CHP’yle Demokrasi İttifakı Olur Mu?

Ana Darbenin Doğrultusu: Karşıdevrimci Reformizm ve Liberalizm

Proletaryanın devrimci strateji terminolojisinde bulunan “ana darbenin doğrultusu” kavramı, yalıtılması hedeflen toplumsal-siyasal gücü ifade eder. Yalıtılacak güç, devrimin temel güçlerinin siyasi iktidarı yıkacak düzeyde bir devrimci mevzileniş içinde olmalarına engel teşkil eden düzen içi uzlaştırıcılar toplamıdır. Türkiye ve Kürdistan’da antifaşist, antisömürgeci, antiemperyalist ve cins özgürlükçü demokratik devrimin zaferi için yalıtılması gereken siyasi çizgi burjuva reformizmi ve liberalizmdir.

Misyonu, sömürgeci faşist sermaye düzeninin kısmi değişikliklerle devamını sağlamakla, böylelikle işçi sınıfı ve ezilenlerin bu düzene devrimci temelde başkaldırmalarının önünü almakla belirlenen liberal ve reformist burjuva çizgi, son tahlilde, orta burjuvazinin karşıdevrimci eğilimine tekabül eder.

Emperyalist küreselleşme koşullarında bağımsız niteliğini daha hızlı yitiren, piyasalara ancak emperyalist tekellere ve işbirlikçi büyük sermayeye bağlı olarak girebilen, artı değer paylaşımındaki payı da gitgide azalan orta burjuvazi, hem sermaye oligarşisine muhtaç bir varoluş içindedir, ama hem de ona bağımlılığını esnetme ve kâr payını artırma arayışındadır. Dolayısıyla o, emperyalist küreselleşmeye angaje olma yönelimi ile onu sınırlama çabası arasında gidip gelir. Bu durum, orta burjuvazi bünyesinde, bir yandan burjuva reformizmi ve liberalizmin, öte yandan da faşizmin üremesini sağlar. Her halükârda, burjuva düzene kökten bağlı olan ve proletaryanın hegemonyasında gerçekleşecek bir devrimden derin bir korku duyan orta burjuvazi, karşıdevrimci bir sınıftır.

Bunun yegâne istisnası, sömürgeci boyunduruk altında tutulan Kürdistan’da, orta burjuvazinin, demokratik devrim süresince gerici ve ilerici iki farklı siyasal çizgide bölünmesidir. Kürt burjuvazisinin ancak sömürgeciliğin yörüngesinde durularak kimi ulusal haklara erişilebileceğini vaaz eden kesimi siyaseten gerici bir nitelik sergiler ve yalıtılacak güç olurken, ulusal demokratik mücadeleyi destekleyen kesimi siyaseten ilerici bir nitelik gösterir ve devrimci proletaryanın taktik ittifaklarının muhatabı olur.

Keza devrimci proletarya, halkçı karakterdeki küçük burjuva reformizmi ile karşıdevrimci karakterdeki burjuva reformizmi arasında siyasi ayrım gözetir. Zira bunlardan ilki, ilerici ve demokratik niteliği gereği, faşizme, emperyalizme, sömürgeciliğe, erkek egemen tahakküme, heteroseksist ayrımcılığa, ekolojik yağmacılığa, toplumsal hayatı zorla dinselleştiren politik İslamcılığa karşı mücadelede taktik ittifakların, hatta devrimci proletaryanın hegemonya meselesini de içeren demokratik cepheleşmenin muhatabıdır.

Türkiye ve Kürdistan’da, nihayetinde orta burjuvazinin siyasi çizgisine denk düşen karşıdevrimci reformizm ve liberalizm, burjuva partiler kümelenmesi somutluğu içinde, elbette öncelikle, sosyal demokraside karşılık bulur. Bununla beraber, söz konusu siyasi çizgi, sermaye oligarşisi ve işbirlikçi tekellerin saflarında semirtilen emperyalist küreselleşmeci liberalizmle, küçük burjuvazinin saflarında gelişen reformcu siyasi yalpalamalarla, hatta kendiliğinden işçi hareketinin saflarında çöreklenmiş bürokratik sendikalist eğilimlerle buluşur. Ve aynı zamanda, tarihsel olarak, Mustafa Kemal’in Türk ulusal mücadelesindeki rolünün ve Kemalizm’in soldan idealize edilmesinden, ‘71 devrimci atılımı öncesi yarım yüzyıllık dönemde boy göstermiş sol iddialı neredeyse bütün hareketlerin reformizmin ve oportünizmin çeşitli varyantlarını oluşturmalarından, Türk halkının legalist ve parlamentarist mücadele geleneklerinden, önce 12 Eylül askeri faşist darbesini ve sonra Sovyetler Birliği ile Varşova Paktı’nın çöküşünü izleyen iki büyük tasfiyeci siyasi çöküntüden, on yıllar boyunca ya Kemalist laiklik tarafından yayılmış yaşam tarzı serbestliği ya da politik İslamcılık tarafından yayılmış “adil düzen” yanılsamalarından beslenir.

Devrimci proletarya, demokratik devrim süresince, başlıca uzlaştırıcı toplumsal güç olan orta burjuvaziyi yalıtma politikası izler. Burjuva reformizmi ve liberalizmin bütün türevleri, konjonktürel ağırlık merkezleri değişim göstermekle beraber, devrimci stratejide ana darbenin doğrultusunun menziline girer. Burada meselenin özü, düzen içi kısmi burjuva değişimlerin karşıdevrimci yolu ile düzeni yıkacak halkların devrimci yolu arasındaki karşıtlıktır. İşçilerin ve ezilenlerin sömürgeci faşist burjuva düzene karşı öfke ve tepkilerinin burjuva muhalefet eliyle ve reform vaatleriyle kontrol altında mı tutulacağı yoksa devrimci hareket tarafından politik özgürlük savaşımına mı yönlendirileceği sorusunun yanıtı, uzlaştırıcı toplumsal-siyasal gücün ve çizginin ne derece yalıtılabildiğine bağlı olacaktır. Sınıflar düzleminde soyutlama yapılacak olursa, orta burjuvaziyi yalıtması, proletaryanın küçük burjuvaziyi devrime kazanması anlamına gelecektir.

CHP’yle İttifak Arayışının Politik Çeşitlemesi

Burada, soyutlamadan somutlamaya geçtiğimiz yerde, tartışmamızın konusu CHP gerçeğidir. Daha doğrusu, emekçi sol hareket içinde, CHP’ye dair bir ucunda ana darbenin doğrultusunun ve diğer ucunda ittifak yöneliminin durduğu, tamamı tarafından da böylece işçi ve ezilen yığınları devrimci-demokratik mücadeleye kazanma iddiasının ileri sürüldüğü politik yaklaşımlar yelpazesidir.

Bugün gelmiş olduğu konumuyla CHP, neredeyse bütün burjuva reformist ve liberal akımların birleşme potası, faşist şeflik rejiminin meşruiyetini kabul etmeyen milyonlarca emekçi ve ezilen içinse demokrasi özleminin bulanık adresidir. Son yılların hemen her seçim ve referandum kesiti emekçi sol hareket saflarında CHP’yle ittifak eğilimlerinin serpilip gelişmesine basamak olmuş, Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü böylesi eğilimleri beslemiş, özellikle 2019 yerel seçimlerinde bir dizi belediyenin HDP’nin desteği sayesinde CHP’nin eline geçmesinin ardından bu yönlü yaklaşımlar daha da canlılık kazanmıştır.

Emekçi sol hareket saflarında CHP’yle ittifak arayışları başlıca birkaç kategoride ele alınabilir.

Birincisi, kimi küçük burjuva reformist sol parti ve örgütlerin CHP’yle süreğen ittifak arayışıdır. Tipik örneği ÖDP/Sol Parti olan bu kategoride, devrimci-demokratik sol hareketin ancak CHP’nin yükselişi zemininde güçlenebileceği inancı yaygındır. Genellikle Kürt ulusal demokratik hareketiyle ittifaka mesafeli durulmakta ve ama CHP’yle ittifak beklentisi daima korunmaktadır. Parti olarak CHP’ye az çok antifaşist bir nitelik, hiç değilse potansiyel bir antifaşist nitelik atfedilmekte, CHP bünyesindeki “ilerici ve sol dinamikler”in etkinleştirilmesi vasıtasıyla gerçekleştirilecek bir ittifakın hesabı yapılmaktadır.

İkincisi, emekçi sol hareketten diğer bazı parti ve örgütlerin, CHP’nin ideolojik-politik etkisi altındaki işçi, emekçi ve ezilen yığınları ileri çekme ve antifaşist mücadeleye kazanma adına, CHP’yle ittifak arayışıdır. Bunun tipik örneği Halkevleri’dir. CHP’nin bir düzen partisi olduğu gerçeği teslim edilmekle birlikte, onun yörüngesindeki emekçi milyonları devrimci-demokratik mevzilere yöneltme yolunun CHP’yle yakın ilişki sürdürmekten, hatta ittifak yapmaktan geçtiği öngörülmektedir.

Üçüncüsü, Kürt ulusal demokratik hareketinin, faşist şeflik rejimine karşı politik dengeleri değiştireceği beklentisiyle, CHP’yle ittifak arayışıdır. Bu politikayı uygulama ısrarı şu anda HDP içinde belirgindir. PKK, böyle bir ittifaka, faşist Saray rejiminin siyasi iradesini kırmakta, diktatör Erdoğan’ın yönetimindeki sömürgeci savaş ve işgalleri sekteye uğratmakta, hatta belki de Kürt ulusal demokratik hareketinin Türk halkı nezdinde toplumsal-siyasal meşruiyet sahasını genişletmekte büyük bir taktik rol oynayabileceği varsayımıyla, yeşil ışık yakmaktadır.

Bu üç kategoride özetlenen politik yaklaşımlar, söz konusu yaklaşımlara sahip parti ve örgütler reformcu veya devrimci çizgide yürümek, burjuva sola yedeklenmeye ideolojik-politik bakımdan yatkın veya uzak olmak gibi temel nitelik farklılıklar göstermelerine karşın, CHP’yle ittifak arayışlarının gerekçelendirilişinde kimi benzer politik argümanlar da içermektedir. Öyle ki, burada üzerinde durduğumuz çeşitli politik yaklaşımların kesişim kümesinde, faşist şeflik rejimine karşı mücadelede etkin demokratik bir pozisyon alması için CHP’ye ikide bir çağrı yapma, dahası akıl verme tarzı hemen göze çarpmaktadır.

Peki, CHP’nin saray faşizmine karşı demokratik mücadele pozisyonuna gelmesi mümkün müdür?

Bir Düzen Partisi Olarak CHP Gerçeği

CHP’nin, yaklaşık bir asır önce, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün demokratik hak ve özgürlüklerin önünü tıkayan bir parti devleti formunda kurulmasının odağında durduğunu, nispeten burjuva demokratik karakterdeki 1921 Anayasası’nın yerine baştan sona gerici 1924 Anayasası’nı geçirdiğini, herhangi bir burjuva muhalefete bile yaşam hakkı tanımadığını, genel sekreterlik makamında Mussolini özentisi faşist iktidar tasarımları yapan Recep Peker’in oturduğunu burada uzun uzadıya örneklendirmek gerekmiyor. Keza CHP iktidarının Kuzey Kürdistan’ı zulme boğan 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nı, Zilan ve Dersim’de cisimleştirdiği Kürt soykırımını, Kürtçe konuşmayı resmen yasaklayışını, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un ağzından “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” haykırışını detaylarıyla sıralamak da gerekmiyor. Ne de, Türk burjuva devletinin kuruluşunu izleyen çeyrek yüzyıl boyunca, CHP’nin, herhangi bir hak ve hukuk olmaksızın işçilere reva gördüğü kölece çalışma şartlarını, emekçi köylülerin elinde avucunda ne varsa yutan meşhur vergilerini, Türk burjuvazisine sunduğu kanlı ve kayırmalı sermaye birikim imkanlarını, Alevilere dayattığı asimilasyonu, Hristiyan inancından ulusal toplulukları maruz bıraktığı aşağılanmayı, İstiklal Mahkemeleri eliyle işlediği sayısız siyasi cinayeti burada ayrıntılarıyla incelemeye gerek var.

Fakat burada vurgulamalıyız ki, kurucu ideolojik-politik gücü olduğundan Türkiye Cumhuriyeti’yle özdeşleşmiş tarihi, CHP’nin, karakteri tekçilikle, ırkçılık, inkarcılık ve sömürgecilikle, militarizmle, sermayenin dolaysız savunuculuğuyla belirlenen bir “devlet partisi” olarak şekillenmesine sahne olmuştur. İşbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin sınıfsal çıkarlarına ve Türk burjuva devletinin oluşturucu özelliklerine kesin bağlılık, ideolojik-politik bakımdan adeta onun genetik kodlamasını meydana getirmiştir. Bundandır ki, tarihsel seyri içinde CHP, İsmet İnönü’nün tarifiyle 1960’lı yıllarda “ortanın solu”na yerleştirildiğinde de nevi şahsına münhasır Türk tipi bir sosyal demokrat parti oluvermiştir. Yani o, Avrupa sosyal demokrasinin işçi sınıfı mücadeleleri kapsamında doğup gelişmesinden, ardından sınıf işbirliğinde derinleşip komünist partilerle ayrışmasından, burjuva demokrasisine göre biçimlenmesinden tamamen farklı bir yol izlemiş, kuruluşundan itibaren neredeyse bürokratik bir devlet teşkilatı niteliği taşımış, askeri ve sivil yüksek bürokrasiyle siyasal ve yapısal olarak kaynaşmış, işçi ve halk hareketleriyle etkileşim içinde gelişmemiş, devletin politik refleksleriyle hareket etmeye şartlanmıştır. CHP ‘60’larda burjuva düzen solunu inşa etmeye soyunurken, onun bütün bu özellikleri yeni parti çizgisinde içerilmiştir.

İnönü’nün tarifinde ifadesini bulan “ortanın solu” yönelimi, sermaye tekellerinin ağırlıklı politik desteğinin DP-AP geleneğinin arkasında toplanmış olduğu koşullarda, öğrenci gençlik hareketi ile işçi sınıfı hareketinde başlayan ve TİP rüzgarını estiren kabarışı hem arkalayıp güçlenme ama hem de düzen sınırları dahilinde kontrol altında tutma amacından kaynaklanmıştır. Zaten İnönü de tam olarak, “CHP bünyesi itibariyle devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır” demiştir. Sonrasında CHP, politik söyleminde en demokratik, faşist devlet aygıtına en mesafeli göründüğü zamanlarda bile, örneğin 1970’lerde Bülent Ecevit başkanlığındaki ya da 1990’larda bu kez SHP adı altında Erdal İnönü başkanlığındaki dönemlerinde bile, tekçi, ırkçı ve inkarcı, devletçi ve sermayeci yapısal kodlarından aslında sıyrılmamış, bilakis yükselen işçi ve halk hareketlerini reformist umut tacirliğiyle parlamenter seçim oyununa dayanak yapma ve böylece düzen sınırlarına sıkıştırma misyonuna uygun davranmıştır. Hükümet ettikleri dönemlerde Ecevit’in Maraş Katliamı’nı ve İnönü’nün de Sivas Katliamı’nı seyretmekle yetinmeleri, CHP/SHP gerçeğinin çarpıcı iki simgesidir. Hiçbir zaman CHP güçlendiği için devrimci-demokratik mücadele yükselmiş değildir, tersine, devrimci-demokratik mücadelenin yükselişe geçtiği koşullarda CHP güçlenmiş, hatta onun kimi reformist burjuva demokratik argümanları da böylesi yükselişlerin politik basıncı altında ortaya çıkmıştır.

Tablonun esası bugün de değişmiş değildir. Son yıllardaki başlıca politik tutumlarına göz atmak, CHP’nin neden faşizme karşı bir mücadele gücü olmadığını ve olamayacağını, neden antifaşist bir cepheleşmenin muhatabı olmadığını ve olamayacağını anlamak için yeterlidir.

2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bir faşist politik İslamcıyı aday gösteren CHP, Erdoğan’a alternatif diye kötü bir Erdoğan taklidini öne sürmüş, böylece Erdoğan’ın yeniden seçilmesini kolaylaştırmaktan başka bir şey yapmamış, Gezi-Haziran Ayaklanması’na katıldıktan sonra yerel seçimlerde yine gidip CHP’ye oy veren milyonlarca emekçiyi hayal kırıklığına uğratmıştır. 7 Haziran seçim yenilgisinin ardından faşist Saray darbesine girişen Erdoğan’ın seçim tekrarı planına geçerlilik kazandıran, 1,5 ay boyunca AKP’nin koalisyon görüşmeleri tuzağına ortak olan, o arada kendisine hükümet kurma yetkisi verilmeyişini sessizce sineye çeken de CHP’den başkası değildir. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz askeri darbe girişiminin ardından, akim darbeyi başkanlık rejimine sıçrama tahtası yapmaya yönelen Erdoğan’ın kanatları altında “Yenikapı ruhu”na iştirak etmekte de heveskar davranmıştır. CHP, süresi art arda uzatılan OHAL’e itiraz etmemiş, tırmandırılan faşist devlet terörünü “FETÖ operasyonları” diye meşrulaştırma bahanesini paylaşmıştır. Öyle ki, AKP’yle anti-Fetöcülük yarışına girmekten bile geri kalmamıştır. Nihayetinde, 16 Nisan 2017’deki referandumun sonuçlarına tepki göstererek sokağa akan, büyük bir politik öfke patlamasının kendiliğinden ilk işaretlerini ortaya koyan halk kitlelerini sokaktan çekilmeye çağırmasıyla CHP, Sarayda tezgahlanmış YSK hilesinin geçerliliğini derhal kabullenmiş, faşist şeflik rejimini inşa güzergahında Erdoğan’ın kritik bir politik virajı dönmesini sağlamıştır.

Kılıçdaroğlu, benzer her durumda, “Bizi sokağa çekmeye çalışıyorlar, oyuna gelmeyeceğiz” deme alışkanlığındadır. Zira, Erdoğan diktatörlüğüne karşı direnme arzusu taşıyan, demokratik hak ve özgürlüklerini savunmak isteyen emekçileri ve ezilenleri, sokaktan, fiili meşru mücadeleden, hele de mücadelenin şiddete dayalı biçimlerinden uzak tutmak CHP için varoluşsal amaçtır. Bayatlamış egemen sınıf söylemiyle “kamu düzeni” riske girdiği her an, CHP, isterse burjuva muhalefet konumunda olsun, mutlaka burjuva devlet refleksi vermektedir. Ona göre, emekçilerin ve ezilenlerin can yakıcı sorunlarına yegâne çözüm merci burjuva parlamentodur, üstelik bugünkü faşist şeflik rejiminde yetkileri neredeyse tamamen elinden alınmış ve Saray diktasının makyaj malzemesine dönüştürülmüş olan parlamento. “Sokak oyununa gelmeme” çizgisinin görüntüdeki tek istisnası Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşüdür, ki o da faşist Saray terörünün CHP’yi ve bizzat Kılıçdaroğlu’nu doğrudan hedefler bir düzeye varması karşısında bir nevi kendini savunma refleksi olarak gelişmiş, çok geçmeden de Çanakkale’de şoven bir politik atmosferde toplanan sözde adalet kurultayına bağlanarak köhne burjuva parlamentarizminde demirlemiştir.

CHP, tüm savaş ve işgal tezkerelerini tereddütsüz desteklemiş, burjuva mecliste AKP-MHP blokuyla her defasında yan yana bu tezkereler lehine oy kullanmıştır. Efrîn işgali başladığında Kılıçdaroğlu’nun sarf ettiği sözler, CHP’nin politik safını olanca açıklığıyla sergilemektedir: “Afrin operasyonu gerekli. Tıpkı İdlib gibi. Oraya da gidildi ve belli bir güvenli bölge yaratıldı. Afrin operasyonunda da güvenli bir bölgeye ihtiyacımız var.” Yine Kılıçdaroğlu, “PYD terör örgütü lideri” diye nitelediği Salih Müslüm'ün, hakkındaki mahkeme kararına rağmen Ankara'ya davet edildiğini, kendi açıklamasından sonraysa “terör listesi”ne alındığını söyleyerek böbürlenmiştir. İstanbul’un CHP’li belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “Silahlı Kuvvetlerimizin ve Mehmetçiğimizin her zaman yanındayız, dualarımız askerlerimiz için” sözleriyle selamladığı Serêkaniyê işgalindeyse, CHP tarafından onaylanan sömürgeci işgal tezkeresini eleştirdiği gerekçesiyle partinin Mardin il başkanı çabucak görevden alınmıştır. Dahası, faşist şeflik rejimi, Doğu Akdeniz’de savaş kışkırtıcılığı yaparken, Azerbaycan’ın Karabağ’a ve Ermenistan’a ilhakçı saldırısını arka çıkarken, hatta Libya’da bölgesel hegemonya savaşına girişmişken, CHP’den açık veya örtük milliyetçi destek bulacağına, onu bu bölgesel karşıdevrimci hamlelerine yamayacağına emindir.

Burjuva parlamentodaki kürsü dokunulmazlığını dahi kaldıran geçici anayasa maddesine “Anayasaya aykırı, ama evet diyeceğiz” sözleriyle verdiği destek, CHP’nin bir başka büyük suçudur. Onun her fırsatta çözüm adresi ilan ettiği parlamentonun ipini böyle kendi eliyle çekmesi sayesindedir ki, HDP eş genel başkanları ve milletvekilleri birbiri ardına hapishanelere konulmuştur. CHP, Kürdistan’da HDP’li belediyelerin kayyum saldırısıyla gasp edilmesini de ağızdan zoraki çıkan birkaç sözle geçiştirmiş, asıl politik tavrını ise kayyum karşıtı direnişlere katılmama çağrısı yaparak ortaya koymuştur. Öyle ki, onun Kürt ulusal demokratik mevzilerine şovenist ve sömürgeci devlet aklıyla ayrışmayan bakışı, gelecekte CHP’ye de yönelmesi muhtemel bu kayyum saldırısı karşısında tam bir politik basiretsizlik sergilemesine yol açmıştır. Erdoğan’ın belediyeler toplantısına firesiz katılan CHP’li belediye başkanlarının faşist şefle ve onun kayyumlarıyla yan yana geldiği salondaki görüntü ise, bu basiretsizliğin çıplak fotoğrafıdır. CHP, Kürtlerin herhangi bir kolektif ulusal hakkını tanımamakta, anadilde eğitime dahi karşı çıkmakta, Kürt ulusal sorununu bireysel kültürel haklara indirgeyerek hiçleştiren inkârcı sömürgeciliğin hem tarihsel hem de güncel bir bileşenini oluşturmaktadır. Kılıçdaroğlu, tam da bu nedenle, o demagojik “bölücü terörü bitirme” sakızını çiğnemeye devam etmektedir.

Ekonomik krizden çıkış programı olarak Mayıs 2020’de deklare ettiği 16 maddede, CHP, ekonominin içinde debelendiği kriz halinin asıl nedenini, devlet kurumlarının işleyişinin siyasal amaçlarla sekteye uğratılmasında gördüğünü açıklamıştır. Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasında, bahsi geçen vergi adaletsizliğinin, gelir eşitsizliğinin, işsizliğin ve enflasyonun çözümü için “liyakat”, “hukukun üstünlüğü” ve “merkez bankasının özerkliği” gibi vurgular yapılmıştır. En fazlasından, devlet kaynaklarının israfının önlenmesi için yap-işlet-devret projelerinin döviz garantili taahhütlerinin TL’ye çevrilmesi veya gerekirse bu projelerin devletleştirilmesi, makam araçları gibi lüks harcamaların denetlenmesi, kamu ihale yasasının şeffaflık ilkesine göre düzenlenmesi istenmiştir. Türkiye’yi emperyalist merkezlerin mali-ekonomik sömürgesi kılan neoliberal piyasa mekanizmalarına asgari bir karşıtlık, parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetleri vaadi, işçi sınıfı ve yoksullar için ciddi herhangi bir ekonomik ve demokratik hak talebi, hatta emperyalist küreselleşmenin çöp sepetine attığı “sosyal devlet” dönemine ait kimi Keynesyen uygulamaların basit bir savunusu CHP politikasında yer bulmaz. Aksine, CHP’li belediyelerde de sendikalaşan işçiler pekala işten atılabilir, işçi ücretleri pekala ödenmeyebilir, güvencesiz ve taşeron çalıştırma pekala yayılabilir, direnen işçilere pekala polis saldırtılabilir.

TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin, yüksek döviz kurunu, merkez bankası rezervlerindeki erimeyi, faiz artışından kaçınılmasını, mülkiyet hakkının zedelenmesini, neoliberal piyasa prensipleriyle çelişen uygulamaları sorunlaştıran konuşmaları, CHP yönetimi için belirleyici politik iktisat referanslarıdır. Çünkü sermayeyle ilişkileri ve işçi sınıfına yaklaşımları bakımından AKP ile CHP arasındaki fark, MÜSİAD ile TÜSİAD arasındaki iktisadi çıkar çelişkisi kadardır. Bu yüzden CHP, faşist şef Erdoğan’ın işçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarını gitgide budayan saldırıları karşısında sessizliğe gömülüdür. Öte yandan, bir IMF anlaşmasının, yani IMF patentli bilindik bir “kemer sıkma” programının ürkek taraftarı olarak CHP, TÜSİAD’da örgütlü tekelci sermayenin, katlanıp duran borçlarını emekçilerin sırtına daha da yıkmasının, ucuz işgücünü daha çok yağmalamasının, burjuva devletin mali-iktisadi imkanlarından daha fazla yararlanmasının güvencesini vermektedir. Dolayısıyla, sermaye oligarşisinin çıkarlarına koşulu bir burjuva parti olan CHP’nin, işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisine ve Batılı emperyalist merkezlere sürekli göz kırpmasında, Erdoğan’ın Saray rejimine karşı onların dolaysız desteğini arkalamaya bakmasında şaşılacak bir yan yoktur.

Hasılı CHP, faşist şeflik rejiminin siyasi meşruiyetini kabul etmeyen ve politik özgürlüğe susamış olan işçi sınıfı ve ezilenlerin talep ve özlemlerinin aksine, politik açıdan her kritik anda, faşist şefe destek vermekte ya da onunla uzlaşıya varmaktadır. Kutsal devlet çıkarlarına ve vazgeçilmez sermaye çıkarlarına bağlılık, CHP’nin varoluşsal niteliğidir. Bu sınıfsal ve siyasal çizgisi nedeniyledir ki, CHP, faşist politik İslamcı Saray diktatörlüğüne koltuk değneği olmaktan çekinmemektedir. Zira onun, işçilerin ve ezilenlerin mevcut sermaye ve devlet düzenini sarsacak devrimci-demokratik mücadelelerinden duyduğu korku, Erdoğan’ın tekçi diktatörlüğüne karşıtlığından çok daha baskındır.

Burjuva Solla İlişki: İttifak Mı, Yalıtmak Mı?

Türk egemen sınıfı, Türk burjuva devletinin yönetim biçimi konusunda ikiye bölünmüş durumdadır. Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı, egemen sınıfın iki siyasal cephesidir. Millet İttifakı’nın sürükleyici partisi olan CHP ise, işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin ve Türk burjuva devlet geleneğinin bir politik temsilcisidir. Karşıdevrimci reformist ve liberal çizgisiyle orta sınıfın bir bölümünün de politik sözcülüğünü üstlenmiştir. CHP, devletin yönetim biçimi olarak, Erdoğan’ın başkanlık sistemi karşısında “güçlendirilmiş parlamenter sistem” savunusu yapmaktadır.

Tıpkı AKP gibi CHP’nin de yapısal rejim krizine dair herhangi bir burjuva demokratik çözüm perspektifi yoktur. Zaten sermaye oligarşisi patentli ve güdük içerikli burjuva değişim programı, 2002’de hükümet olmasından itibaren bu programın politik temsilciliğini üstlenmiş olan AKP’nin elinde, on yılda iflas edip ıskartaya çıkmıştır. Bugün CHP’nin ve Millet İttifakı’nın savunmakta olduğu “güçlendirilmiş parlamenter sistem” de, devletin sömürgeci faşist niteliğini değil, yalnızca yönetim biçimini değiştirmeyi hedeflemektedir.

Burjuva düzen solunun güncel müttefikleri olan kontrgerilla şefi Meral Akşener başkanlığındaki İYİP, Sivas Katliamı azmettiricisi Temel Karamollaoğlu başkanlığındaki SP, saray soytarısı faşist Süleyman Soylu’nun bir dönem başkanlığını yaptığı DP, CHP’nin siyasal hedefi ve Millet İttifakı’nın sınıfsal-siyasal karakteri konusunda apaçık bir fikir vermektedir. İşte “güçlendirilmiş parlamenter sistem” hedefi, Erdoğan’ın faşist şeflik rejimine muhalif olan tüm burjuva siyasi güçleri, AKP’den kopan Babacan ve Davutoğlu gibiler de dahil olmak üzere, ortak bir asgari siyasi programda ve Millet İttifakı’nda birleştirmek, Erdoğan’la sürtünme halindeki emperyalist güçlerin desteğini de bu programa ve ittifaka arkalamaktır.

CHP’ye göre, işçiler ve emekçiler, kadınlar ve gençler, Kürtler ve Aleviler, ezilen ulusal ve inançsal topluluklar, ekolojistler, LGBTİ+’lar, yani bilcümle ezilenler, kendi sorun ve talepleri ekseninde mücadeleye girişmemeli, bu sorun ve talepleri CHP’ye havale etmeli, CHP’nin ve Millet İttifakı’nın seçim başarıları ile burjuva meclisteki çalışmalarına umut bağlamalıdır. CHP’nin, sol adına konuşarak, işçilerin ve ezilenlerin özlemlerini sömürmesinin, harekete geçmelerini engellemesinin, patlak veren mücadelelerini de düzen içi kanallarda kötürümleştirmesinin yalın bir özetidir bu. Yerel seçimlerden itibaren çokça umut bağlanan Ekrem İmamoğlu’nun da Kılıçdaroğlu’nun başkanlık ettiği bu burjuva sol politik çizgiyi demokratikleştirecek bir özellik taşımadığı, bilakis sahip olduğu tipik “merkez sağ politikacı” profiliyle, mevcut parti çizgisini sürdürmekten ve o arada belki Erdoğan karşısında daha etkili bir başkan adayı olarak boy göstermekten başka bir şey yapmayacağı bellidir.

İşçilerin ve ezilenlerin mücadelesinin faşist şeflik rejimini alaşağı edecek bir düzeye sıçratılmasının yolu, CHP’nin bu yatıştırıcı ve uzlaştırıcı, frenleyici ve oyalayıcı, seçim sandıkları ve parlamento sıraları arasında kötürümleştirici ve çürütücü ideolojik-politik etkisinin kırılmasından geçmektedir.

Bugün, devrimci-demokratik mücadelenin gelişim ihtiyacı CHP’nin siyaseten yalıtılmasını gerektiriyorken, CHP’yle ittifak arayışları, emekçi sol hareket içindeki önemli bir zaaf noktasıdır. Hele de “CHP düzen içi ama faşizm karşıtı bir pozisyon alıyor” gibi iddialarla, faşizmin koltuk değneği CHP’ye antifaşist bir paye vermek, olgunun yerine düpedüz niyeti koymaktır. Bunun politik sonucuysa, CHP’nin, faşist şeflik rejimine karşı devrimci temelde harekete geçirilebilecek olan antifaşist kitle potansiyelini parlamenter hayallerle düzene bağlamasına çanak tutmaktır.

Hem de böyle iddialar, CHP’yle seçim blokunun elde edeceği bir seçim zaferi sayesinde Erdoğan diktatörlüğüne son verileceği beklentisiyle birleştiğinde, işçi sınıfı ve ezilenleri faşist şeflik rejimiyle mücadelede tam anlamıyla silahsızlandırmaya kapı açmaktadır. Zira son yılların seçim ve referandum deneyimleri, faşist şeflik rejimini burjuva mecliste durdurmanın veya oylama yoluyla değiştirmenin mümkün olmadığını fazlasıyla kanıtlamıştır. AKP’nin yenilgisiyle sonuçlanan 7 Haziran 2015 seçimleri düpedüz iptal edilmiş, 1 Kasım 2015 seçimlerine büyük kitle katliamlarının gölgesi düşürülmüş, seçilmiş birçok HDP’li ve hatta CHP’li vekil hapishaneye konulmuş, yine seçilmiş HDP’li belediyeler kayyumla gasp edilmiş, 16 Nisan 2017 referandumuna hile karıştırılmış, HDP’nin cumhurbaşkanı adayı 24 Haziran 2018 seçimlerini hapishanede karşılamış, 31 Mart 2019’da AKP’nin kazanamadığı İstanbul belediyesi seçimi tekrarlanmıştır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki burjuva seçim müsameresinin alışılagelmiş kurallarını zorla ve hileyle değiştiren faşist şef Erdoğan, herhangi bir seçim yenilgisi sonucunda başkanlık koltuğundan ayrılmayacaktır. Onun faşist saltanatını sona erdirebilecek tek gerçekçi yol, işçi sınıfı ve ezilenlerin, halklarımızın antifaşist isyanıdır.

Erdoğan diktatörlüğüne seçimlerle son verilebileceği propagandası, CHP tarafından yayılan, böylece emekçi ve ezilen yığınların faşist şeflik rejimine karşı fiili meşru mücadeleye atılmasını frenleyen, nihayetinde faşist şefin değirmenine su taşıyan ham bir hayalden ibarettir. Her kim ki, emekçi sol hareket içinde bu burjuva parlamentarist hayale ortak olmuştur, o, faşizme karşı mücadelenin doğrultusunu biçare bir legalizm ve parlamentarizm batağına yönelten reformist-oportünist bir akıl tutulmasına yakalanmış demektir.

Küçük burjuva reformist sola azımsanmayacak ölçüde sirayet etmiş olan legalizm ve parlamentarizm, kitlelere güvensizlik, halklarımızın bağrındaki antifaşist direniş potansiyelini küçümseme, dişe diş bir mücadelenin bedellerini göğüsleme kararlılığından yoksunluk gibi ideolojik ve politik zayıflıklar, dolaysızca kitleler arasında ezilenlerin birleşik direnişini örgütleme görevine sarılmaktansa, yüzünü CHP’ye dönmeye, CHP’yle ittifak arayışına girmeye zemin teşkil etmektedir. Dahası, başta ÖDP/Sol Parti olmak üzere, CHP’ye dair “iyimser” düşünceler besleyen ve onunla ittifak arayışından bir türlü vazgeçemeyen bazı parti, örgüt ve çevreler, Kürt ulusal demokratik hareketiyle ittifaka mütemadiyen mesafeli yaklaşmakta, HDP’den mümkün mertebe uzak durmaktadır. Türk işçi ve emekçilerinin şovenizmle sakatlanmış yaygın bilinç seviyesinin baskısına bu boyun eğiş ise, emekçi sol saflara sosyal-şovenizm aşılamaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Fakat çarpıcıdır: Emekçi soldan kimi bileşenlerin yüzlerini CHP’ye daha fazla döndüğü bir zamanda, CHP ise yüzünü daha fazla Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ve Abdullah Gül gibi AKP eskilerine dönmektedir.

CHP bünyesinde ilerici, antifaşist ve cins özgürlükçü bireylerin de mevcut olduğunu söylemek ise, tabii ki bir gerçekliğin ifadesidir. Örneğin, Gezi-Haziran Ayaklanması’nın ya da kadın özgürlük mücadelesinin CHP’ye uyguladığı politik basıncın örgütsel bir izdüşümü, İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun parti içindeki etkin konumudur. Fakat bu gerçeklikten, CHP’nin büsbütün antifaşist bir pozisyon alabileceği veya Kaftancıoğlu gibi demokratik bir figürün CHP’nin ideolojik-politik çizgisini belirleyebileceği sonucu çıkmaz. Buna benzer demokratik eğilimler, son 50 yılı boyunca CHP içinde sıklıkla boy göstermiştir. Partinin hâkim çizgisi ile bu tür eğilimler arasındaki çelişki ise, demokratik olanın siyaseten ya asimile ya da tasfiye edilmesiyle, her defasında karşıdevrimci parti çizgisi lehine çözülmüştür. Zaten bu ideolojik-politik öğütme yordamı, CHP’nin düzen içi emniyet supabı rolünün tipik bir somutlanışıdır. İstanbul belediyesinin CHP’nin eline geçmesiyle edindiği siyasi prestij, Kaftancıoğlu’nun, kendi demokratik duruşuyla CHP’deki etkinliğini sürdürmesine şimdilik imkân sağlamaktadır. Fakat o da en nihayetinde, ya asimile ya da tasfiye edilme kapanına yakalanmaktan kurtulamayacaktır.

Öte yandan, CHP’nin ideolojik-politik etkisi altındaki işçi ve ezilen yığınlar ile CHP yönetimi arasında elbette ayrım yapmak gerekir. Bilinçleri CHP eliyle milliyetçi ve devletçi ideolojik çarpılmaya uğratılmış olsa da bu yığınların önemli bir bölümünün antifaşist mücadelenin muhtemel güçleri arasında bulunduğu açıktır. Ama bu muhtemel gücün politik bakımdan ileri çekilmesi ve faşist şeflik rejimine karşı fiilen mevzilendirilmesi için CHP’yle ittifak yapılması gerektiği fikri hiç de isabetli değildir. Bu fikir, aslında, emekçi soldan bir partiye “Erdoğan’a karşı CHP’yle neden bir araya gelmiyorsunuz?” diye soran bir CHP seçmeninin ortalama bilinç düzeyine tekabül etmektedir. Mesele, o kendiliğinden bilincin düzeyine inmek değil, onu CHP’ye umut bağlamayı aşan bir düzeye çıkarmaktır. Kendiliğinden bilinç öncü politikanın kurucu öğesi olamaz.

Burjuva solun etkisi altındaki emekçi yığınları antifaşist mevzilere yaklaştıracak, daha ileri mücadelelere ikna edecek, sonuçta faşist şeflik rejimi karşısında devrimci temelde saflaştıracak özgün politikalar, özgün bir politik dil ve ilişki tarzı geliştirmek, hiç kuşkusuz, devrimci stratejinin ve taktiklerin özenle ele alınması gereken bir boyutudur. Fakat bunda kazanılacak başarı da her halükârda, söz konusu yığınlara CHP’nin düzen partisi gerçekliğinin gösterilmesini ve ona herhangi bir demokratik umut bağlanamayacağının kavratılmasını, yani CHP’nin devrimci yalıtma politikasının tam merkezine yerleştirilmesini şart koşmaktadır.

Gezi-Haziran Ayaklanması’na bakın. Orada, CHP’nin emekçi tabanını meydana getiren ve yaşam tarzı özgürlüğü isteyen laikler ile bunu politik özgürlüğün kazanılmasına bağlayan devrimciler arasında yeşeren “özgün ittifak” biçimini, CHP yönetiminin siyaseten kendi yalıtılışını gördüğü için hiç de memnun olmadığı bir “birleşme” örneğini göreceksiniz. Ya da 7 Haziran seçimlerinde elde edilen halkçı demokratik başarıda, kadın özgürlük mücadelesinin kitlesel atılım anlarında, demokratik Alevi hareketinin önemli çıkışlarında, CHP’nin politik yörüngesinden henüz kopmamış kitleler ile devrimci-demokratik güçler arasındaki ideolojik-politik etkileşimin pratik mücadele sahasında nasıl geliştirilebileceğinin işaretlerini bulacaksınız.

CHP’yle ittifak arayışı HDP içinde de gitgide belirginleşmiştir. Son yerel seçimlerde HDP’nin desteği sayesinde CHP’nin bir dizi belediyeyi alması, CHP’yle seçim ittifakı yolundan “AKP’yi geriletme” taktiğinin ne kadar isabetli olduğuna ispat sayılmaktadır. Bu arada, seçimlerin hemen ertesinde başlayan ve bugün neredeyse HDP’li belediye bırakmayan ikinci aşama kayyum saldırısının söz konusu taktiğin sonuçları bakımından ne anlama geldiği ise hiç tartışma konusu yapılmamaktadır.

Önce HDK’nin ve ardından HDP’nin kuruluşu, emekçi sol hareketimizdeki cepheleşme yeteneksizliğinin aşıldığı bir tarihsel momenttir. HDP, Gezi-Haziran Ayaklanması’ndan 6-8 Ekim Kobanê Serhildanı’na ve Rojava Devrimi’yle ilişkilenişine değin, antifaşist, antisömürgeci, antiemperyalist, cins özgürlükçü kitle mücadelelerine dayandığı oranda gelişmiş, 7 Haziran seçimlerinde de bu nedenle muzaffer olmuştur. HDK ve HDP’nin politik pratiğiyle, ilk defa, Türk işçileri ve yoksulları ile Kürt halkının birleşik mücadelesi böyle yüksek bir düzeye ulaşmıştır. Bir başka ifadeyle, HDP'nin büyük başarısı, Türk egemenlerinin iki burjuva gerici cephesi karşısında, ezilenlerin üçüncü cephesini, politik özgürlüğü kazanmayı hedefleyen halkçı demokratik bir cepheyi yaratabilmiş olmasından kaynaklanmıştır.

Dizginsiz ve limitsiz faşist devlet terörüne maruz kalmasına, böylece hem örgütsel yapısı ama hem de siyasi iradesi sayısız darbe almasına rağmen HDP, halklarımız nezdindeki politik etkisini koruyup sürdürmüş, seçim ölçüsüyle bakılacak olursa, örneğin 7 Haziran seçimlerinden 24 Haziran seçimlerine en büyük üç kentteki oylarını artırabilmiştir. Aynı 24 Haziran seçimlerinde, emekçi sol ile burjuva sol arasındaki oy farkının yüzde 10’a kadar indiği, “merkez sağ”ın, politik İslam’ın ve ırkçı milliyetçiliğin Saray’a muhalif kesimleriyle ittifak kuran, hatta emekçi sol hareketin bir kısmını da yedekleyen CHP’nin emekçi ve ezilen yığınlarda boş umut yaratma kapasitesininse erimeye yüz tuttuğu görülmüştür. İşte böylesi koşullarda, “AKP’yi geriletme” siyaseti adına yerel seçimlerde Türkiye kentlerindeki CHP adaylarına neredeyse karşılıksız destek vermek, AKP’yi hakikaten antifaşist bir yenilgiye uğratmak için emekçi ve ezilen milyonlar nezdinde siyaseten yalıtılması gereken burjuva düzen solunun siyaseten parlatılmasına yol açmıştır. Türkiye kentlerinde seçimler vesilesiyle halkçı demokratik saflaşmayı büyütme imkanını bu şekilde heba etmek, HDP’nin gelişmesinin temelinde yatan üçüncü cephe siyasetini güçlendirmemiştir.

Bir süredir lafı edilmeye başlanan “İstanbul ruhu”, politik İslamcı ırkçı faşist “Yenikapı ruhu”nun antifaşist alternatifi değildir. Hatta bu argüman CHP jargonuna dahil edilecekse, bu, HDP’yi ve emekçi sol hareketi Millet İttifakı’na harici ve gayriresmi tarzda eklemlemenin lanetli yolunu döşemekte işlevselleştirileceği için olacaktır. Zira, Temmuz 2020’deki son kurultayda kuvvetli vurgularla “Kürt sorunu ve tüm sorunlar mecliste çözülecek” derken ya da “Haksız yere içeride tutulanlar içeride kaldıkları süreyi göğüslerinde hep bir şeref madalyası olarak taşıyacaklardır” sözünü tekrarlarken, Kılıçdaroğlu’nun aklında bu eklemleme yolunun olmadığını düşünmek saflıktır. Efrîn’e atılan bombanın üzerine ismini yazmış olan Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nun aynı kurultayda divan başkanı seçilmesiyse, belki tesadüf sayılır ama, mevzunun ironik tarafıdır.

Demokrasi İttifakı” adı altında CHP’yle ittifak arayışında ısrar etmek, CHP’nin buna ne kadar karşılık vereceği bir yana, gitgide, HDP’nin siyasi etkinlik sahasının Kuzey Kürdistan’a ve siyasi hedefinin de “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e daralmasına, sokak mücadelelerinin seçim mücadelelerine tabi hale gelmesine kapı aralayacaktır. Bu ise, politik özgürlüğün kazanılması hedefiyle, sokağı temel alan mücadeleleriyle, Kuzey Kürdistan ve Türkiye bütününde örgütlenme kapasitesiyle karakterize olan üçüncü cepheyi büyütüp güçlendirmenin değil, nesnel olarak, işçi sınıfı ve ezilenlerin antifaşist beklentilerinin Türk egemen sınıfının düzen içi muhalif kanadına bağlanmasına, burjuva düzen solunun yelkenlerini şişirmesine yardımcı olmanın yoludur.

Bu siyasi tehlikeye rağmen CHP’yle “Demokrasi İttifakı” kurma gayretini olumlayan PKK, yürüttüğü devrimci savaşın gücüne, biriktirdiği devrimci politik-örgütsel niteliğe, sahip olduğu taktik esneklik deneyimine güveniyor olabilir. Kuşkusuz ki, bunlar yabana atılmaz devrimci avantajlardır. İttifak olgusunun, ilkeler kapsamında soyut bir sorun değil, strateji ve taktikler kapsamında somut bir sorun olduğu da söylenebilir. Bu da elbette doğru bir vurgu olur. Ama zaten, CHP’yle ittifak arayışlarının eleştirisi, burada devrimci stratejinin ve taktiklerin olanca somutluğu çerçevesinde yapılmaktadır.

İlkin, PKK açısından bir taktikten ibaret görülebilecek CHP’yle ittifak girişimlerinin, faşist şeflik rejiminin kesintisiz saldırıları altında siyasi iradesi zayıflamaya başlayan HDP açısından bir siyasi irade kırılması zeminine dönüşebileceği gerçeğinin üzerinden atlanmamalıdır. İkinci olarak, burjuva düzen soluyla bir ittifakın, politik koşullar ve güç dengeleri onunla böyle bir ilişkinin burjuva solu yalıtmaya hizmet etmesini mümkün kılıyorsa, ancak bu şartla, devrimci stratejide yerinin olabileceği unutulmamalıdır. Ki bu yönüyle ele alındığında, CHP’yle ittifak yolundan “AKP’yi geriletme” taktiğinin bugün devrimci stratejiyle hiç de uyumlu olmadığı, zira CHP’yi siyaseten yalıtmaya değil parlatmaya götürdüğü besbellidir.

Sonsöz

Demokratik alanda şimdiye değin HDK ve HDP’de cisimleşen antifaşist cephenin genişletilmesi elzemdir.

Öncelikle emekçi sol hareket içindeki bütün parti, örgüt ve çevreler, tabii bununla beraber, işçi sınıfı hareketinin, kadın özgürlük mücadelesinin, demokratik gençlik hareketinin, demokratik Alevi hareketinin, antikapitalist Müslümanlar hareketinin, ekoloji mücadelesinin, LGBTİ+ hareketinin, yaşam tarzı özgürlüğü için mücadelenin, insan hakları mücadelesinin, ezilen ulusal ve inançsal toplulukların mücadelelerinin içindeki bütün ilerici örgütlenmeler antifaşist cephenin genişletilmesinin muhataplarıdır.

Antifaşist cephenin genişletilmesi, siyasal ve toplumsal atmosferi emekçilerden ve ezilenlerden yana değiştirmenin, faşist şeflik rejimine karşı mücadelede antifaşist güçlere politik inisiyatif üstünlüğü kazandırmanın, Erdoğan diktatörlüğüne karşı direnişin büyümesini arzu eden milyonlara savaşım azmi aşılamanın muazzam imkanlarını ortaya çıkaracaktır.

Fakat bu, aynı zamanda, burjuva düzen solu CHP’yi yalıtma politikasında kararlı durmayı gerektirmektedir. Çünkü sözü edilen muazzam imkanları değerlendirmek, antifaşist mücadelenin gelişmesinin önündeki başlıca oyalama ve uzlaştırma barikatını, CHP barikatını aşıp geçmeye bağlıdır.

Bu yüzdendir ki, CHP, antifaşist cephenin genişletilmesinin, bununla aynı anlama gelmek üzere bir demokrasi ittifakının muhatabı değildir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi