Kemalizm, Ulusal Sorun ve Mücadele Biçimleri Bağlamında Deniz, Mahir, İbo

1971 devrimci hareketinin oluşumu 1960’lardaki sol-demokratik yükselişle doğrudan ilişkiliydi. Dünya ölçeğini dışta tutarak iç gelişmeler kısaca şöyle sıralanabilir: 1962’de TİP bir grup sendikacı tarafından kuruldu. Ancak etkisiz kaldı. Mehmet Ali Aybar’ın Genel Başkanlığı kabul etmesinin ardından aydın, yarı-aydın kesimlerle buluşan TİP ilgi uyandırarak gelişti. 1965-1970 arasındaki dönem ise çalkantı, çatışma, tasfiye ve kopuş kelimeleri etrafında özetlenebilir. İç tartışmalara boğulan TİP devrimci gençliğin enerjisini soğurmaya ve sonra bastırmaya, düzen içinde tutmaya çalıştı. TİP idarecileri legalizme biat etmişti. Gençlerin zihinlerinde böyle prangalar yoktu. Gençler TİP’teki teorik-politik konformizmi reddediyor ancak henüz kendi bağımsız yollarını da açamıyordu.

Böyle zamanlarda, tarihte örneği sıklıkla görülen bir olay meydana geldi. Eski TKP’li olan ve TİP idarecileriyle ihtilafı bulunan Mihri Belli gençlerin “önderi” olmaya soyundu. Onları, kendi zihnindeki bir Kemalist sol cunta hayali doğrultusunda birleştirmeye çalıştı. Bu nedenle Kemalizm’in ne denli iyi-güzel olduğunu anlattı. Bütün o yıllar boyunca Mihri Belli’nin Kemalizm methiyelerine ve bir insanın sosyalist olmadan evvel ulusalcı-Kemalist olması gerektiği türünden akıl almaz yaklaşımına bakıldığında Mihri Belli’nin kendini bu sol Kemalist cuntaya adeta kilitlediği rahatlıkla söylenebilir.

‘Aydınlık Sosyalist Dergi’ TİP yönetimini eleştiren, çeşitli grupların ve isimlerin yazdığı bir platformdu. Deniz, Mahir, İbo’nun da bu dergide yazıları vardır. Ancak orada yer alan önemli bir grubun sözcüsü olarak Mahir Çayan öne çıktı. 1970 sonlarında Mahir - ve O’nun merkezinde olduğu, ağırlığını devrimci gençlerin oluşturduğu kadrolarla beraber- Aydınlık’tan ayrıldı ve oradaki hâkim anlayışı temsil eden Mihri Belli’yi sert eleştirilere tabi tuttu.

Daha çok pratik devrimci mücadeleye ağırlık veren Deniz Gezmiş de Aydınlık’ın dışındaydı. O sırada başında Doğu Perinçek’in bulunduğu bir başka grup Aydınlık’tan ayrılarak ‘Proleter Devrimci Aydınlık’ çıkarmaya başlamıştı. PDA, TİİKP isimli siyasi çevrenin yayını olarak hayatına devam ederken Mahir Çayan ‘Kurtuluş’ dergisini çıkardı ancak derginin sürekliliği olamadı. Deniz’de ise bir dergi çıkarma çabası yoktu.

1970 sonbaharında merkezinde Mahir’in olduğu grup THKP-C’yi kurdu. Denizler eş zamanlı olarak THKO’yu. Elbette bu oluşumlar tek kişi tarafından kurulmadı ancak belli isimlerle özdeşleşti, o nedenle anlatımda bu ifadeleri tercih ediyoruz. Her iki devrimci örgütlenmenin çeşitli politik-askeri eylemleri oldu. O mücadele sürerken ve henüz gerçek anlamda mekanizmaları işleyen, illegal imkân ve kabiliyetleri artan birer örgütlenme haline kavuşamadan 12 Mart 1971 darbesi yaşandı. Devam eden devrimci eylemlerin ardından 1972 baharında Kızıldere ve Denizlerin idamıyla (6 Mayıs) iki devrimci organizasyon da dağıtıldı.

İbrahim Kaypakkaya ise 1972 baharında TKP-ML’yi kurdu. O zamana kadar içinde yer aldığı PDA ile çeşitli konular etrafında yürüttüğü tartışmalardan sonra çizgisini reddederek kendi bağımsız yolunu inşa etti. İlginç olan ‘Aydınlık’ta Mihri Belli’nin pozisyonunu PDA’da Doğu Perinçek’in aynı bakış açısıyla işgal etmesiydi. Perinçek “liderimiz Mustafa Kemal’dir” diyordu örneğin. Kaypakkaya Ocak 1973’te bir çatışmada tutsak düşüp o yılın baharında katledildiğinde (18 Mayıs) 1971 devrimci çıkışının üçüncü devrimci örgütü de pratikte yenilmiş oluyordu.

1971 çıkışı gerek düşüncede gerek eylemde olup bitmiş değildi. Akış, oluşum, dönüşüm halindedirler. Nitekim her üç akımın devamcısı olduğunu belirten devrimci parti ve örgütler bir örnek tarzda ilerlemediler. O nedenle henüz yirmili yaşlarda katledilen ve Marksizm’den sınırlı kaynaklar üzerinden haberdar olan Deniz, Mahir ve İbo’yu etiketlemek veya yaftalamak fazlasıyla yüzeysel bir indirgemecilik olur. Bize göre her üç çıkış da devrimcidir, yaşamları devrime ve komünizme adanmıştır. Ve kadroları bu uğurda işkence görmüş, hapsedilmiş ve birçoğu ölümsüzleşmiştir. Düşündükleri, yaşadıkları ve yaptıkları birer tarihsel tecrübedir.

O halde şimdi ‘Kemalizm’ başlığını açalım.

Her üçünü de son derece bayağı, ucuz ve basit Kemalistlik ithamlarının dışında tutmak gerek. Özellikle Deniz’in adı etrafında yapılmaya çalışılan bu tartışma oldukça anlamsız.

1960’lardaki sol yükseliş Kemalizm’in ‘sol’ yorumlarını da öne çıkardı. Tıpkı 1930’larda ‘faşist’liğe yatkın ve hatta hayran Kemalistlerin o eksenli yorumları öne çıkarması gibi. Sol yükselişin hem yerel hem uluslararası boyutları vardı. Hitler faşizmine karşı direnen devrimci-komünist örgütlenmeler “en geniş cephe” arayışı etrafında ulusçu motifleri kullandı (Fransız Komünist Partisi, İtalyan Komünist Partisi vb.) Bu tartışmalar zaman içinde sosyal şovenizme kaynaklık etti. Sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı pek çok komünist partinin aldığı tutum bunun örneklerindendir.

Türkiye’de Menderes diktasına dönük tepki ve uygulamalar 1950’lerin sonundan itibaren şehirlerdeki pek çok ailede kendiliğinden Kemalist refleksleri tetiklemişti. TİP ve TKP etrafındaki isimler de Kemalizm’i elverişli bir etkileşim adresi olarak görüyordu. Onlara göre, Mustafa Kemal ‘ulusal kurtuluşçu lider’di. Deniz, Mahir ve İbo için de durum aynıydı. 1969’da Deniz 19 Mayıs koşusundayken İbo ‘işçi-köylü’ gazetesi muhabiri olarak yazdığı yazılarda ulusal kurtuluşçuluk odağından gördüğü Mustafa Kemal’i olumluyordu. Ha keza Mahir de. Devrimci partileri-örgütleri kurduklarında ise artık farklı bir pozisyondaydılar. Mesela Sol-Kemalizm, Sağ-Kemalizm gibi ifadeleri reddeden Mahir’in ilk Kemalizm değerlendirmesine Ocak 1970’te yayınlanan yazısında rastlıyoruz:

“Kemalizm, küçük burjuva devrimciliğinin, işgal altındaki bir ülkede -Türkiye’de emperyalizme karşı bir isyan bayrağıdır. Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük burjuva milliyetçiliğidir. Türkiye’de küçük burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizm’i karakterize eden yalnızca ‘milli kurtuluşçuluk’ ve ‘laiklik’ ögeleridir... Kemalizm’in antiemperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz.”

Bu alıntıdaki “Doğu halkları” ifadesini bir tarafa not ederek devam edelim. Bu alıntı bir ‘polemik’tendi. Şu ifadeler de ona ait: “Kemalizm, küçük burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında antiemperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden Kemalizm soldur, milli kurtuluşçudur. Kemalizm; devrimci, milliyetçilerin emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur. Ülkede, kendi solunda, emperyalizme karşı hiçbir devrimci ulusal radikal sınıf hareketi olmadığı, dünyada bugünkü gibi, milli kurtuluş savaşlarının destekçisi bir dünya sosyalist blokunun olmadığı bir evrede, emperyalizme karşı, dünyada ilk muzaffer olmuş bir halk savaşını veren radikal milliyetçiler, bu bakımdan, ülkemizin-kökeni Osmanlı alt bürokrasisinin ilericiliğine dayanan bir orjinalitesidir. Kemalistler için ülkemizdeki asker-sivil ve aydın zümrenin jakobenleri diyebiliriz.”

Buradaki dipnotta Mahir, Kemalizm değerlendirmesinin “ittifaklar” politikası açısından önemli olduğunu söyler. Dolayısıyla değerlendirme politik bir amaca dönük. Mahir “Bilindiği gibi” diyerek bağımlı ülkelerdeki küçük burjuvazinin niteliğinin kapitalist-emperyalist ülkelerindekinden farklı olduğunu yazar ve üçe ayırır; sağ kanadı oligarşi saflarındadır. Orta kanat tarafsızdır. Sol kanat ise asgari müşterekle ‘hem dostluk hem mücadele’ çerçevesinde bir müttefik olabilir ki bu “Kemalist Kanat”tır.

Kemalist genç subayların emekçi kökenli ailelerden geldiğini de “sınıfsal köken” dolayımıyla kaydeder Mahir. Şunu da hatırlayalım. Mahir, Aydınlık Sosyalist Dergi’den ayrılıp THKP-C’yi kurarken Mihri Belli’yi, küçük burjuva radikalizmi dediği Kemalizm’den medet ummakla suçlar. Bu konuda “Ha Kemalistler ha devrimciler; nihayet aynı şeylerdir”, biçiminde ifade edebilecek görüşü reddeder.

Bilindiği gibi ordudaki düşük rütbeli subaylar arasında kapsamlı çalışması olan bir partiydi THKP-C. Kemalizm analizleri bu nedenle işlevsel ve “gerekli”ydi. Kaypakkaya’da da rastlayacağımız gibi Mahir her tartışmada ve analizde muhakkak Marks, Lenin, Stalin ve Mao’dan birini veya birkaçını tanıklığa çağırır ve değerlendirmelerini onlara dayandırır. Söz gelimi Kemalizm analizinde de Stalin ve Mao’yu referans verir.

Siyasal Bilgiler öğrencisi olan Mahir’in Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi bilgileri ve bakış açısı büyük oranda Sol Kemalist isimlerden okuduklarıyla biçimlenmiştir. Gerek Lenin’in gerek Stalin ve Mao’nun, istenirse Mahir’i doğrulayacak ‘Kemalizm’ analizleri vardır. Tersi değerlendirmeler de bulunur. Buradaki ‘çelişki’ bambaşka bir soruna, devlet çıkarları ekseninde ilerleyen bir “sosyalizm” pratiğiyle ilgilidir ve Lenin, Stalin ve Mao gibi isimlerde bunları görebiliriz (Bilhassa 1981’deki Kemalizm ve askeri cunta değerlendirmesinde Enver Hoca’da da bunlar görülebilir.)

Marksist klasiklerin henüz çevrildiği bir ülkede bir grup genç devrimci ve ülkenin kurucu ideolojisi olarak Kemalizm’i anlamaya çalışırken Kemalizm konusunda kim ne demiş diye bakıyorlar. Mesela Doğan Avcıoğlu’nun alıntıları Lenin ile M. Kemal’in yakınlığını, Stalin ile Mustafa Kemal’in dostluk ilişkisini anlatmaktadır. Dolayısıyla burada eğilmek gereken asıl sorun, politik nedenlerle, devletler arasındaki ilişkiler ve zikzaklardır. Günlük taktiklerdeki çapakların birer tortuya dönmesi ve sonraki yıllarda genç devrimcilerin değerlendirme yanlışlarına yol açması gayet olağan. Kaypakkaya’da da bunu göreceğiz. Mahir’deki “doğu halkları” ifadesi hem Lenin’e bu konuda baktığını hem ‘Doğu Halkları Kurultayı’ etrafındaki tartışmalara aşina olduğunu da düşündürüyor.

Kemalizm’e dönük ‘antiemperyalistlik’ sıfatı, hatta bunun onun özü olduğu analizleri, hiç şüphesiz yanlıştı. Tıpkı ’emperyalist işgal’in fazlasıyla abartılması gibi. İstanbul Mondros Antlaşması’nın ardından İngilizlerce işgal edilmişti. İngilizlerle mi savaşıldı? Savaş kısmen Fransız ve asıl olarak Yunanistan askerleriyledir. Mahir devrimcileri ‘proleter’ olarak kodladığı için Kemalistlere de ‘jakoben’ diyor. Kemalistler burjuva devrimcisiydi (o buna ‘küçük burjuva’ diyor), devrimciler de ‘proleter devrimci’. Bu gibi şematik-yüzeysel bakışın temelinde okunan Marksist klasiklerdeki ifadelerin Türkiye’ye zerk edilmeye çalışılması vardır. Bunu ulusal sorunda da göreceğiz. Maddeye bakılarak kavrama gidilmiyor, eldeki kavramlara uygun bir madde yorumu yapılıyor.

Mihri Belli konusunda İ. Kaypakkaya’nın tavrı da Mahir gibi sert, hatta ondan daha ağırdır. Kılıktan kılığa giren bir sahtekâr olduğunu yazar. Mihri Belli’nin Türk ulusçuluğu anlamına gelen yaklaşımlarını reddeder. Onu ‘cuntacı devrim’ hayali kurmakla mahkûm eder. Başlarken değindik, 1969’da dönemin genel eğilimine uygun olarak İ. Kaypakkaya Kemalizm’e olumlu atıf yapmıştı. İlk esaslı eleştirisi 1971 tarihlidir. PDA’daki yönetici ekibe, daha somut biçimde Doğu Perinçek’e karşı eleştirilerini ifade eden bir metindir bu. PDA’yı eleştirdiğinde düşmanca saldırıyla karşılaştığını belirtir. Ancak buna rağmen doğru bildiklerini savunur:

“Kemalizm konusunda, metindeki görüşlere katılmıyoruz. Kemalizm daha Kurtuluş Savaşı’nın içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi gaddarca ezmiştir.”

Burada gayet net bir karşıtlık vardır. Peki bu kanaate vesile olan bilgi kaynakları nelerdir?

“Mao Zedung’un ‘Yeni Demokrasi’ kitabında aldığı dipnotunda, Stalin de bundan bahsediyor. Ayrıca Şnurov’un kitabındaki bilgiler son derece öğreticidir. Mustafa Kemal’in ‘Tam Bağımsızlık İlkesi’ pratikte (1938’e kadarki iktidar döneminde) görüldüğü gibi, emperyalizme teslimiyet, yarı sömürgeciliği seve seve kabullenmesidir. Mustafa Kemal’in Sun Yat Sen ile kıyaslanması doğru değildir. Olsa olsa Çan Kay Şek’le kıyaslanabilir.”

Dikkat çekmiş olmalı, tıpkı Mahir gibi Kaypakkaya da Mao ve Stalin’e referans veriyor. O da M. Kemal’i benzetiyor. -Jakobenlere veya PDA gibi Sun Yat Sen’e değil Çan Kay Şek’e-. Ayrıca PDA da “Maocu”. Buradaki farklılık Şnurov’dur ki; ona birazdan döneceğiz.

Kaypakkaya Ocak 1972’de “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi”ni kaleme alır. Orada Kemalizm konusunda ilişkili olarak TKP’nin izlediği sağ çizgiyi eleştirir. Ancak TKP’nin her ne yapıyorsa SB’nin dış politikasına bağlı yaptığını düşünmediği için konuyu TKP ile sınırlı tutuyor. Kaypakkaya’ya göre TKP, Mustafa Suphi öldürüldükten sonra ‘revizyonist’tir. TKP-ML ismini de ilk bu yazıda ifade ediyor. Deniz ve Mahir’de TKP’ye dönük bir anıtlaştırma yokken Kaypakkaya’da Marksist-Leninist bir TKP yaratma düşüncesi bulunuyor ve bu hayli iddialıdır.

Zira bu yazıda ‘Kemalizm’in devlet eliyle milli burjuva yaratmak’ tahlilini reddeder. Ona göre burjuvazi zaten iktidardadır. Kemalizm, o devleti yeni bir sınıf yaratmak için kullanmaz.

Kemalizm’i burjuvaziye eşitleyen bir bakış açısı bakımından tutarlı bir eleştiri ancak hayat ve olaylar öyle miydi?

Kaypakkaya’ya göre Kemalist Türkiye başından beri ekonomik yarı sömürgeydi, siyasi bakımdan yarı bağımlıydı. Ayrıca“Kemalist iktidar bir bütün olarak, milli karakterdeki orta burjuvazinin çıkarlarını temsil etmemekte; yukarıdaki sınıf ve zümrelerin menfaatini temsil etmektedir.”

Alıntı konusu açısından şu detayı içerdiği için önemli: Onun bakış açısına göre orta burjuvazi milli karakterdedir. Ancak Kemalist iktidar öyle değildir. Devamındaki ifade çok açıktır:

“Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.”

Kaypakkaya devletin 12 Mart darbesiyle faşistleştiğini söyleyen Mahir’den farklı olarak, daha ilk andan itibaren baş düşman ve kısa süre sonra faşist olduğunu belirtiyor: “Kurtuluş savaşını takip eden yıllarda devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır.”

TKP’nin SB-Komintern kararıyla, hem de 1930’ların ortasında de-sentralize edilerek CHP’nin içinde çalışma yapmaya teşvik edildiğinden Kaypakkaya’nın haberi muhtemelen yoktu. Yine Kaypakkaya bir süre öncesine kadar Kemalizm’i “Orta burjuvazinin temsilcisi” saymıştı. Ancak daha sonra “Şnurov ve Stalin yoldaşı daha dikkatli inceleyince bu görüşün yanlış olduğunu” görmüştür.

Mahir, Kemalizm’e dair değerlendirmesinde Stalin’le, Mao’yu tanık gösteriyor. PDA da öyle. Kaypakkaya da benzer kaynaklardan hareket ediyor ve buna Şnurov’un broşürünü ilave ediyor. Kaypakkaya’nın “Güvenilir bir tanık, sağlam bir Bolşeviktir” dediği Şnurov bir SB görevlisidir ve broşürü 1929’da yayınlamıştır. Tarih önemli. Neden yazdığı da: “Sovyet işçi sınıfına Türkiye’nin durumunu ve Türk işçi sınıfının mücadelesini tanıtmak amacıyla.”

Tarih şu nedenle önemli. Şnurov’un bu broşürü 1924’te veya 1936’da yazılsaydı acaba içeriği böyle mi olacaktı? Şu da eklenebilir: Ne oldu da 1924’te veya 1936’da başka bir içerik ve bakışı olacak bir broşür 1929’da o içerikte yayınlandı (Broşürün yazılışının 1928 tarihli olduğu düşünülebilir.)

Cevabı TKP’nin Kemalizm analizleriyle, ikide bir değişen Kemalizm değerlendirmesiyle birlikte düşünebiliriz. Önceleri Kemalizm’i selamlar TKP. 1926’da ise Kemalizm’in burjuva devrim, doğrudan ‘Karşı Devrim’ olduğunu söyler. 1932’de “Kemalizm faşizmdir” der düpedüz. Hatta kendi içinden tasfiye ettiklerini “Kemalizm’in ajanı, polis ajanı” diye yaftalar. En popüler örneği Nazım Hikmet’e dönük olarak TKP MK’sının itham ve bu kapsamdaki karalamalarıdır. Sonra sular durulur. 1935’teki Komintern desentralizasyon/separat kararı ile TKP merkezsizleşir ve CHP içinde çalışır. Bu baş döndürücü zikzak apayrı bir araştırma konusu olmalıdır. Acaba TKP kadar hızlı, TKP kadar çok ve birbirine zıt analizler yapan ve hiçbirinde de esaslı “iç sorun” yaşamayan bir parti daha var mıdır? Dahası, aslında bağımsız bir TKP hiç olmuş mudur?

Soruları sürdürmek yerine Şnurov’a dönelim. Burada karşımıza iki önemli olay çıkıyor. İlki Kemalist Cumhuriyet’in 1927 ortasında İngiltere ile yaptığı anlaşmadır. Önemlidir çünkü M. Kemal kısa süre sonra İngiltere’den “dizbağ nişanı” alacaktır. İngiltere-SB gerilimi de vardır ki konu çok daha eskiye yaslanan Rusya-İngiltere ihtilafına uzanır.

Diğeri 1928’deki “Sınıfa Karşı Sınıf” taktiğiydi. Komintern’in de stratejisi olacak bu taktik oldukça dar ve dışlayıcı, aynı zamanda SB’nin kendi içindeki “muhaliflere” karşı pozisyonundan bağımsız olmayan, birdenbire alınmış ve 1935’te tam tersi bir yönelimle aniden ortadan kaldırılmış bir karardır. “Sınıfa Karşı Sınıf”tan “Faşizme Karşı Birleşik Cephe”ye giden yolda tek etkenin “yükselen faşizm” olmadığı açıktır. Şayet faşizm olmasaydı da 1928’deki yönelim sürdürülebilir değildi. Dolayısıyla Şnurov’un broşürü bu ortamda ve belli politik amaçlara dönüktür. Verilerin güvenirliği de problemlidir, akademik bir çalışmayla bu hususun incelenmesi faydalı olacaktır. Tıpkı başka birçok konuda olduğu gibi SB’nin iç ve/veya dış politik ihtiyaçlarına göre zikzak çizen tutumları Kemalizm bahsinde de bağımsız-özgür düşünmeyi baskılamıştır.

Kaypakkaya’nın külliyen ret yaklaşımında PDA’daki gerilimin etkili olmadığı düşünülemez. İlk andan itibaren emperyalizmin yarı sömürgesi analizinin dayanakları zayıftır. Evet Kemalist iktidar ilk on yıllık süreçte emperyalist sermaye ile ortak özel sektör şirketleri kurmuştur. Fakat bu arada dünya ekonomik krizi nedeniyle yabancı emperyalist sermaye çekilince Sovyetler Birliği’nden kredi alarak 1934-35 yıllarında Kayseri ve Nazilli tekstil işletmeleri de kurmuştur. Yakın tarihin maddesini incelemek yerine kaynaktaki belirlemeler esas alınarak yapılıyor. Doğru veya yanlış, ideolojik veya değil; burada önemli olan yöntemdeki problemdir. Tam da bu nedenle onlarca yıl boyunca Mahir veya Kaypakkaya’nın tespitlerinin doğru mu yanlış mı olduğuna kilitlenen polemikler problem yatağı olageldi.

Makale ve polemiklere bakıldığında Mahir ve Kaypakkaya’nın dönemin hakim üslubundan etkilendiklerini görebiliriz. Mahir’den farklı olarak Kaypakkaya eski dönem sosyalistleri tümden aynı dar değerlendirmeye tabi tutar. Mesela Hikmet Kıvılcımlı’ya “Deccal” der, yetmez “kaşarlanmış revizyonist” ifadesini kullanır. Mahir ise bilhassa Hikmet Kıvılcımlı’ya karşı daha dikkatlidir, pek çok düşüncesini eleştirir ancak onu ayrı bir yere koyar: “... Hikmet Kıvılcımlı’nın özel bir yeri vardır. Kıvılcımlı 20 yıla yakın hapislerde yatmış, siyasi irticaya karşı her dönemde doğru veya yanlış mücadele vermiş bir kişidir. Fakat önerdiği çizgi sağ bir çizgidir. Leninist bir çizgi değildir. Buna rağmen Türkiye solunda Doktor Kıvılcımlı’nın bir yeri vardır. Geçmişine saygılıyız. Nasıl anti-Leninist Rosa Lüksemburg’un devrim tarihinde bir yeri varsa.”

Doktor Kıvılcımlı’nın vefatının ardından da onun seminerlerini dinlemiş biri olarak Mahir kendisini iyi sözlerle anar. O yıllarda ihtiyatlı davranan ve 1971’in Ekim’inde vefat eden Kıvılcımlı’nın, dikkate değer eleştirileri olmakla birlikte ’71 devrimcilerini “Pınar suyu kadar temiz” bulduğunu not etmeliyiz. Bu arada Kıvılcımlı’nın Kemalizm analizleri de TKP’nin analizleriyle etkileşimlidir. Ki konu bağlamında bunu da kaydetmeliyiz.

Ulusal sorun başlığına geçtiğimizde kitabiliğin çok daha belirgin olduğunu görebiliriz. Mahir’de konu detaylandırılmaz.Teorideki ulusal sorunun ve onun somut biçimi olan Kürdistan’ın başlı başına düşünüldüğünü, mesele edildiğini gösteren veriler yoktur.

Mahir, Mihri Belli’nin Kemalistlere şirin görünme çabasının “Milli Mesele”de olduğunu söyler ve M. Belli’nin meseleyi “şartlar ne olursa olsun, Misak-ı Milli sınırları içinde ele almak gerekir” anlayışını reddeder. Önemli bir detaydır. Zira Kürdistan’ın dört ayrı devlet sınırına hapsedilen müstakil bir ülke olduğunun farkındadır. Ona göre “Devrimci proletarya Milli Meseleyi ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman gerekli olabileceğini ortaya koyar.”

Mahir bu konuyu ele alan bir yazı yazacaklarını söyler ancak bu konuya ayrılmış bir yazı yazma imkanı veya zamanı olmamıştır. Burada şu önemli detaylara dikkat çekmek gerek: a) Mutlak ulus devlet sınırları içinde veya mutlak “ayrılma hakkı” olarak ele alınıyor. Bunlar o günlerdeki okumalarla ilgilidir ve standart bir bakışa işaret eder. Ancak meseleyi Misak-ı Milli ile sınırlamaması önemlidir.

Tahmin edileceği gibi iki ismin de Kürdistan’ın ilhak veya sömürge olduğu eksenli herhangi bir ifadesi yok. Mahir “Kesintisiz” de ilginç bir detaya dikkat çeker. Emperyalist açık işgali yaşayan Türkiye’de “yabancıya karşı alerji”den bahseder ve bunun antiemperyalizm kapsamında değerlendirilebileceğini not eder. Bu potansiyelin sınıfsal bir temele oturtulabileceği inancındandır. Tam orada bir parantez açar ve oligarşinin bunu antikomünizm demagojisinin aracı olarak devrimcilere karşı kullanabileceğini kaydederek ekler: “Ayrıca oligarşi, ülkemizdeki Türk ve Kürt halklarını birbirine düşürmek için bu konuyu istismar aracı olarak kullanmaktadır.”

Yabancı düşmanlığı yeni faşizmin kaldıracıdır. Türk ve Kürt halklarını birbirine düşürmek aracını (dolayısıyla bir gerici iç savaşı) tespit etmesi önemlidir. Aradan geçen uzun yıllarda pek çok iç savaş çeşitlemesini gördük. Ancak konu iki halkın birbirine düşmesinin çok ötesine taşınacağı için “oligarşi” bugüne dek iki halkı açık, doğrudan ve kitlesel biçimde karşı karşıya getiremediği gibi bundan ürkmüştür. Alevi-Sünni karşıtlığını körükleyerek Alevileri sindirme stratejisi, devrimcilerin varlığı sebebiyle çoğu zaman işlememiştir ancak Kürt-Türk karşıtlığı yönetilebilir de olmadığı için buna yeltenilmemiştir.

İ. Kaypakkaya bir bakıma Kemalizm ile ilişkili olarak ve oraya dönük değerlendirmeleriyle birlikte “ulusal sorun”a dair tespitlerde bulunur: “Kemalist diktatörlük özellikle Kürt milletinin bütün haklarını gasp etmiş, dillerini yasaklamış, onları Türkleştirmeye girişmiş, baş gösteren Kürt milli hareketini bazı Kürt feodalleriyle el ele vererek ezmiş, kitle katliamlarına girişmiş, mesela Dersim ayaklanmasından sonra 60 bin Kürdü öldürmüştür. Kemalistlerle emperyalistler Kürdistan bölgesini devletler arasında bölmüşlerdir. Türk şovenizmini körüklemiştir.”

Kaypakkaya, Lozan Antlaşması’yla Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkının çiğnediğini belirtir. Peki buna karşı protesto dışında bir tutum, mesela programda “haksızlığın düzeltilmesi” nasıl olur? “... Akılsızlık olur. Çünkü bugünün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. ‘Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte devam eden bir tarihi haksızlık olmadıkları sürece komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler.”

Belli ki Kaypakkaya konuyu güncel saymamakta ve Kürdistan’ın özgürlüğü için başlı başına bir kurtuluş hareketine ihtimal vermemektedir. Oysa mesela “Kürecik Raporu”ndan dahi bu olasılığın bulunduğunu çıkarmak mümkündür. Türkiye’nin neredeyse bütün köyleri yoksuldur ama Kürecik bölgesindeki 26 köyden 21’inde zora dayalı mücadeleye istek vardır. Ve bunların tamamı Kürt köyüdür (Kürt köylerinin önemli bir bölümü de Alevidir). “Sınıfçı” dar bakış, bugün bile bu detayı atlayabilmektedir. Kaypakkaya’ya göre Kürtlere tarihi haksızlık artık günün meselesi değildir. Onun düzeltilmesini istemek akılsızlık ve basiretsizliktir. Bir genellemeden hareketle devasa ve pratik bir mesele ıskalanmaktadır ve burada da yöntem benzerdir.

“Bu noktayı belirtmemizin sebebi, program taslağı üzerindeki tartışmalarda bir arkadaşın Kürdistan bölgesinin birleştirilmesini programa koymak yolundaki isteğidir. Türkiye’de Kemalist hareket ancak Türkiye sınırları içindeki Milli Meseleyi en iyi, en doğru çözüme bağlamakla yükümlüdür.”

Kaypakkaya  Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını ayrı bir devlet kurma hakkı olarak tanımlaması ise oldukça önemlidir.

Fakat soruna ilişkin çözüm önerilerini Kuzey Kürdistan’la sınırlaması, dahası Kürdistan parçalarının birleşme hakkını, “tarihsel haksızlıkları düzeltme eğer sınıf mücadelesini etkilemiyorsa komünistler görev olarak üstlenmemeli” önermesi hatalıdır.

Kürtlerin müstakil bir devrimci ve/veya komünist partisinin olabileceğini öngörmez, doğru da bulmaz. Kürt isyanlarına ilişkin olarak milli ve ‘feodal’ karakter değerlendirmesinde bulunur. Ona göre isyanlarda ‘Kürt burjuvazisinin kendi iç pazarına hâkim olma arzusu’ vardır.

Bu da kitabi bir yaklaşımdır. Lenin ve Stalin’in bahsettiği ‘ulusal sorun’ başlığı getirilir ve Kürdistan’a giydirilir. Lenin ulusal sorunu ‘iç pazara hâkim olma mücadelesi’ olarak çerçevelendiği için Kaypakkaya da Kürt burjuvazisinden bahseder. Peki kimdir onlar? Kürdistan’da 1923-1970 arasında bir ulus devlet kurarak buradaki pazara hâkim olma hedefi bulunan Kürt burjuvazisi var mıdır? Teorik genellemeye göre olmalıdır ama pratikte yoktur. Burada bir eksiklik varsa bu Kaypakkaya’da değildir. Stalin’in “ulus” tanımı da Kürtlere tam olarak uymaz “ulusal mücadele” genellemeleri de.

Kaypakkaya’nın Kürdistan halkıyla yoğun duygudaşlığı ve her şart altında kalbinin onlarla olması son derece kıymetlidir. Onun teorik düşünmesindeki sınırlılıklar 20. yüzyıldaki sosyalizm denemelerinin düşünsel sınırlılıklarıyla ilişkilidir, sorunun özü/ve ayrılmayı destekliyor desteklemiyor gibi konulardaki yaklaşımları Lenin’in bambaşka koşullarda söylediği genellemeler nedeniyle şematiktir.

Referanslara başvurmadan, Marksizm’den hareketle Türkiye coğrafyasının toplumsal gerçeğini analize tabi tutma özelliği sadece ‘71 devrimci hareketinin değil bütün cumhuriyet tarihindeki devrimci sosyalist mücadelenin sorunu olageldi. Alıntı savaşları ’70’lerin ikinci yarısında aldı yürüdü. Ancak onlardan geriye hiçbir şey kalmadı. İyice öğrenmek ve sonra bütün öğrendiklerini unutarak yeniden düşünmeye başlamak, toplumsal hayatın ve mücadelenin mekanizmasını soyutlamak teorinin bel kemiğidir ve ne yazık ki Türkiye siyasi coğrafyasında örneği azdır. “Alıntı”ların ‘Sen Marks’tan, Lenin’den iyi mi bileceksin’ havasıyla yarıştırılması, üstelik bunların basitçe “sosyalist” devletlerin çıkarlarına göre yapılan açıklamalarla çeşitlenmesi dar pratikçi kalıplara hapsolmayı beraberinde getirmiştir.

Mücadele biçimlerine yaklaşıma baktığımızda önceki iki başlıkla etkileşimi saptayabiliyoruz. Denizler adı ‘ordu’ olan bir örgüt kurdu, o arada Filistin’e gidip döndü, şehirde kimi eylemlerle birlikte kırlara yöneldiler. Sınır çizgileri belirgin bir stratejileri görünmüyor. “Fokoculuk” türü değerlendirmelerin de esaslı bir temeli yok. Zira benzer eylem biçimlerine Mahirler de yönelmişti. ‘Kır’ odaklı eylemi öne alan Kaypakkaya’dır.

Mücadele biçimlerinden bahsetmeye Mao ile başlamalıyız. Zira Mao bütün ’60’lı yıllarda ve kısmen ’70’lerde silahlı mücadele yoluyla devrim yapma iddiasına sahip parti ve örgütleri doğrudan etkileyerek SB’nin aksine politik devrimciliğin kaynağı oldu. Latin Amerika’dakiler dahil, dünyanın her tarafındaki silahlı devrimciler mutlaka Mao’ya baktılar, ilham aldılar. Bu ilhamın idealize edilerek abartıldığını, Mao’nun o pozisyonunun da SB-Çin kamplaşmasının enstrümanı olduğunu kaydetmeliyiz. Bazen Çin’in bazen SB’nin faşist/faşizan paramiliter örgütlenmeleri birbirlerine karşı kullanmasına dek varacaktır bu araçsallık. Devrimciler arasındaki silahlı çatışmalar da bu uğursuz ve lanetlenilmesi gereken devlet çıkar siyasetiyle ilişkilidir.

Türkiye’de ve Kürdistan’da da Mao zora dayalı mücadele arayışında ilham kaynağı oldu. Mahir mücadele yöntemleri konusunda kimi farklı detaylara sahiptir. Ancak Mao’nun ‘Halk Savaşı’ anlayışını kabul eder. Bu anlayışa göre kırlar esas şehirler talidir; mücadele kırlardan şehirlere doğrudur, temel güç köylülerdir.

Mahir, Mao’nun “Politik Askeri Savaş”ını (PAS) “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi” (PASS) tanımına içerir. Kırlardan önce bir gerilla savaşı vardır ve şehirdedir; bu silahlı propaganda evresidir, oradan kırlara çıkılır, savaş başlatılır ve şehirler kuşatılır.

Bu değerlendirmelerde işçi sınıfı “sıfır derecesinde”dir. Zira Çin bir köylü ülkesidir. Burada işçi sınıfının fiilen kendisi değil ideolojisi öndedir. Aslında bu bakışı temelden değiştirebilecek birkaç gelişme vardır. 1967’den itibaren İstanbul ve çevresindeki fabrikalarda grevler, direnişler yayılmıştır. Bir de adeta hiç hesapta yokken 15-16 Haziran patlamıştır. 15-16 Haziran Mahir’in de Kaypakkaya’nın da teorilerini sarsacak niteliktedir ancak bir ölçüde “kapalı devre” düşünüldüğü için o imkanlardan yararlanılamaz, tek yönlü mücadele girişimi iradi olarak ilerletilir. Zira ikisine göre de “iktidar namlunun ucundadır”. Kaldı ki o mücadele biçimi kitle ayaklanmalarına kaynaklık edecektir.

Mahir, şehir eylemini önemsedi. Çünkü halka (ki halk ile oligarşi arasında bir ‘suni denge’ vardır ve bu kırılmalıdır) silahlı propaganda yoluyla oligarşinin kof olduğu gösterilmelidir. Güven vermek sadece bu yolla mümkündür. Bunu yapacak olan kadrolardır. Kendi kişisel pratiğinden de çıkarabildiği gibi Mahir “politik askeri liderliğin birliği” ilkesini savunur ve bütün kadroların çok yönlü olmasını önemser. Burada gayet kuvvetli bir etik tutum da vardır:

“Kitlelerin düzene karşı memnuniyetsizlik ve kıpırdanmalarının eyleme dönüşmesi için, önce inandırıcı olmalıyız. Söylediklerimizi bizzat eylemimizle onlara göstermeliyiz...”

Bu öncü ve fedai bir devrimci organizasyonu sürekli kılmaktadır. Mahir bu çekirdeği oluşturmaktadır. O ileri bir orduya dönecektir. Ona göre halk kitleleri pasifist-kuyrukçu solculardan bıkmıştır, güveneceği bir örgüt özlemi çekmektedir ve suni dengeyi bozmanın yolu silahlı propagandadır. Bu şu demektir: Ajitasyon propagandanın merkezine silahlı mücadele eylemleri konulmalıdır.

Bu başlık şu nedenle de önemlidir. ’71 devrimci hareketi Türkiye sathındaki diğer bütün sosyalistlerden, mücadele biçimlerinde zoru temel almalarıyla ayrıldı. Hem içinden geçilen dönemde hem bugünden bakıldığında Mahir-Deniz ve Kaypakkaya’nın temsil ettiği devrimcilik anlayışının asıl önemi budur. Şu veya bu düşüncelerinin doğru olması onlara çok bir şey katmayacağı gibi bütün düşünceleri yanlış olsa bile bu onlardan herhangi bir şey eksiltmez. Zira onlar sol-sosyalist mücadelenin rutin, konformist, düzen içi akışını geri dönüşümsüz olarak kesintiye uğrattılar ve hep bu tarihsel cüretleriyle anımsanacaklardır.

Mücadele biçimleri hakkında dışarıdan ve uzaktan konuşmak kolaydır. Bir ömrü adamak, üstelik bunu her an öldürülme, hapsedilme olasılığı bulunurken, düzen içi yaşam seçeneklerini tümüyle reddederek başarmak “nasıl yaşamalı” sorusuna verilmiş en kapsamlı yanıttır. Onlar sözlerinin altına ömürlerini koydular ve o sözleri dökülen kanlarıyla imzaladılar.

Mücadele biçimleri konusunda da ilk örnekler olmanın bütün heyecanının yanı sıra bütün amatörlüklerini de yaşamışlardır. Mahir’den farklı olarak İ. Kaypakkaya Mao’yu, hiçbir dolayım olmadan bire bir alır ve okuduklarını (Kızıl siyasi üsler dahil) bir coğrafyanın dağlarına tatbik etmeye girişir. Mao ile kurduğu ilişki onun yazdıklarını tefsir etmekten ibarettir. “Yarı sömürge yarı feodal bir ülkede, devrimde sınıfların yer alışını Mao Zedung yoldaş şöyle sıralamıştır” gibi ifadeler bu tefsir ve transplantasyon çabasına kaynaklık eder. TİİKP’in zora dayalı mücadelesi yoktu ve zaten bunu reddediyorlardı. Dolayısıyla Kaypakkaya bu başlıkta onları teşhir ederek tıpkı Mao gibi basitleştirme-şematikleştirme yoluyla maddeleyerek anlattı fikirlerini. Ona göre Kemalizm ve devlet başından beri faşisttir, özü toprak devrimi olan bir demokratik halk devrimi yapılacaktır. Silahlı mücadele esas, diğerleri talidir; Türkiye’de bunun şartları vardır. Mao’nın stratejik denge ve saldırı şemasını da Türkiye’ye uygular. Artık bütün iş uygun kırlık alanların seçilerek kadroların buraya yönlendirilmesidir. Ona göre halkımız da bunu, yani silahlı mücadeleyi beklemektedir. Yayın faaliyetine, demokratik mücadeleye karşı değildir ancak “söz mavzer yoldaşın” olduğu için bu gibi faaliyetler talidir.

Elbette konu buralara gelince, silahlı mücadele bir tür varoluş gerekçesi gibi algılandığı için Mahir’in de Kaypakkaya’nın da dili çok sertleşir ve bu arada gayet dışlayıcı ve hırçın bir üslup tutturulur. 1972-73’te kesintiye uğrayan ancak 1976’dan itibaren tekrar ve çok daha toplumsallaşmış mücadele biçimiyle yükselen devrimci hareketin iç tartışmalarında da bu dili, çok daha abartılı biçimlerde göreceğiz. Çığa dönen kartopundan bahsedeceksek, kartopunun yuvarlanmaya başlaması TKP’nin iç gerilmelerde akla ziyan ithamlara, yaftalamalara başvurmaktan çekinmeyen düşmanlaştırıcılığındadır. Günümüzde büyük oranda terk edilmiş olsa bile sol-sosyalist geleneğin böyle bir kültürü vardı ve ondan kaçınmak isteyenleri de bir biçimde etkiliyordu.

Kaypakkaya mücadele biçimleri bahsinde de her adımda Mao’yu tanıklığa çağırmıştı.

Mao’nun pek çok analizi gibi 20. yüzyıldaki devrimci deneyimleri kavrama biçimi de problemliydi. Kaypakkaya da pek çok kanaatini Mao’dan okuduklarıyla oluşturuyordu. Mesela “Rus Komünist Partisi’nin tüfekleri sosyalizmi yarattı” gibi değerlendirmeler istisna değildir Mao’da.

Mahir’de ‘silahlı propaganda’ya rastladık. Kaypakkaya’da da var: “Biz silahlı mücadeleyi, genel olarak politik mücadelenin ve özel olarak propaganda ve ajitasyonun bir biçimi olarak, ele alıyoruz. Revizyonist klik (PDA-bn) ise silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi, propaganda ve ajitasyonu karşı karşıya koyuyor. Böylece, siyasi mücadelenin silahlı biçimlerini reddediyor. Silahlı propaganda ve ajitasyonu reddediyor.”

Mahir’de silahlı propaganda ‘suni dengeyi kırmak’ içindi. Burada ise silahlı propaganda siyasi mücadelenin “yoğunlaşmış” biçimidir. (Clausevitz’in genellemesinden harekete ediliyor.)

PDA’ya dönük eleştirilerde, mücadele biçimleri etrafında da Mao’dan edinilen kanaatler öndedir. Anlatılan köyler, kırlar ve köylüler “varsayılan” mekanlar ve topluluklardır. Hakikatin böyle olmadığı çok kısa bir sürede tecrübe edilecektir. Örgütsel yenilgileri hızlandıran etmenlerden biri de bu sübjektif değerlendirmelerdir.

Son derece sert mücadele biçimine karar veren 1971 devrimcileri içinde bulundukları örgütlülüklerin buna elverişli olduğunu mu sanıyorlardı? Özellikle Mahir öyle olmadığının farkındadır. Ancak ‘suni denge kırıldıkça’ ve/veya ‘köylü gerilla savaşı’ başlayınca bu gibi sorunların giderileceği inancı vardır. Burada temel bir kurmaylık sorunu öne çıkar. Adına uygun birer parti-örgüt değil amatör yapılarla karşı karşıyayız. Her üç hareket, işlerin ters gitmesi halinde sürekliliklerini sağlayacak önlemler almak fikrinden uzaktır. Kelimenin düz anlamıyla bir “prototip”tir bu örgütlenmeler. Bütün mücadele biçimlerini bir arada, etkince kullanma pratiğine uzaktırlar. Daha sayılabilecek pek çok çıkmazı bağırlarında taşımışlardır.

Ancak tarihe “her olan olmaya mecburdur” diye bakılmaz. 1971 devrimciliği o şartlarda ve o özgün biçimlerle ortaya çıktı. Daha farklı olabilir miydi? Hayır, denilemez. Fiziksel tasfiyeye varan yenilgilere de ‘kaçınılmazdı’ diye bakılamaz.Toplumsal hayat ve mücadele sürprizlidir. Elbette devasa güç eşitsizliği vardı, devrimci çıkışın yaratıcıları pek çok şeyi deneme yanılma yoluyla öğrendi ve ilk çıkış ağır biçimde ezildi. Ancak bu ezilme dalından koparılan bir narın yere çalınması gibi oldu. İçindekiler Türkiye ve Kürdistan’ın hemen her tarafına saçıldı.

1971’in teorik-politik analizlerinden, meselelere yaklaşım biçimlerinden bugüne kalan, eylem kılavuzu olabilecek değerlendirmelerin bulunmaması olağan. Bir ilk örnekti. Kapitalizm-sosyalizm denge döneminde yaşadılar ve sosyalizmin kendi iç soğuk savaşının dolaysız etkisine maruz kaldılar. Devrime ve komünizme adanmış birer hayat yaşadılar. Bir dünya devrimi ihtimali onların uzağındaydı. Kapitalizm, bütün varyantlarıyla varoluş krizinde debelenmiyordu. O zaman aralığındaki devrimler de tıpkı yüzyılın başından beri meydana gelen diğerleriyle birlikte yenildi, çöktü. İçten çürüyen, yozlaşan, kapitalizmin çöplüğüne yuvarlanan denemeler geriye pek az şey bıraktı.

Ancak tıpkı Che’nin kendini ortaya koyuşu gibi Mahir’in, İbo’nun ve Deniz’in hayatı yaşama biçimleri, söz ve eylem bütünlükleri, düzene dönmeyi reddeden etik tutumlarıyla pratikleri sadece lokal bir alanda değil dünya devrimi mücadelesinde bütün coğrafyalardaki özgürlük savaşçılarına yol göstermeye, ışık taşımaya, yorulanlara el uzatmaya devam edecektir. Dönemin bütün ölümsüzlerini temsil eden bu üç komünist, Türkiye ve Kürdistan devrim mücadelesinin kurucu önderleri olarak gelecekte de bütün canlılığıyla hatırlanacaktır. 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi