ölçüde faşizmi aklamayı amaçlıyor, o dönem özgülünde ABD liderliğinde askeri darbelerle faşist rejimleri kurma yönelim ve tehlikesini küçümsetmeye yarıyordu.

Böylece antifaşist bilinç ve duyarlılığın darbelenip geriletilmesine de katkıda bulunuyor, ABD liderliğindeki kapitalist dünyanın, devrimci krizlerde başvurduğu askeri faşist diktatörlüklere ve NATO’cu kontrgerillanın faşist cinayetlerine ilişkin bilinç körelmesi yaratıyordu. ABD hakimiyetinin dayanakları olan askeri faşizmlerin ayakta kalmalarını kolaylaştırıyordu.

Frankfurt okulu ideologlarının ve Avrupa komünizminin etkisinin geliştiği o koşullarda faşizme ilişkin mükemmeliyetçi liberal görüşler de solda etkili oldu ve devam etti.

Reformcu Avrupa komünizmi içerisinde yorumlanabilecek N. Poulantzas, 70’li yıllarda yazdığı “Faşizm ve Diktatörlük” kitabında, faşizmi yalnızca Hitler-Mussolini tipiyle sınırlayan görüş ortaya koydu. Diğer olağanüstü rejim biçimlerini askeri diktatörlük, Bonapartizm vb. nitelemeler atfederek faşizmden ayırdı. Emperyalizm dönemiyle kopmaz bağı içinde doğru olarak ele alsa da faşizmi Hitler ve Mussolini tipiyle sınırlamayı teorisinin başta gelen temel özelliği olarak koydu. Formüle ettiği teori, Franco ve Salazar rejimlerini bile faşist görmüyordu. Franco’nun ordu kaynaklı ama onunla sınırlı olmayan rejimi ile askeri faşist diktatörlükleri faşizm dışında tutuyordu.

Bu teorinin Birikim yazarları üzerinde, özellikle Poulantzas’ın söz konusu kitabının çevirmeni Ahmet İnsel üzerinde baskın bir etkisi olduğu söylenebilir.  Ahmet İnsel, boynuzun kulağı geçmesi misali, Poulantzas’ın faşizm formülasyonuna totalitarizmi de ekledi. “Eğer totalitarizmi de eklerse Sovyetler Birliği de bu formülasyon içine girer, düşüncesiyle Poulantzas bundan kaçındı” görüşüyle teorinin kurucusunu, niyetini sorgular biçimde eleştirdi. Türkiye’de otoritarizm teorisinin başını çekti.

Tartışmamız açısından belirtelim ki, Ahmet İnsel, 1999’daki “Otoritarizmin Sürekliliği” (4) yazısında otoritarizm teorisinin uluslararası yazarların görüşleriyle etkileşim içinde söz konusu teoriye ilişkin görüşünü açıkladı. Aynı zamanda Türkiye’de otoriter rejimin tarihsel köklerine atıfta bulundu, kısa süreler dışında Türkiye’nin otoriter rejimlerle yönetildiğine ilişkin görüşünü ileri sürdü. Bu otoriter rejimler içinde İttihat Terakki iktidarı, Kemalist tek parti yönetimi, Menderes iktidarı, bütün askeri iktidarlar farklılıklarıyla var.

Bilindiği gibi Birikimciler ve İnsel, AKP iktidarını “Demokratik devrim gerçekleştirdi” diye alkışlayıp desteklediler. Bu, elbette sınıfsal ve siyasi içeriğinden soyutlayarak “bir lider veya zümrenin iktidarının yönettiği özerk devletin rejimi/yönetiliş biçimi” olarak otoritarizm teorisinin kaçınılmaz yanılgısıydı.  Çevre burjuvazisi de olsa sivil toplumun otoriter rejim geleneğini sona erdirmesi bu teorinin görüş açısından demokratik devrim dışında yorumlanamazdı.

Erdoğan ve partisi iktidarda kesin hakimiyet sağlayınca politik İslamcı şeflik rejimini inşaya koyulunca, Ahmet İnsel yeniden dağarcığından “otoriter rejim” teorisini çıkarmak zorunda kaldı. Erdoğan’ın şeflik rejiminin faşist niteliğini yadsımak için otoritarizm teorisini etkili tarzda kullanmaya koyuldu. Bu çok da ikna edici olamayınca, aynı teorisinde nüansla var olan “otokrat rejim” nitelemesine geçti, her ikisini birden kullandı. Başka burjuva rejime geçilirse bu kez yeniden demokratik devrim ilan etmekten geri durmayacağını şimdiden öngörebiliriz.

Çok ilginç biçimde, neofaşist hareketlerin geliştiği ve iktidarların oluştuğu günümüzde burjuva liberaller, liberal sol, hatta bir bölüm küçük burjuva reformcu sosyalist otoritarizm teorisi ve kavramında buluştular.

Otoritarizm teorisyenlerinin ortak noktası, günümüz faşist partilerini, hükümetlerini, liderlerini ve devletlerini, bu niteliklerinden farklı göstermek için bu kavramı kullanıyor olmalarıdır. Benzer bakış açısına “sağ ve sol popülizm” kavram ve teorisinin de sahip olduğunu vurgulayalım.

Fakat faşizm nitelemesini kullanmamak için otoritarizm teorisinde birleşenler siyasal nitelikleri açısından farklılıklar gösteriyorlar.

Hayek, Brzezinski gibi burjuva liberalizminin ve emperyalizmin ideologları “otoriter, otokrat, totaliter rejimler” teorisini, faşizmle komünizmi aynı torbada göstererek, hatta faşizmin kaynağının sosyalist akım olduğunu ileri sürerek kapitalizmin ve parlamenter rejime dayanan siyasi sisteminin ideolojik hegemonyasını sağlamaya çalışıyorlardı. Böylece, faşizmin sosyalizm akımından türeyen geçici bir olgu, kapitalizmden türemeyecek bir olgu olduğunu yayarak, antifaşist bilinci köreltmeye çalışıyorlardı.

Onlar ideologluğunu yaptıkları kapitalist emperyalizmin, askeri faşist diktatörlüklerini ılımlı göstermeyi sağlamaya çalışıyorlardı. Ki bu diktatörlükler içinde 800 bine yakın komünist ve demokrat insanı katlederek siyasi soykırım yapan Endonezya’nın askeri faşist Suharto diktatörlüğü de Şili’nin Pinochet, Arjantin’in 5’li generallerinin faşist askeri diktatörlüğü de vardı.

ABD ve AB emperyalistlerinin düşünce kuruluşları ve yazarları (ideolojik gıdalarını Hayek ve Brzezinski’den alıyorlar) günümüzde gelişen neofaşist partileri aşırı sağ ve işbaşına gelen faşist liderleri otoriter olarak niteliyorlar. Le Pen’in partisinden AfD’ye ve hatta şiddet uygulayan Neonazilere kadar faşist örgüt ve partileri, sağ ve aşırı sağ olarak sınıflandırıyorlar. Orban’dan Erdoğan’a, Bolsonaro’dan Kolombiya’nın narkofaşist diktatörlüğüne uzanan işbaşındaki çok sayıdaki faşist lideri ve iktidarları otoriter olarak tanımlıyorlar.

TKP de Birikimci İnsel gibi, Erdoğan rejimini faşist değil otoriter olarak niteliyor:

“Emperyalizmin bunalımı, rekabetin tarafı olan ülkelerde iktidarların otoriterleşme eğiliminin hızlanmasına neden olmaktadır... bu eğilim(...) çoğu zaman bazı politik figürlerde cisimleş(iyor). Son dönemde, ABD’de Trump, Rusya’da Putin ve Türkiye’de Erdoğan bu durumun tipik örnekleridir.” (5)

TKP esasen uzun yasal çalışma alışkanlığının verdiği rehavet ve parlamentarist ideolojik yapısının elverişli zemini üzerinde faşizme ilişkin liberal teorilerden etkileniyor, hatta esinleniyor. 1980’li yılların sonunda Gelenek yazarlarından biri faşizm sorununu işlerken 12 Eylül askeri faşizmi dönemi dahil Türkiye’de hiçbir zaman faşist diktatörlük yaşanmadığı tezini ortaya atıyor. Devrimci hareketi bu açıdan eleştiriyordu. Anlaşılan TKP merkezi de benzer bir görüşe yakın duruyor ki, Erdoğan-Bahçeli rejimini faşist değil otoriter rejim ilan ediyor.

Öncelikle vurgulayalım ki “otoriterleşme” nitelemesi siyasi ve sınıfsal karakteri bakımından belirsiz bir kavramdır. Otoriter kavramı baskıcı yönetimi anlatır. Örneğin Engels’in otoriterlikten yakınan anarşistlerle polemikte vurguladığı gibi, devrim ve iktidarı da burjuvaziye karşı otoriterdir. Burjuvazinin faşist rejimlerini yalnızca “otoriter rejim” diye nitelemek, o rejimin siyasal niteliğini belirsiz bırakmak, siyasal niteliğini tanımlamaktan kaçınmak demektir. Ayrıca devrimin otoriterliğiyle burjuvazinin faşizmini karıştıracak bir bilinç de üretir.

Fakat elbette TKP’nin “otoriter” tanımını tercih etmesinin nedeni Erdoğan şeflik rejiminin faşist bir rejim olduğu gerçeğini reddetmesidir.

TKP’ye göre “Faşizm (…) toplumsal düzeyde siyasi ve ideolojik bir tahkimat anlamına gel[ir]”, bugünkü rejim bu özelliklere sahip olmadığı için faşist değildir!

Erdoğan rejiminin “toplumsal düzeyde siyasi ve ideolojik tahkimat”ı yoktur, yalnızca seçimle kitle desteği alıyor denemez. Fakat bu tahkimat Hitler ve Mussolini faşizmlerindeki düzeyde değil diye TKP Erdoğan rejimini faşist görmüyorsa, faşizmi Hitler ve Mussolini rejimleriyle sınırlıyor demektir.

Yazının bir sonraki alt başlığında görüleceği gibi bu görüş emekçi solda etkili. Fakat elbette, sınıf mücadelesinin zaman ve ülkeye bağlı olarak değişen güç ilişkilerinin, ülkelere göre değişen ulusal ve kültürel özelliklerin, burjuvazinin inşa ettiği faşist diktatörlüklerde değişik özellikler yarattığını belirtmek gerekir.

Örneğin, Mussolini iktidarı 1922 ile 1926 arası 4 yıllık dönemde daha dar, daha sınırlı ölçekte “toplumsal düzeyde ideolojik-siyasi tahkimat”a sahipti ama faşist bir rejimdi. Hitler faşizmi ise kitle desteğini iktidarının ilk yılında komünistleri ve burjuva muhalefeti terör ve yasakla ezme pratiğiyle birleştirdikten sonra tahkimatı hızla genişletebildi. Ama başından itibaren faşist bir rejimdi, ezdikten sonra değil!

Rejimin faşist olup olmaması “bir şey”, ideolojik-siyasi tahkimatı çok geniş örneğin neredeyse tüm toplum çapında mı yoksa daha dar düzeyde mi yapabildiği ise “farklı bir şey”dir.

Erdoğan ve AKP, seçmen kitlesinin bütününde değilse bile yarısı düzeyinde ideolojik-siyasi tahkimatı sağlamış durumda. MHP ise hemen bütün kitlesi üzerinde ideolojik-politik tahkimata sahip bir parti.

TKP’nin faşizm değerlendirmesinde bu yüksek düzeyde tahkimatı ölçü alması bazı somut analizleriyle de çelişiyor. Örneğin TKP, İran molla rejimini de faşist olmayan otoriter rejimler arasında sayıyor. Oysa TKP’nin ölçüsü olan ideolojik-politik tahkimat bakımından Molla rejiminin başarısı çok yüksek. İslami ideolojiyi geniş kitlelerde o denli tahkim edebildi ki, solu öylesine tasfiye etti ki, devrimci sol güçler 40 yıldır örgütlenemiyor bile.

TKP liberal faşizm teorisinin bir sonucu olarak antifaşist mücadeleyi de başına “sonuç alınması mümkün biricik mücadele sosyalizm mücadelesidir” lafzını koyarak “faşizme, savaşa, şuna buna karşı demokrasi mücadelesi koskoca bir yalandır” lafazanlığıyla günün en acil ve en yakıcı siyasi görevlerinden, küçümsemekten öte, açıkça kaçıyor. (6)

TKP’nin ulusalcı özelliği nasıl ki, eğer ABD, Erdoğan’ı düşürmeye kalkışırsa buna karşı mücadele etme isteğini yaratıyor (7) ve rejimin niteliğini önemsememeye götürüyorsa, faşizme ilişkin liberal görüşü de rejimin faşist niteliğini önemsememeye, dahası antifaşist mücadeleyi de küçümsemeye götürüyor.

TKP’yi aynı zamanda uzun yıllardır süren parlamentarist, yasalcı ve pasifist mücadele alışkanlığı da rejimin niteliğini küçümsemeye götürüyor. Erdoğan faşizmi, önündeki devrimci engellerle uğraştığı için TKP’ye şimdilik dokunmuyor. Dokunduğu zaman, TKP, antifaşist mücadelenin yalan olduğunu söyleme densizliğini, ABD’nin olası düşürme operasyonuna karşı Erdoğan’a göğsünü siper etme ulusalcılığını bırakmak zorunda kalacak. Dahası rejimin faşist olduğunu, kendisinin yanıldığını belirtecek ama “iş işten geçmiş” ve çok geç kalmış olacak.

“Faşizm Kurumsallaşmadı” Öznelliği

Saray iktidarının faşizmi inşa etmekte olduğunu, ama henüz niteliksel bir değişikliğin yaşanmadığını ve başka dayanaklar da göstererek, mevcut rejimi faşizan özellikleri olan gerici, despotik iktidar şeklinde tanımlayan görüşler de emekçi sol saflarda yaygın. EMEP (Teori ve Eylem dergisi), SYKP ve Komite dergisi (Umut-Sen) aralarında nüanslar olmakla birlikte, faşist diktatörlük sorununa ilişkin bakış açısı, niteleme ve gerekçelerde birleşiyorlar.

EMEP’in görüşüne yapacağımız eleştiriler diğer iki akım için de geçerlidir. Farklılıklarına değineceğiz. 

EMEP’in siyasi çizgisindeki Teori ve Eylem dergisi yazarı S. Selçuk rejimin neden faşist diktatörlük değil de “oldukça yoğun, gerici bir burjuva diktatörlük” olduğunu, uzun uzun anlatmaya çalışıyor, o arada teorik olgunluk dersi vermeyi de ihmal etmiyor!

Birinci temel gerekçe olarak “bir devlet biçimi değişikliği olarak faşizm(…) kurumsallaşma”mıştır diyor (8). Faşizmin “kurumsallaşmadığı” özellikle yasallık alışkanlığına batmış emekçi sol çevrelerde faşist diktatörlük gerçekliği temelinde bir siyasal strateji ve taktiklerden kaçınmak için kullanılan yaygın bir argüman ve görüş. II. Enternasyonal oportünistlerinin savaş karşısındaki tutumlarını çağrıştırıyor. Günümüz Türkiye’sinde faşizm bir devlet biçimi olarak kurumsallaşmamış mıdır?

Devletin başta gelen kurumları yürütme, yasama, yargı, ordu ve polis, askeri ve sivil bürokrasidir. Yürütmenin “tek adam”ın elinde olduğunu S. Selçuk da reddetmiyor. Diktatör, devleti yöneten Saray bürokrasisini ve atadığı hükümette yetki sahibi kıldığı birkaç bakanlığı (savunma, içişleri) sıraladığımız hiyerarşiye göre elinde tutuyor.  Gerçek yürütme bunlardır.  İttifak gücü MHP’nin bile ne hükümette ne de Saray bürokrasisinde resmi mevziisi vardır. MHP üstten diktatörün kendisiyle görüşerek yürütme üzerinde etkili olabiliyor.

Parlamentonun hala var olmasına rağmen yürütmenin emrinde olduğunu S. Selçuk da kabul ediyor. Bu, yasamanın diktatöre tabi olduğu anlamına geliyor. Yine de yetkileri kuşa çevrilen işlevsiz parlamentonun hala açık olmasına aşağıda değineceğiz.

Yargının durumuna gelince… AYM, HYSK, Yargıtay ve başsavcılar esasen diktatörün işaretine bakıyorlar, ona tabiler. Yüksek yargının kadrosunu bir bölümünü diktatör doğrudan atıyor. Diğer bir bölümünü diktatörün emrindeki AKP-MHP parlamento çoğunluğu atıyor. Diktatörün emrindeki HYSK istediği yargıç ve savcıyı kızağa çekebiliyor. Yargı yalnızca faşist diktatöre tabi hale getirilmekle de kalmadı, çıkarılan yasalarla AKP-MHP ve VP’li avukatlar ile savcılık ve yargıçlık kadrosu doldurularak bütün bir yargı bürokrasisi kadrosal olarak da faşistleştirildi.

Erdoğan ve AKP’nin inşa ettiği rejimin, henüz kurumsallaşmadığı iddiasının yanlışlığını ordu ve polise askeri ve sivil devlet bürokrasisinin bütününe baktığımızda da görürüz. 29 Temmuz 2011 tarihinde Kemalist Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve kuvvet komutanları birlikte toplu istifayla Ergenekoncuların tutuklanmalarını protesto ettiklerinde TSK’da deprem olmadı. Tam tersine önce Erdoğan-AKP’yle anlaşan Necdet Özel, sonra doğrudan politik İslamcı Hulusi Akar’ı genelkurmay başkanı yapıldılar. Erdoğan bununla da kalmadı, boşalan TSK üst kademelerini de Gülenci ve AKP yanlısı generallerle doldurdu. Bunun tahminlerin üzerinde gerçekleşmiş olduğu, 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrası gelişmelerle çarpıcı biçimde açığa çıktı.

Erdoğan önce fiilen, başkanlık rejimine geçerken de resmen MGK bileşimini değiştirdi, çoğunluğu hükümetten gelenler ve MİT Başkanı’nın oluşturduğu yeni bileşimli, kontrol ettiği bir yapı kurdu. Halen MGK’nın parlamentonun üstünde ve faşist şefin kontrolünde devletin ve rejimin yapısında özel bir işlevi var. Yalnızca Avrasyacı Kemalistleri değil, ABD’ci Kemalist Mehmet İlker Başbuğ’u da zindana atarak TSK’daki Kemalist subaylara örgütlenirlerse geleceklerinin zindan olacağına dair büyük bir gözdağı verdi.

2014 sonbaharında MGK’da kararlaştırılan Çöktürme Planı, zindandaki Kemalist subayların serbest bırakılarak Erdoğan’a yedeklenmelerini birlikte getirdi. 2014’ten itibaren fiilen işleyen başkanlık rejimi, 2015’te Çöktürme Planı’yla Kürt halkına, devrimcilere ve demokratlara karşı, Suruç ve 10 Ekim Ankara toplu katliamlarıyla, Cizre -Sur vahşetiyle, Medya Savunma Alanları’na savaşla kesin zafer elde etmek istedi.

Faşizmin bu kudurganca saldırganlığı ve savaşı kesin zafere ulaşamadı. Ancak Erdoğan’ın ittifak güçlerini arkasında birleştirebilmesine, yanı sıra TSK’yı da hegemonyası altına almasına yaradı.

TSK açısından çok daha fazlası, geniş kapsamlı tasfiye ve yeniden yapılandırma 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yaşandı.

Kontrollü erken doğum yaptırdığı darbe girişimini kullanarak Erdoğan yalnızca iktidar dalaşına girdiği Gülen cemaati örgütünü tasfiye etmekle kalmadı. TSK’nın eğitim kurumları ve müfredatından askeri hastanelere, genelkurmay başkanının savunma bakanlığına bağlanmasına, üniversite mezunu AKP ve MHP’lilerle TSK alt kademelerinin doldurulmasına değin değişiklikleri gerçekleştirdi.

Ayrıca Rojava ve diğer alanlara işgal ve savaşlarla rabia-bozkurt ideolojisi eşliğinde diktatöre bağlılık duygusu ve bilinci TSK’da güçlendirildi.

TSK’da Erdoğan ve AKP-MHP (MHP’nin TSK’da her dönem önemli mevzileri ve gücü zaten vardı) ittifakı tarafından faşist kurumsallaştırmanın henüz sağlanamadığı asla denemez.  Hitler ve Mussolini faşizminin orduda sağladıkları ideolojik ve örgütsel yapılandırmanın düzeyine varmasa da Erdoğan faşizmi tarafından ve Bahçeli’yle ittifak halinde bu kurumsallaşma gerçekleştirilmiştir. Ergenekoncu subaylar da bu ittifak içinde yer aldılar. Fakat Erdoğan’ın ABD’ye biatını yenilemesinden sonra bu kesimin tümden tasfiye edileceği görülüyor. Emekli amiraller bildirisini imzalayanlara dava açılması ve 28 Şubatçılara müebbet mahkumiyetinin onaylanması buna işaret ediyor. 

Polis örgütü, Gülenci şeflerin tasfiyesinden sonra MHP’lilerle AKP’li polis şeflerinin hakimiyeti altına alındı. Yanına AKP ve MHP’lilerden bekçi gücü de eklendi.

Atamayla görevlendirilen vali ve kaymakamların tamamen Erdoğan ve Bahçeli’ye bağlı oldukları zaten biliniyor.

Akademi ve sivil bürokrasinin üst kesimi zaten diktatör ve MHP’nin elinde. Alt kesimlerinin OHAL KHK’larıyla demokratik güçlerden bir hayli arındırıldığını da buna eklemek gerekir.

Jandarma ve poliste JÖH, PÖH ve siyasi polis örgütlenmesinin bu dönemde yeniden ve daha güçlü olarak örgütlendiğini belirtmek gerekir. MİT’in bu dönemde resmen de içte dışta silahlı operasyon yetkisiyle yasal olarak donatılması da devletin faşist kurumsallaşmasının bir öğesi.

Dahası devletin faşist kurumsallaşmasına bağlı ve tabi olarak içte İslamcı ve ülkücü, dışta politik İslamcı, Osmanlı Ocakları, SADAT, ÖSO adlarıyla yüz bini aşkın paramiliter çetenin bu dönemde geliştirilmesi Erdoğan faşizminin temel özelliklerinden bir diğeri. Buna ek olarak rejimin dış sahada politik İslamcı örgütleri yönlendirebilmesi, Avrupa’da, işgal bölgelerinde ve diğer yerlerde faşist terör eylemleri yaptırabilmesi faşist devlet kurumsallaşmasının nereye değin uzandığının kanıtı.

Bütün bunların 16 Nisan 2017 referandumuyla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018’de yürürlüğe giren “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile anayasal düzeyde yasallaştırıldığı da eklenmelidir. Çarpıcı gerçeklik şundan ibarettir; faşist şeflik rejimi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” biçiminde kurulmuştur. Söz konusu olan bir hükümet değişikliği değil devlet biçiminin, rejimin değişikliği olduğu içindir ki, kurulması zaten aynı zamanda kurumsallaşması anlamına da gelir.  Bu durumda Erdoğan, henüz devlette faşist kurumsallaştırmayı gerçekleştirememiş faşist liderlere, S. Selçuk’un da örnek verdiği ABD’de Donald Trump’ a benzetilemez.  

Burjuva Demokratik Hak ve Kurumlar Hala Var Öyleyse ...

S. Selçuk rejimin neden faşist olmadığının diğer temel gerekçesi olarak parlamenter burjuva rejimin bazı kurumlarının var olmasını, demokratik kısmi hakların hala kullanılabiliyor olmasını ileri sürüyor:

“Bir ‘Anayasa’ ve ‘yasalar’ var(...)

‘Serbest seçimler’ henüz yapılmaktadır. Fiiliyatta ‘tek adam rejiminin noteri’ gibi çalışmakla birlikte parlamento faaliyetini sürdürmektedir ve bu noktada önemli olan ‘Cumhur İttifakı’nın Meclis’te anayasa değişikliği yapacak çoğunluğa sahip olmamasıdır.”

“İşçi sınıfının devrimci partisi başta olmak üzere, devrimci parti, örgüt, çevreler ve işçi basını başta olmak üzere devrimci basın baskı ve yasaklamalara karşın legal alanda faaliyet yürütebilir durumdadır.” (9)

Her şeyden önce, “Parlamento faaliyetini sürdürmektedir ve bu noktada önemli olan Cumhur İttifakı’nın Meclis’te anayasa değişikliği yapacak çoğunluğa sahip olmamasıdır” görüşünde somutlaşan parlamentarizm ve yasallık zihniyetinin yarattığı ibret alınası bir akıl tutulması örneği olduğunu vurgulamak zorundayız. 

Seçimler, parlamento, anayasa varlığı, faşist rejimin ayak bağlarıdır. Fakat faşizm yeterince kitle desteği bulamadığı koşullarda bu kurumları sınırlanmış biçimde de olsa devam ettirmek zorunda kalabilir, bu kurumları kendisiyle bağdaştırabilir veya işlevsiz halde tutabilir. Yani varlıkları faşizm için aşılmaz engeller değillerdir.

Örneğin Hitler diktatörlüğü altında parlamento kapatıldı ama Weimar cumhuriyetinin burjuva demokratik anayasası devam etti.  Tabii ki hiçbir hükmü yoktu. Çünkü faşizm KHK yetkisini Hitler’e vermiş, bu yolla anayasayı hukuken de aşmıştı. Sonrasında Hitler faşizmi anayasanın kâğıt üzerinde varlığını ortadan kaldırmadı ama elbette içteki pratikte de emperyalist paylaşım savaşlarında da anayasayı dikkate almadı. Parlamentoyu ise ortadan kaldırdı.

Fakat Dimitrov yoldaşın belirttiği gibi; Hitler’den farklı olarak, “Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin kesin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetme yoluna gitmez. Sosyal demokrat partiler de dahil olmak üzere öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar.” (10)

Bu, Bulgaristan faşizminin 1923-1934 arası birinci döneminin, Mussolini’nin 1922-26 arasında henüz komünist parti ve diğer partileri tasfiye etmeye gücünün yetmediği döneminin deneyimlerinden çıkarılan bir sonuçtu.

Bulgaristan’da faşizm deneyiminin o dönemini Dimitrov yoldaştan okuyalım:

“Bulgaristan'da, faşist diktatörlük iki evrede gelişti. Birinci evre, 9 Haziran 1923 askeri darbesiyle başladı. Tsankov-Lyaptçev-Burov Demokratik Birliği aşaması, faşist diktatörlük ile parlamentarizmin kalıntılarının özgül birleşmesi ile belirlenir. Faşist diktatörlük, eski burjuva partilerinin Demokratik Birlik'te toplanmasıyla kendine kitle tabanı yaratmayı denemiştir. Ancak burjuva kamptaki derin görüş ayrılıkları ve emekçi kitlelerde faşizmin hiç popüler olmaması, birleşik bir burjuva gücün oluşmasını önleyip diktatörlüğü başka partilerin varlığına izin vermeye zorlamıştır.” (11)

Demek ki Çar’ın darbesiyle gelen Bulgaristan rejimi, yeterince kitle temeli bulamadığı için burjuva parlamentoyu sınırlayarak da olsa açık tutmak zorunda kalmıştı. Bu duruma rağmen rejim faşistti.

Sonrasında gelişen mücadele demokratik hakların daha çok kazanılmasına, faşist diktatörlükte gedikler açılmasına, o dönem hükümetinin yıkılmasına yol açmıştı. Çar 1934’teki ikinci darbeyle parlamentoyu da kapatarak, bütün demokratik hakları ve örgütleri tasfiye ederek Dimitrov’un söylemiyle “açık faşist diktatörlüğe” geçti. Aralarında çokça fark olan her iki dönemde de devlet biçimi faşistti.

Türkiye’de bugünkü iktidar, şeflik rejimine geçerken, yürütmenin ve yasamanın hemen bütün yetkilerini başkanda topladı. KHK yetkisiyle diktatörü donattı. Diktatör bu yolla anayasaya aykırı da olsa her türden kararı kanun hükmünde çıkarabiliyor. Örneğin kişisel verilerin Saray’ın iletişim başkanlığına verilmesini öngören KHK’yi, anayasaya aykırı olmasını takmayarak çıkardı. Yapılmış kanun varsa KHK çıkaramayacağı anayasal hüküm olmasına rağmen Erdoğan KHK çıkarıyor.

AYM, Sayıştay, Danıştay vb. kurumların iktidarı aleyhine kararlarını takmayacağını yüksek sesle ve tehditle ilan ediyor. Parlamentonun, anayasal olarak devlet başkanının KHK’larını iptal etme yetkisi var, fakat fiilen bu yetki diktatör aleyhinde kullanılmıyor. Çünkü hile katarak, kan dökerek parlamentoda MHP’yle birlikte oluşturduğu çoğunlukla bunu engelliyor. Ama parlamentoda çoğunluğu kaybedeceği zaman, ya daha büyük hile ve kan dökücülükle, bazı partilerin seçime girmesini yasaklayarak yeniden çoğunluğu sağlar veya savaş vb. nedenlerle kazanamayacağı seçimi yaptırmaz. Diktatörün tetikçisi Çavuşoğlu burjuva muhalefete seslenerek bu gerçeği açıklarken şaka yapmıyor, faşist iktidarı o koşullarda da sürdürme keyfiyetinin keyfini dile getiriyordu: “Seçim olsa da iktidarın size verilmeyeceğini biliyorsunuz.” (12)

Diktatörün kan dökerek ve hileyle seçim alma imkânı inkâr edilebilir mi? Türk halkını Kürt düşmanlığıyla yanında tutma olasılığının da bu imkânı yarattığı açık değil mi? Yeniden ABD’ye biatını ilan etmesi, burjuva muhalefete seçimle iktidarı devretme olasılığını yaratsa da HDP’yi kapatma, Kürt özgürlük hareketine ve devrimci, antifaşist harekete savaş ve devlet terörünü artırma ortamında hile yöntemini kolayca kullanabilir.

Demokratik haklara gelince... Mussolini’nin 1922-26 döneminde de Bulgaristan’ın 1923 darbesinden ve buna karşı ayaklanmadan bir süre sonra da faşist diktatörlüğün terörü ile kullanılan sınırlı demokratik haklar iç içe vardı. Hatta Bulgaristan Komünist Partisi, İşçi Partisi olarak örgütlenebildi ve Sofya Belediyesi’ni kazanabildi.  Bunu sağlayan elbette kitlelerin mücadelesinin hala sürebilmesi ile faşizmin kitle temelini çok güçlü düzeye, neredeyse toplum çapında ideolojik politik tahkimat düzeyine her iki ülkede de henüz çıkaramamış olmasıydı.

Fakat her iki ülkenin sözünü ettiğimiz dönemlerinde, bu duruma bakılarak, faşizmin henüz “devlet biçimi” haline gelmediği analizi yapılmıyordu. Faşizm devlet biçimi haline gelmiş, yani devlet biçimi değişmişti.  İdeolojik-siyasi tahkimatı neredeyse toplum çapında genişletebilmesini, Mussolini 1926’dan başlayarak faşist parti dışındaki bütün partileri kapatarak zindan silahını da kullanarak, gerçekleştirebildi. Mussolini faşist diktatörlüğünün 1926 öncesi ve sonrası arasındaki fark faşist diktatörlüğün, faşist devlet kurumsallaşmasının yokluğu veya varlığı farkı değildi. Komünistlerden başlayarak faşist parti dışındaki partiler ile demokratik kitle örgütleri ve hakların varlığı, parlamentoyu ve seçimleri kullanabilmeleri ile 1926’dan sonra bunların tasfiye edilmesiydi.

Erdoğan faşizmi, bu yasakları getirmek, demokratik güçlere karşı çok kitlesel zindana atma silahını kullanmak istediği halde yapamadı.Bunu önleyen, izin vermeyen elbette direniştir. Saldırı hedefinde en ön planda ve direnişin en sert cephesinde Kürt ulusal özgürlük hareketi var ve en ağır bedelleri yükleniyor.

Silahlı direnişte devrimci hareket kısmen yer alıyor, faşizmin hedefi oluyor.

Ayrıca işçi, gençlik ve kadın hareketinin eylemleri var.

Erdoğan faşizmi, Teori ve Eylem dergisinin yazarının iddia ettiği gibi saldırı ve yasağı “çok temkinli” değil hızlı ve yeniden yeniden deneyerek uyguluyor.

Fakat eğer yazarın “işçi sınıfı partisi” dediği EMEP’e sıra henüz gelmediyse birincisi, 2015 yılında Çöktürme Planı direniş nedeniyle tam zafer kazanamadığı için. İkincisi süren direniş ortamında, EMEP faşizme karşı direnişin önde gelen, özel bir konuma sahip önemli bir gücünü oluşturamadığı için faşist devlet terörünün öncelikli hedeflerinden biri değil. Örneğin 10 Ekim barış mitingi, -EMEP’in de katıldığı ve şehitler verdiği bu eylem barışçı olmasına rağmen- faşizmin saldırısını ve şovenizmi kırmada büyük bir rol oynayacağı için acilen saldırılması gereken bir eylemdi. Erdoğan faşizmi de çok vahşi biçimde saldırdı. Yine Suruç’ta sosyalist gençliğin Kobanê dayanışması eylemi de aynı nedenle vahşi bir saldırıya uğradı.

Öte yandan Kürt direnişi ve devrimci hareketin direnişi, savaş ve Cizre-Sur vahşetiyle, Suruç, 10 Ekim ve diğer kitlesel katliamlarla yenilgiye uğratılabilmiş olsaydı Erdoğan faşizmi asla temkinliliğe başvurmadan hemen o süreçte, bütün sosyalist ve demokratik parti ve güçleri çok kısa sürede yasaklayıp yönetici ve üyelerini zindana atacak, hatta burjuva muhalefete de zindan sopasını sallayarak onları da yasaklayacak, seçim, parlamento vb. takmayacaktı.

Fakat “bölücülüğü” ve “terörizmi” yenememiş bir faşizmin, demokratik güçleri bir defada tasfiye etmeye kalkışırsa kitle desteğinin çok önemli bölümünü kaybedeceğini Erdoğan ve Bahçeli de biliyor, bu nedenle yönelemiyor. Bu güçlere yeniden yeniden saldırarak ve işgalci savaşlara başvurarak, kesin zafer kazanmak ve zaferin yaratacağı şovenizm rüzgarına binerek bütün demokratik güçleri yasaklayıp, zindana atarak halledebileceğini düşünüyor.

Tabii ki işçi, kadın ve gençlik kitle eylemlerinin faşizmin kesin zafer kazanmasını önlemede bir rolü var. Fakat bu eylemler yaygınlığı ve kitleselliği bakımından henüz çok büyümedikleri için rolü de sınırlı. 

S. Selçuk, faşizmin inşasının henüz neden dönüm noktasına varmadığını izah ederken, bunun işçi ve emekçilerin mücadelesi tarafından engellendiğini vurgulayarak etkili kılmaya çalışıyor. Sol göstererek benimsediği sağ pozisyonunu örtmeye çalışıyor.

Oysa silahlı Kürt direnişi ve devrimci direniş, kitlesel mücadeleler de iktidardayken AKP ve Erdoğan’ın politik İslamcı faşizme geçişini, devleti hem ele geçirme hem de bu faşizm doğrultusunda -polis ve askeri şefler zaten faşist nitelikteydi- değiştirmeyi önleyemedi. Fakat Erdoğan faşizmi amacına tam ulaşamadı. Kürt silahlı direnişini, devrimci ve antifaşist direnişi ezemedi. Kesin zafer kazanamadı. Yeniden yeniden saldırılarında da savaşlarla birleştirilmiş saldırılarında da amaçladığı başarıyı sağlayamadı.

Erdoğan faşizmine geçişte kapitalizmin krizinin ve bunun yol açacağı kitlesel mücadele tehlikesinin rolü vardı ama taliydi. Tüm burjuva klikler tarafından değişik ölçülerde de olsa faşizme geçişin desteklenmesinin asıl nedeni de Kürt ulusal özgürlük direnişini yenilgiye uğratma amacıydı. Rojava devrimi ve elde ettiği statünün devrimci tehlikesiydi. Erdoğan faşizminin tüm demokratik güçleri kısa sürede tasfiye edememesinin asıl engeli de Kürt özgürlük hareketinin direnişini ezememesidir.  Maalesef S. Selçuk’un belirttiğinin tersine “işçi hareketi” bunda az rol oynadı. EMEP de az rol oynadı, şimdi ise DİB toplantılarından başka bir şey yapmıyor, eylemsel rol oynamıyor, faşizme karşı fiili meşru mücadelede “var” gibi davranıyor. 

Vurgulamak gerekir ki faşizm Kürt direnişini ezebilseydi, diğer devrimci güçleri nispeten kolayca tasfiye edebilir, demokratik alandaki güçleri ise maalesef çok kısa sürede bitirirdi.

Sonuçta direniş ağır bedellerle de olsa faşizmin kesin zaferini engelleyerek, saldırıları püskürtebilme dinamizmini, yeniden yükselteceği mücadelelerle faşizmi yenilgiye uğratabilme imkanını sağladı.

Bunun sağlanabilmesi ve faşizmin kesin zafer kazanamaması, demokratik hakları ve demokratik alanı tümden ortadan kaldıramamasına yol açmış durumda.  Fakat bu, devletin faşist kurumsallaşmasının gerçekleştiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. 

Despotizm ve Faşizan Özellik Faşizmi Gizliyor

SYKP ve Komite/Umut-Sen de rejimi faşist görmüyor. EMEP’in gerici diktatörlük belirlemesine eleştirilerimiz bu her iki akım için de geçerlidir.

SYKP “despotizm”, Komite dergisi de “faşizan” tespitiyle rejime ilişkin nitelemelerinin yetersizliğini kurtarmaya çalışıyor ama yetmiyor, yetmez de.

Despotizm otokrasi, monarşi döneminin baskı biçimidir. Faşizm, burjuvazinin tekelci kapitalizm, emperyalizm döneminde komünist ve devrimci mücadelelere karşı geliştirdiği yeni bir yönetim biçimi olarak, tarihsel gericiliğin despotik saldırı yöntemlerinden yararlanır. Faşist rejimin saldırı yöntemleri içinde yer verir. Veya monarşizmde kralın tek karar vericiliğine benzer biçimde faşist liderin tek karar verici olmasını yönetim biçimi içine alır.

Ama her halükârda despotizmde kral ve prenslerin feodal mülkünü koruma amacı ve bu amaç doğrultusunda devletin orta çağa özgü terörü köylüler üzerinde vardır.

Faşizmde ise burjuva mülkiyeti, sömürüyü ve iktidarı işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıflara karşı koruma ile bu amaç için çıplak devlet terörünü yeni araç ve yöntemlerle birleştirerek uygulamak var. Burjuvazinin açık terörist diktatörlüğüne “faşist” dememek için “despotizm” kavramını kullanmak faşizmin despotik yöntemleri de barındıran kudurmuş teröristliğini izah etmeye yetmediği gibi, sınıfsal nitelik ve amacını da karartan bir rol oynar. Rejimin faşist niteliğini ret ve nesnel olarak gizleme teorisini kurtaramaz.

“Faşizan” nitelemesi faşist baskıları içeren, faşizme benzeyen ama faşist olmayan anlamını taşır. “Faşizan” baskılar hemen her burjuva diktatörlüğünde var. Komite dergisi, rejimin faşist niteliğini, faşist diktatörlüğün varlığı gerçekliğini ret teorisini kurtarmak için “faşizan” kavramına başvuruyor. “Bakın biz faşist rejim demiyorsak da faşist baskılarını da görüyoruz” demeye getirerek teorisinin isabetsizliğini, antifaşist bilinci köreltme işlevinin yarattığı durumu hafifletmeye çalışıyor. Fakat tabii ki durumu kurtaramıyor.

Sonuç olarak;

Otoriter, gerici, despotik diktatörlük tanım ve analizleri antifaşist bilinci körelten nitelemeler oldukları gibi, faşizm gerçeğinin anlaşılmasını önleyen, gizleyen özellikleriyle faşist diktatörlüğe karşı mücadeleye zarar veren bir rol oynuyorlar.

Faşizmin tarihsel gelişmesi sürecindeki deneyimleri, örneğin askeri faşist diktatörlüklerin mantar bitercesine emperyalizm ve yerli burjuvazi tarafından gerçekleştirilmesi dönemini yok saymaları bakımından da bu teoriler sınıfta kalıyor.

Ayrıca faşizme ilişkin liberal teorilerin hegemonyasını güçlendiriyorlar.

Faşizme karşı mücadelenin devrimci bir çizgide gelişebilmesi ve mukadder yenilgisinin hazırlanması aynı zamanda faşizme karşı mücadeleyi günün sorunu görmeyen liberal faşizm teorilerine karşı mücadelenin kesintisiz yürütülmesiyle mümkündür.   

Dipnotlar

1 13. Kongre Türkiye Konferansı Raporu, 11 Ağustos 2021, tkp.org.tr

2 Teori ve Eylem dergisi, Ocak 2021 sayısı

3 13. Kongre Türkiye Konferansı Raporu, 11 Ağustos 2021, tkp.org.tr

4 Birikim dergisi, 125-126. Sayı

5 Aynı kongre raporu

6 Faşizmle Demokrasi Arasındaki Fark, Aydemir Güler, 27 Ocak 2018, habersol.org.tr

7 Erdoğan Atatürkçü Olursa, Kemal Okuyan, 31 Ekim 2017, habersol.org.tr

8 Teori ve Eylem dergisi, Ocak 2021 sayısı

9 Teori ve Eylem dergisi, Ocak 2021 sayısı

10 Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Georgi Dimitrov, Ekim Yay., S.136

11 Bulgar Faşizminin Karakteri Üzerine Tezler, 1936, Özgürlük Dünyası Arşivi, 1993

12 (https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/cavusoglundan-iyi-partili-vekile-secim-olsa-da-iktidarin-size-)

 

 

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi